İhsan Fazlıoğlu: "Mısdâkı olmayan İslâmcılık" [uzun versiyon]

İhsan Fazlıoğlu: "Mısdâkı olmayan İslâmcılık" [uzun versiyon]

Anlayış Dergisi, (Sayı 83), Mayıs 2010 

Bilim ve Sanat Vakfı'nın, Aksaray'daki eski yerinde, on yılı aşkın öncesi, yirmi-otuz kişilik bir öbek ile İslâm düşünce geleneğinde, Evren'in kökenine ilişkin farklı okulların geliştirdiği fiziksel kuramlar ile bu kuramlardan hareketle üretilen metafizikler(varlık düşüncesi) ve ontolojilerin(var-olan düşüncesi) yapısı üzerinde, bir ders halkası dahilinde sohbet ediyorduk. İlk olarak, Mutezilî düşüncenin, konuyla ilgili farklı üyelerinin fikirlerini de dikkate alarak, görüşlerini özetlediğimde, en arkada oturan bir arkadaşımız, "Bu yaklaşım, hiç de Kur'anî değil!" diyerek mırıldandı. Duymamazlıktan gelerek, Eşarîlerin, Meşşaîlerin ve öteki okulların konuyla ilgili yaklaşımlarını sırayla, yer yer karşılaştırarak sunmaya devam ettim ancak her bir okulun tasvirini tamamladığımda, söz konusu arkadaşımız, aynı yargısını, sesini gittikçe yükselterek, tekrar etmeyi sürdürdü. En sonunda, sunumumu tamamladıktan sonra, "Peki! Şimdi, sen bize bu konunun Kur'anî olanını bir anlat bakalım!"diyerek mukabelede bulununca; arkadaşımız kozmoloji ve fizik başta olmak üzere, tüm kavramları, herşeyi birbirine katıp karıştırarak anlatmaya başladı ve kendisinden emin bir şekilde sözlerini tamamladı. Anlattıklarına tek bir yanıt verdim: "Söylediklerin, hiç Kur'anî değil!"...

"Tanrı, Evren'i yarattı" tümcesi, dinî bir önerme olarak, saf bir sûrettir/mâhiyyettir ve imân etme düzeyinde, yüklemin konuya nisbeti, tüm mensupları tarafından aynı derecede onaylanır. Ancak bu önermeye bir içerik tespit edilmeye, dolasıyla, "Nasıl yarattı?" sorusu sorulmaya ve yanıt verilmeye başlandığında, nisbetin içeriği farklı mısdâklara/referanslara sahip olacağından, istidlâlî aklın yapısı başta olmak üzere, tarihî bağlamın ve kişinin olanakları çerçevesinde değişik görüş açıları ortaya çıkacak; her bir kişi yine kendi açısından, ötekini Kur'anî olmamakla eleştirebilecektir. Dinî uzaydan, mekân-zamanın olanaklarıyla sınırlı uzaya geçildiğinde, boyutlar değişeceğinden, konunun idrâki de doğal olarak, farklılaşacaktır.

Konuya böyle bir giriş yapmamızın amacı, söz konusu soruyu ve yanıtlarını tartışmak değildir. Verilen örnek, muhatabından, tıpkı trafik işaretleri gibi, kendisini değil, kast edilen, işaret edilen eylemi, yönü talep eder. Bu çerçevede, Türkiye'de, en geniş ve renksiz bir deyişle, İslâmcı düşüncenin, kanaatimizce, 1960'tan sonraki en büyük sorunu, yukarıdaki örneğin imlediği gibi, çoğun, farklı makuliyet uzaylarını birbirine karıştırması, daha hafif bir tabirle, birbirine indirgemesidir. Başka bir ifadeyle, İslâmcı söylem, mekân-zamanla çerçevelenmiş uzayda referanslara sahip kavramlar üzerinden yürütülmemekte; tersine dinî uzayın kavramlarının saf mâhiyetleri arasında işlem yapılmakta; ancak yargı, mekân-zaman uzayına mensup olgu ve olaylar üzerine yüklenmektedir. Halbuki mekân-zaman uzayında mâhiyetler değil, o mâhiyetleri içselleştiren bireysel olgu ve olaylar bulunmaktadır. Bu nedenle, İslâmcı düşüncenin nesne-alanı müphem ve muğlak bir özellik kazanmakta, daha da ağırı, nesnesiz, hamurvarî bir dünya üzerinde konuşulmaktadır. Bir masalda bile olgu ve olayların referansları vardır ve tüm söylem, dilin en temel semantik formu, "S, P'dir" yapısı üzerinden yürür. Bir olgu ve olay alanında ontolojik ayrışılırlık ilkesi hüküm sürmedi mi, o olgu ve olaylara ait bilgide de epistemolojik ölçülemezlik ilkesi ortadan kalkar; sonuç saf bir retoriktir. Başka bir deyişle, olgu ve olayların bireyselliğinin ortadan kalktığı, dolayısıyla referansların silikleştiği, nesnesiz bir heyûla üzerinde, dinî uzayın inanmayı talep eden önermelerinin teklif edilmesi kaçınılmazdır. Bu nedenledir ki, Türkiye'deki İslâmcı hareketler çoğun, mensuplarından, mekân-zamandaki önermeler için dahi inanmayı, daha hafif bir deyişle, onaylamayı beklerler; düşünmeyi değil... Bu tavrın sonucu açıktır, dinî uzayın olgu ve olayları bile belirsizleştirilerek, deyiş yerindeyse, üzerleri örtülerek inanç konusu kılınmakta; yüzleşilmemektedir. Çünkü dinî uzaya ait bir olgu ve olayla her yüzleşme, içinde yaşanılan mekân-zamanın olanaklarını dikkate almayı zorunlu kıldığı gibi, daha önceki tarihî tecrübeyi de göz önünde bulundurmayı gerektirir; halbuki, yukarıda tanımladığı biçimiyle, çağdaş İslamcı düşünce büyük oranda tarihsizdir ve tarihten korkar. Öte yandan, "dinî uzaya ait bir olgu ve olay ne kadar belirsiz kılınırsa, o olgu ve olaya inanç o kadar artar" gizli-ilkesi, makuliyetten değil, cehâletten kaynaklanır.

Elbette tarihte, dinî uzaya ait bir olgu ve olaya verilen yanıt, o tarihî bağlamın, mekân-zamanın olanaklarıyla malûldur; yanıtların kendisine bakıp tahkir edeceğine, yanıtın çevrelediği kaygının ve yanıtta tecessüm eden gayretin kendisine saygı gösterilmelidir. Geleneği kutsayanların yanlışı, herhangi bir yanıttaki mekân-zamanın imkânlarını, mümkünlükten zorunluluğa taşımak iken, modernistlerinki bizâtihi tecrübenin kendisini ihmal etmeleridir. Bilinmelidir ki, bugüne ilişkin, retoriğin dışındaki her ciddi yanıt teşebbüsü, tarihî tecrübenin kaderini paylaşacak, gelecekte mekân-zamanın olanakları değişeceğinden, naif kalacaktır. Tarihî tecrübeden mahrum olmak, sanıldığı gibi, yalnızca zaten değişmiş olan içerikle/yanıtla ilgili değildir; bizâtihi tecrübenin içerdiği soru ve biçim ile de ilgilidir. Örnek olarak, herkesin eleştirmeyi marifet saydığı İbn Arabî düşüncesinin, dürüstçe söylemem gerekirse, neyi çözmeye çalıştığını, açıklayan değil, imâ eden bir çalışmayı şimdiye değin okumadım. Yanıta -ki tarihte verilmiş her yanıt, olumlu ya da olumsuz, eşit muameleye layıktır- takılıp kalanların, soru/ları gözden kaçırmaları ve bu soru/ları çözmek için gösterilen gayreti tahfif ve bu gayreti gösteren onlarca büyük adı tahkir etmeleri kaçınılmazdır. Bu düşüncenin bazıları tarafından, mekân-zaman olanaklarının dışında, idealize edildiği bir itiraz sadedinde ileri sürülse bile, bilinmelidir ki, kişi, başkalarının yanlışını tespit ederek kendi doğrusunu savunamaz.

Hiç kimse, "X konudaki Kur'anî olan nedir?" sorusu için, eğer, mekân-zamanın olanakları çerçevesinde bir yanıt verirse, verdiği yanıtın meta/üst-bir-dile ait olduğunu iddia edemez. İbn Heysem'in bin yıl önceden dediği gibi, böyle bir iddia bırakınız dinî uzayı, somut maddî dünyanın nesne-alanı için geliştirilen ilmî kuramlar için bile geçerli değildir. Bu durum Nasreddin Hoca'nın saz çalarken parmaklarını teller üzerinde gezdirmemesini, "tüm ozanların kendisinin bulduğu yeri aradığını söylemesine" benzer. Böyle bir iddiada bulunmak, tüm tarihî tecrübeyi mahkum etmek ve üst-bir-dili keşfettiğini söylemek, en hafif tabirle, kibir ve densizliktir. Değilse, Nasreddin Hoca'nın fıkrasındaki gibi bir şakadır ve kişisel kanım odur ki, özellikle 1960'tan sonra Türkiye'de gelişen, yukarıda betimlenen özellikleri haiz İslamcı düşünce bir şakadır.

İnsanlık üzerine aklî çerçevede metafizik, insan üzerine ontolojik konuşabilir, mantıkî seviyede yargılarda bulunabilirsiniz; ancak mekân-zamanın olanakları içinde var-olan kişi için, tarihî bağlama gitmek zorundasınızdır. Düşünce, metazifik-ontoloji-mantık ile kurulabilir ancak hayat, siyâsetle yönetilir. Burada belki tek ölçüt, hayata ilişkin siyâsetin, makuliyetini inşâ eden hakikate tâbi olmasını elden geldiğince sağlamaktır.

Şimdiye değin söylenilenlerden, gelenekselciler(geleceği olmayan bir geçmişi yaşayanlar) ile modernistler(geçmişi olmayan bir gelecekte yaşayanlar) arasında orta-bir-yol teklif edildiği çıkarılmamalıdır. Kanımca, genellikle, orta-yol teklifleri sahtekârlık, hilekârlık, daha hafif bir deyişle, tembelliktir. Teklif edilen, tarihî sürekliliktir; geçmişi, şimdisi ve yarını olan, bir arayış, bir akış, bir inşâ ediştir; İbn Nefis'in dediği gibi, ne eski, eski olduğu ne de yeni, yeni olduğu için bizâtihi değerli olmaz; yalnızca hakikat ve hayra ne kadar denk düştüğü, bir düşünce ve eylemi değerli kılar. Ancak ne acıdır ki, günümüz Türkiye'sindeki dinî hassasiyeti yüksek kesimler, muhafazakârlar, İslamcılar, milliyetçiler, -her ne ad verilirse verilsin-, tarihlerini yüklenmek için bırakınız bir perspektife sahip olmayı, sahih bir niyet ve donanıma, hatta etik bir tavra bile, çoğun, sahip değiller.

Son söz: Müslümanları sevemeyenler, İslâmcılığa sığınırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts