İhsan Fazlıoğlu: "Türklerin bir tarihi var mı?"
Anlayış Dergisi
(Sayı 37) Temmuz 2006 |
Rivayet oldur ki, beyaz batı avrupalılar gemileriyle yeni kıtanın sahillerine vardıklarında yerliler, hemen sahilde duran avrupalıların gemilerini göremediler; çünkü gemi kavramına sahip değildiler. İnsan kavramına sahip olmadığı şeyi göremez. Cümlenin tersi de doğrudur: İnsan yalnızca kavramına sahip olduğu şeyi görebilir. Bu yalnızca yaşamaya ilişkin konular için değil; tersine insanın hemen hemen tüm vicdanî ve fikrî üretimleri için geçerli bir yargıdır. Bu nedenledir ki, kavramlar insan aklının makroskobu veya mikroskobu gibidir; uzağı yakın eder; küçüğü büyültürler. Nasıl ki bu âletler insanın görme'sini mümkün kılmak içinse, kavramlar da insan aklının bakış'ını ve görüş'ünü kuvvetlendirmek içindir. Benzer durum vicdan için de geçerlidir: İnsan duygusuna sahip olduğu duruma duyarlılık/hassasiyet gösterebilir; sahip değilse gösteremez.
İnsanın bu gerçekliğini tespit eden hemen hemen her kültür, sahip olduğu duyguları mensuplarına eğitim/terbiye yoluyla aktarır. Terbiye edilen bireyler mensup oldukları kültürün vicdanının hassasiyetlerini özümser; toplumun vicdanî reflekslerine uygun olumlu ve olumsuz duyarlılıklar gösterirler. Mensup olduğu toplumun duyarlılığını paylaşmayan bireyler ise topluma yabancılaşırlar. Benzer durum idrak için de geçerlidir. Kültürler bakış ve görüşlerini bireylerine eğitim/talim yoluyla aktarırlar. Öğretilen kavramlar ve terimler üzerinden idrakleri incelen bireyler, sahip oldukları kavramların oluşturduğu uzayın sınırlarının genişliği oranında kuşatıcı bir bakış elde ederler. Bu nedenle vicdanî terbiye ile idrakî talim bireyin toplumsal hassasiyeti ile kültürel mensubiyetini tayin eder.
Vicdanî hassasiyet ile idrakî mensubiyetin oluşturduğu bakış, görüş, kendisine mensup olan bireyin dünyasını kurar. Bilim felsefesinin deyişiyle nasıl ki her teori kendi nesne alanını yaratır, her kültür de terbiye ve talim ile kendi hassasiyet ve mensubiyet alanını inşa eder. Hassasiyetler ve mensubiyetler davranışlara dönüştürülür; toplum kendisine aidiyet duyan bireylerden, yarattığı sembollerle cisimleştirdiği kişiliğini, bu hassasiyet ve mensubiyetler çerçevesinde korumasını bekler; hatta talep eder. Bireylerin, ait oldukları kültürün ister yazılı ister sözlü isterse başka bir biçimde olsun, cisimleşen sembollerine bağlılıklarının derecesi ve şiddeti, o kültürün hem mevcut gücünü hem de geleceğini belirler.
Ünlü Çinli bilge Konfüçyüs'a "Toplumun kaderi eline verilse ilk ne yapardın" diye sorulunca şöyle yanıt verir: "İlk olarak toplumun kendileriyle iş gördüğü kavramları değiştirir; yerlerine yenilerini koyar ve her birini tanımlardım". Yanıtın hikmetini anlamayanlara bir örnek de verir bilge: "Eğer bir toplumda anne yalnızca 'çocuk doğuran' anlamına gelmeye başlamışsa, bu kavramı kaldırır, yerine manne'yi koyar ve 'çocuğu doğuran, büyüten, terbiye eden, ilk eğitimini veren, hayata hazırlayan, vb...' şeklinde tanımlardım". Bilge'nin dediği açık: Bir toplumun vicdanî ve idrakî ayarı, o toplumun değerlerinin ve kavramlarının ayarlarıyla ilgilidir; ayarı bozulan toplumun hastalığının göstergesi, vicdanî hassasiyetleri ile idrakî mensubiyetlerinin değişmeye başlamasıdır.
Şimdiye değin denilenleri, daha somut bir çerçeveye indirgemek için örneklendirebiliriz. Aristoteles-İbn Sina çizgisindeki bir bilgine Jüpiter'in kütlesinden bahsetseydik gülerdi; çünkü onların kozmolojisinde gezegenler esirden oluşmuş nuranî varlıklardı. İki bin yıl boyunca bu kozmoloji içerisinde çalışan, rasat yapan hiçbir astronom, fizikçi gezegenin kütlesi kavramından haberdar değildi, böyle bir gözlemde de bulunmadı. Newtoncu bir bilgin için ise bu soru son derece hayatîdir. Görüldüğü üzere gezegen'in kütlesi kavramını mensup olunan teori yaratmaktadır. Işığın, dolayısıyla Dünyanın esir maddesi içerisindeki hızı Maxvell ve öncesi için son derece önemli bir araştırma alanıydı; Einstein ve sonrası için ise yalnızca anlamsız bir sorudur. Örnekleri çoğaltabiliriz: Dalton için atomlar tranmustasyona sokulamaz; modern nükleer fizikte ise vazgeçilmezdir. Tekrar pahasına, görüldüğü üzere teori kendi nesne alanını yaratmakta; kavramına sahip olunmayan şey görülememektedir. Matematik gibi daha formel bilimlerde de benzer durum söz konusudur: Çinliler M.S. II.. yüzyılda negatif sayıları kullandılar; Hintliler VIII. yüzyılda; İslam matematiği dahil batı dünyasında negatif sayıların kullanımı XVI. yüzyılda ancak gerçekleşti. Çünkü kavramı yoktu, kavramı olmayan şey de yoktu; olmayan şey de kullanılamazdı.
Bilimsel teoriler gibi, her kültürün bakışı da hem vicdanî hem de idrakî dünyasını kurar. Bu nedenle bir bireyin hangi kültür dünyasına ait olduğu hassasiyetleri ve mensubiyetleri gözlemlenerek tespit edilebilir. Bu aidiyette soyut bir dil ve soyut bir din'in tek başına yeterli olduğu sanısı yanlıştır. Çünkü bir kültür yalnızca dili ve dininde değil, topyekün bütün sembolleriyle tecelli eder. Müslüman ve Türkçe konuşan, ancak yabancı bir kültürde yetiştiği için, örnek olarak, yemek yerken, alış-veriş ederken farklı sembolik içerikleri olan davranışlarda ve deyişlerde bulunan bir kişinin çevresindekilerce nasıl algılandığı açık bir örnektir. O kadar ki, bu meyanda kudema bir kişinin kendi kültürünce rüya görmesini bile aidiyet cihetinden son derece önemli kabul eder. Nitekim yerliler, beyaz insanlar karşısında yenilgiyi, kendilerince rüya göremediklerinde kabul etmeye başlamışlardır. Gerçekten de bir kültürün yenilgisinin, kendisine ait bireylerin vicdanî hassasiyetlerinin ve idraki mensubiyetlerinin kaybolmasıyla gerçekleştiği açıktır. Vicdanî hassasiyetler ile idrakî mensubiyetlerin şiddeti bir kültürün zor zamanlarında tezahür eder. Kolay zamanlarda bir kültüre aitmiş gibi davrananlar, o kültürün zor zamanlarında çok çeşitli bahanelerle, meşrulaştırma süreçleriyle o kültürü terkederler. Terk, hassasiyetlerin ve mensubiyetlerin derecesinin zayıflamasından kaynaklanır.
Türkiye'de bir bireyin ne-olduğu, örnek olarak, bu topraklarda bulunan herhangi bir tarihî esere gösterdiği hassasiyetin nesnesine, o nesnenin tarihine, sembolik içeriğine bakılarak tespit edilebilir. Edirne'de Mimar Sinan'ın inşa ettiği köprülere asfalt döküldüğünde, ya da Konya'da Selçuklu çinili camiisi kazma kürek yıkıldığında gösterilen hassasiyetin şiddeti ile bir roma veya bizans eserine karşı gösterilen hassasiyetin şiddeti karşılaştırılarak bu topraklarda yaşayan insanların mensubiyetleri ölçülebilir. Benzer durum farklı pek çok tarihî, dinî, siyasî, vb. sembol için de denenebilir. Ben şahsen, bilimsel sürece, gözlem, varsayım ve deney sürecine uygun olarak uzun süre böyle bir araştırmayı yürüttüm. Sonuç şu: Ya Türkiye'de tek bir millet yok ya da Türkler bir geçmişe sahip olmakla birlikte bir tarihe sahip değiller. Çünkü hemen hemen her konuda, lisanî, dinî, tarihî, siyasî, hatta istikbale ilişkin vicdanî hassasiyetleri ile idraki mensubiyetlerinin işaret ettiği ortak bir aidiyetleri mevcut değil. Elbette benim çıkarımım zor zamanlar için bir öngörü; şimdi ise kolay zaman...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder