İhsan Fazlıoğlu: "Yön-etme ile idâre etme"

İhsan Fazlıoğlu: "Yön-etme ile idâre etme"


Anlayış Dergisi, Sayı 80, Şubat 2010
Anlayış Dergisi'nin 52. sayısında yayımladığımız, "Devlet'in ayıklığında uyumak" (Eylül 2007) başlıklı yazıda, özetle şöyle demiştik: "Kişioğlu, ancak ve ancak, maddî ve manevî açıdan hayatı ön-gördüğü yerde yaşar; ön-görülebilir bir hayat ise, tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icrâsının bulunduğu yerde ortaya çıkar." Elbette, söz konusu edilen yalnızca toplumsal düzeydeki ya da toplumlar arasındaki hukuk ile icrâsı değildir; iki kişinin ilişkisinde bile, bir ilişki hukukunun bulunması, ilişkinin ön-görülebilirliğinin güvencesidir. Basit bir iş ilişkisinden, karmaşık eş ilişkisine değin, insanî tüm ilişkilerin, üzerinde önceden uzlaşılmış bir hukuka göre yürütülmesi, hayattaki ön-görülebilirlik arayışının bir ifadesidir.

Hayat söz konusu olduğunda tüm ilişkilerin biçimsel/zâhirî bir hukuka göre yürütülmesi gerekli iken yeterli değildir elbette. Çünkü tüm biçimsel/zâhirî hukuk dizgeleri, doğaları gereği, karşılıklı-erdem/uygunluk anlayışına göre iş görürken; tüm insanî ilişkilerin içinde cereyân ettiği/etmesi gerektiği tabiî/ihtiyârî ahlâk, karşılıksız-erdemi/hayrı ilke olarak benimser. Yine de fıkhın/hukukun bulunmadığı bir yerde, ahlâkın, kişilerin insafına bağlı kalacağı izahtan varestedir. Nitekim, biçimsel hukuk dizgeleri, adâleti, ancak ve ancak, maddî verilere göre tayin ederken; ihtiyârî ahlâk, adâleti, kişinin kendi aleyhinde bile olsa, hayra göre belirleyen, makuliyetten kaynaklanan manevî bir zeminde inşâ eder. Bu nedenle, kaynağını makuliyette bulan, ihtiyârî ahlâktan neşet eden adâlet, ancak ve ancak, karşılıksız-erdem/hayr anlayışını benimseyen kişilerin sahip olacağı bir değerdir. Bu tür bir anlayışı benimsemeyen, böyle bir değeri edinmeyen kişiler, dinî bir inanca sahip olsa bile, adâlet anlayışlarında zahirî bir çerçeveyle yetinir; cezalandırma korkusu ya da ayıplanma duygusuyla, biçimsel hukuk ile toplumsal geleneklerin sınırları içinde kalmak kaydıyla âdil(!) olmaya çalışırlar. Bu tür kişiler için meşruiyeti, makuliyet değil, mecburiyet belirler. Mecburiyetlere göre yön verilen eylemler ise hayrı değil, olsa olsa, kişiye hâs menfaati, topluluğa özel maslahatı önceler. Daha önceki yazılarımızda da işaret ettiğimiz gibi, en tehlikeli inanç biçimi, makuliyeti bulunmayan, yalnızca vicdana dayanan inanç biçimidir; bu tür bir inanç biçimi, karşılıksız-erdemi dışladığı için, ahlâksızlığın da kaynağıdır.

Şimdiye değin söylenilenler, ön-görülebilirliğin, hayatın maddî ve manevî boyutlarına ilişkin olduğunu; bu durumun da hukuk ve icrâsı ile ihtiyârî ahlâkı zorunlu kıldığını gösteriyor. Yine de, tekrar pahasına, ilişkilerde fıkhın/hukukun bulunmadığı bir yerde, ahlâk, kişilerin insafına bağlı kalacağından, İslâm düşünce geleneğinde, tabiî/ihtiyârî ahlâk, ancak ve ancak fıkhın/hukukun üzerinde yükselebilmiştir ki, fıkıhla/hukukla zâhirî ve toplumsal olan emniyete alınırken; ihtiyârî ahlâk ile de bireyin, köklerini makuliyette bulan manevî terbiyesi düşünülmüştür. Ancak böyle bir süreçten geçen, Aliya İzzetbegoviç gibi bilge insanlar, bırakınız dostlarını, "Düşmanımıza -bile- yalnızca adâlet borcumuz var" diyebilirler, diyebildiler.

İster tarihî isterse günümüz örneklerine bakılsın, bireysel ve toplumsal hayatın ön-görülebilirlik kavramına ne kadar bağlı olduğu müşahede edilebilir. Tarihî süreçte doğal âfetler, siyasî örgütler arasındaki savaşlar, iç çatışmalar, siyasî baskılar ve zulümler, yarınını ön-göremeyen kişilerin bulundukları mekânı terk etmesine neden olmuştur. Yalnızca büyük toplumsal hareketlenmelerin değil, bireysel terk edişlerin bile arkasında en temel etken olarak, hayatını ön-görememe kavramının bulunduğu tespit edilebilir. İbn Sinâ'nın yaşadığı coğrafyayı terk etmesinde, Uluğ Bey'in oğlu tarafından öldürülmesinden sonra Semerkand matematik-astronomi okulunun üyelerinin İslâm coğrafyasının dört bir tarafına dağılmasında ya da Nazi Almanya'sından kaçan bilim adamları ve filozoflarının çeşitli ülkelere sığınmalarının arkasında hep bu kaygı vardır.

İnsanın ön-görme kaygısı yalnızca hayatta ortaya çıkmaz; tarih boyunca insanlar tarafından üretilen tüm felsefe-bilim hareketleri de, tabiatı ön-görme kaygısından türemiştir. Çünkü ön-görme, sınırlamayı gerektirdiği için, denetlemeyi de olanaklı kılar; denetlenebilen bir süreç, belirsizlikten sıyrıldığından, korku kaynağı olmaktan çıktığı için de güvenlik duyuşu verir. Zira nedenleri bilinen bir sürecin sonuçları kestirilebileceğinden, tedbir alınmasına olanak sağlar; bundan dolayı en önemli özelliği sınırlamak olan çıkarımsal akıl, nedenselleştirerek iş görür. Ne-den sorusunun en önemli özelliği, ne-re-y-e'yi işaret etmesinden, başka bir deyişle sürecin yönünü vermesinden kaynaklanır (Nitekim Türkçede -re/-ra eki, taş-ra ve iç-re'de olduğu gibi yön bildirir). Fikrin, aklın belirli bir tertibinin (tefekkür) sonucu ortaya çıkan hâsılaya ad olması da bu yüzdendir.

İnsanoğlu tarafından tabiatı ön-görmek için geliştirilen dile felsefe-bilim denirken, hayatı öngörmek için geliştirilen dile de siyaset adı verilmiştir. Çünkü siyaset, -hayatı- ön-görme, önünü-görme sanatıdır. Bu sanatın amacı da, hayat içindeki süreçleri sınırlayarak belirsizliği gidermek ve denetleyerek insanî kaygıyı yatıştırmaktır. İşte bu nedenledir ki, siyaset bir yön-lendirme ve yön-etme yön-temidir; yön-ünün ucunu dikkate alarak geliştirilen fikre, siyasette tedbir denilmesi bundan dolayıdır. Yukarıda denilenler göz önünde bulundurulduğunda, siyasetin insanlar için öngörülebilir bir hayat inşâ etmesi, ancak ve ancak, bir hukuka ve ahlâka dayanmasıyla olanaklıdır. En küçük bir kurumdan karmaşık bir devlet örgütüne kadar, siyaset, bir hukuk (karşılıklı-erdem) ve ahlâka (karşılıksız erdeme) yaslanırsa, insanları bir yön-e taşıyan, yön-lendiren, insanlara yön veren, bir yön-etme yön-temidir; tersi durumda, sonucu zorbalık ve ahlâksızlık olan, insanları canavarlığa ve erdemsizliğe götüren, bir idare etme (dâireleştirme, dönüp dolaştırma) biçimi hâlini alır.
Kadîm deyiştir: Kendisiyle barışık olmayan, başkalarıyla savaşır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts