Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: "Henüz işin başında bile değiliz!"

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu'nun Uluslararası Taşköprülüzade Sempozyumu'nun kapanışında yapmış olduğu konuşmasını istifadenize sunuyorum. Hocamızın konuşmasının sonunda anlatmış olduğu Prof. Dr. Mehmet Genç hocamız hakkındaki anekdot ve konuşmanın dökümünü aşağıdan okuyabilirsiniz. Yararlı olması dilekleriyle...

Muhammet Negiz


Sayın Hocalarım, 
Değerli Arkadaşlar,
Değerli Katılımcılar...

Ömer hocam, bu sempozyumdan hareket ederek, genel bir çerçeve çizdi. Ben de bu genel çerçeveyi biraz daha özelleştirerek, bu yaptığımız sempozyumdan neler hasıl oldu, nelere dikkat etmemiz gerekir, onlarla ilgili birkaç tespitimi paylaşayım...Böylece kapanış oturumunu da bitirmiş olalım.

Şimdi, insanoğlu -bildiğiniz gibi- anlamlandıran bir varlıktır. Bir şeyi anlamlandırabilmemiz için onu anlamamız lazım. Anlamamız için de onu açıklamamız ve çözümlememiz lazım. Bir şeyi açıklamak ve çözümlemek için de  nesnesine gitmemiz lazım. Bu güne kadar, Osmanlı dönemi, Selçuklu dönemi düşüncesine ilişkin yapılan açıklamaların çözümlemeleri büyük oranda nesnesizdir. Nesnesiz olduğu için de anlama ve anlamlandırma özürlüdür. Alışılmış, bilinen, politik, ideolojik enstrümanların dayatılması şeklinde cereyan etmiştir. "Şu var", "bu var" demeden, -bizim uzun bir süre, beş yıllık bir süre, üç yılı çok aktif olarak devam eden bir sürede ortaya koyduğumuz gibi- daha önce Ömer hocaların İLEM'in desteklediği "Ahlak Eserleri Projesi" gibi doğrudan nesneye gitmemiz lazım. 

Bilgi, bir "şey"in bilgisidir. "Şey" yoksa, bilgi olmaz. Dolayısıyla, bizim artık konuşmaktan çok, savunmaktan çok, insanlarla başkalarının hakkımızda söylediklerini tashih edip vakit kaybetmekten çok, kendi doğrularımızı ortaya koymamız lazım. Başkalarının yanlışlarını tashih etmekle uğraşmamamız gerekiyor. Bunun için de nesnemize gideceğiz. Burada yaptığımız gibi. Bu bir...

İkincisi... 

Bakınız. Bir lokantaya gidiyorsunuz. Önünüze yemek geliyor. Hiç bir zaman, o yemeği yerken siz nerede hazırlandığını, bu malzemenin nerelerde yetiştiği konusunda bir şey düşünmüyorsunuz değil mi? Bu sempozyum da öyledir. 

Şimdi, Osmanlı düşüncesi, herhangi bir düşünceyi incelerken de böyledir. Şimdi, burada ben iki buçuk günde dinlediğimde, en önemli problemlerden bir tanesi, sunum yapan arkadaşlarımızın çoğunun dönem bilgisinin eksik olduğunu müşahede ettim. Madde olmadan mana olmaz. Politik, ekonomik -efendim- hatta kişisel psikolojilere kadar dönem bilgisine ihtiyacımız var. Bu düşünceler, hiçbir zaman ezbere üretilmiyor. 

Bakın... 

Biz bu sempozyumu yaparken bile, beş paydaş bir araya geldik. Paraya ihtiyaç var. Maddeye ihtiyaç var. Yani, herhangi bir düşüncenin üretilmesi, bir Taşköprülüzade'nin yetişmesi, kolay değil. Yani, hep diyoruz ya, bir gülün var olabilmesi için evrenin var olması lazım. Bir Taşköprülüzade'nin olabilmesi için asgari şartlar nedir? 

Hiç düşündük mü?

Kolay bir iş değil... Dolayısıyla, dönem bilgisi, dönemin koşulları, maddi-manevi koşullarını ciddi bir şekilde ele almamız gerekiyor. 

İkincisi...

Yine psikolojik olarak, şimdi, diyelim ki... Carl Schmitt üzerine konuşan bir arkadaşımız burada olsa, dikkatle dinleriz. Mesela, Carl Schmitt'e göre, "yasanın kaynağı" kilisedir. Bunun üzerine konuşuyor insanlar... Hiç kimse ayıplamaz... Ben bununla ilgili, Batı felsefesi ile ilgili yapılan toplantılara çok katıldım. Ama, -diyelim- Taşköprülüzade, yasanın kaynağının şeriat olduğunu söylediğinde hemen "ya şimdi, dini şeylere girmesek...". 

Niye   Carl Schmitt, "kilise" dediğinde güzel oluyor da, Taşköprülüzade -ki Carl Schmitt, 20. yüzyılın adamı, Taşköprülüzade 16. yüzyılın adamı..." niye olmasın? Dolayısıyla, meselemiz, her zaman söylediğim şeylerden biri; "Psikolojik kayma". Bizim psikolojik ayarlarımızda bir bozukluk var. Kendi kültürümüze, kendi kültür kavramlarımıza bakarken biraz da psikolojik eziklik hissediyoruz. 

Hegel'in Geist'ını anlatırken, kimse demiyor ki "ne diyor bu adam ya?". Geist, gelmiş. Şöyle olmuş... Böyle olmuş... Ama diyelim ki, Taşköprülüzade'nin "Esma" konusunu anlatırken, "ya bunlar çok edebiyat!" 

Şimdi, bakın, tekrar ediyorum. Hegel'in öldüğü tarih belli; 19. yüzyılın ilk yarısı. Taşköprülüzade, 16. yüzyılda yaşadı. Dolayısıyla, şu psikolojik bariyeri... engeli... Psikolojik özürlüyüz biz. Bu psikolojik özrü gidermemiz lazım...

Kendi kültür kodlarımızı, elbette kendi tarihsel dönemini dikkate alarak, -olduğu gibi bugüne aktarıp, alkışlayarak ya da söverek değil-, elbette analiz ederek, çözümleyerek ama onunla irtibat kurarken bu psikolojik engelden kurtulmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bunu aralarda yaptığımız konuşmalarda ben müşahede ettim açıkçası. Onun için rahat olun. Bu bizim kültürümüz... İyisiyle, kötüsüyle... Varı "yok", yoku "var" göstermeden; belirli yöntemler dahilinde bu mirasla yüzleşmemiz lazım...

Heidegger'in dediği gibi... "Bir düşünceyi dönüşüme uğratmak istiyorsanız, köklerine geri gitmeniz lazım." Beğenmiyorsak bile bunu bilmemiz gerekiyor. Hastalığın tedavisi, hastalığın bilgisinden geçer. Yani, kanser kötüdür diye, kansere küfrederek kanseri iyileştiremezsiniz. 
Eğer siz bu kültürü sorunlu görüyorsanız, o kültürü yine bilmeniz gerekiyor. Genel kalıplardan -Ömer hocanın ifade ettiği gibi- hem döneme ilişkin, hem de o dönemdeki kültürel faaliyetlere ilişkin genel yargılardan vazgeçmemiz gerekiyor. Nesnemizle muhatap olarak...Şüphesiz.

Şimdi, daha özele inersek... 

Bu dönemin en önemli özelliklerinden bir tanesinin üzerinde uzun uzun durduk. Yenilenme dönemi dediğimizde, yeniden başlattığımız matematik bilimlerde "tahrir" ve mantık bilimlerde "tahkik" dediğimiz geleneğin devamıdır Osmanlı düşünce geleneği... 

Bu geleneğin bütünün dikkate alarak, ancak 16. yüzyıl, 17. yüzyıl, 18. yüzyılda yaşamış bir düşünürü anlayabiliriz. Osmanlı düşünce geleneği, Milattan önce 3000'de başlayan Akdeniz kültürünün doğal bir devamıdır. İslam'dan daha büyük bir ölçekte... 

Yani, diyelim ki siz, Fatih Sultan Mehmet ya da Kanuni Sultan Süleyman'a sunulmuş bir zihci (?) anlamak için, Babil sayı sistemini bilmeniz lazım. 60 tabanlı sayı sistemini... Yapacak başka bir şey yok! Bu kadar büyük bir terkiptir!

Buradaki terkibi, felsefi anlamda bir tevfik olarak olarak anlatmıyorum Büyük bir kültürün terkibi... Yani, diyelim ki, Osmanlı Takiyüddin optik kitabını anlamak için siz ta Optides'e, Batlamyus'a, Aristoteles'e gitmeniz gerekiyor. Dolayısıyla, çok büyük bir ölçekte... Bunlar, zor bir iş de değil arkadaşlar! Yani, yavaş yavaş bunlar yapılacak şeylerdir. O açıdan, ben buna "tarihi epistomoloji" diyorum. Yani, bilgi teorisi, o dönemde herhangi bir alanın bilgisiyle ilgilenmek bir tür tarihsel bilgiye geri gitmekle mümkündür... 

Bakın... Siz de müşahede ettiniz. Hangi konuyu alırsanız alın, geriden başlamak zorundasınız. Bu bildiğimiz konu... Bir de işin içine Helenistik dönem, Yunan, Mısır, Mezopotamya girdiğiniz zaman, ona da aşinaysanız, kendinizi tutamıyorsunuz oraya da giriyorsunuz. Taşköprülüzade'ye gelene kadar epey vakit geçiyor. Değil mi? 

Bu gayet doğaldır. Şaşırtıcı bir şey değil. Çünkü, büyük bir terkip olması onu gerektiriyor. Dolayısıyla, bu tarihsel epistemolojiye metin çalışmaları esnasında dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü tarihsel epistemolojiyle  iş gören düşünce hareketlerinin en önemli özelliği, paradigmanın uçlarında gezip dolaşmasıdır. Paradigmanın... Artık, Taşköprülüzade'nin yazdığı eserlere baktığımız zaman, o paradigmanın, o üretimin en ince konularında ve en ayrıntılı fikirlerin geliştirildiği -işte- vücudu zihni nedir, mutlak tanım mümkün müdür, meçhul-u mutlak nedir gibi... Ve bunlar, büyük oranda da makalelerle, risalelerle ifade ediliyor. Şüphesiz. 

Yine... Ömer Hoca'nın ifade ettiği gibi... Özgüvenin çok yüksek olduğu düşünürler bu insanlar. "Devlet-i ebed müddet"  fikrini geliştiği dönemdeyiz. 1510'lardan itibaren Osmanlılar'da bir "Devlet-i ebed müddet" , "nizam-ı alem" fikri gelişiyor. Ondan önce yok. O açıdan, son derece özgüveni yüksek düşünürler var. Bu özgüveni anlayabilmek için de şüphesiz dönemin politik organizasyonunu, yani politik ruhunu anlamamız lazım.

Bakın 1550'de Nevi diyor ki; "Ey Arap şairler! Ey Farisi şairler! Gelin, benden şiir öğrenin!" Halbuki bir yüzyıl önce orayı taklit ediyorlardı. Fars şiirini taklit ediyorlardı. Arap şiirini taklit ediyorlardı. Gayet doğal. Çünkü kültür, yavaş yavaş kendi özgüvenini kazanır. Dolayısıyla, buna da dikkat edilmesi gerekir diye düşünüyorum. 

Şimdi, bütün bunları yaparken yalnız, bir şeye dikkat edip tamamlayacağım. Hemen parça üzerine konuşurken, bütün hakkında bir fikrimizin olması lazım. Bütün fikri, parçanın bilgisini hem mümkün kılıyor, hem de ona bir meşruiyet veriyor. Özellikle bilim teorisi, sosyal bilim teorisi, bir medeniyet teorisine sahip olmadan bu tür metinlerle ilgilenmek de metinlerin kendi çizdiği, oluşturduğu çevreye mahkum kalmak ve onu anlamaktan çok tasvir etmekle eş değer o zaman. Onun için genç arkadaşlardan ricam...  Benim yaşım geçti... Elliyi devirdik. Ama genç arkadaşlarım, lütfen... Elbette biz medeniyetle ilgilenelim ama şu anda canlı olan, üretken olan bir medeniyetle muhatabız. Yaşayan bir medeniyet... Ve bütün pedagojik formasyonumuz bu medeniyetin içerisinden devşiriliyor...

Sosyal bilim teorileriyle, çağdaş sosyal bilim teorileriyle, tarih felsefeleriyle, medeniyet teorileriyle sıkı bir ilişkimizin olması lazım. Aksi takdirde, basit bir tasvir üzerinde kalırız. Burada Mehmet Özturan da sunumunda işaret etmişti. Bu açıdan, sadece Taşköprülüzade çalışarak, sadece -efendim- İbni Kemal çalışarak bu meseleleri tek başına çözmemiz  mümkün değil. Günümüz bunu aktarabilmemiz için şüphesiz bir bütün fikrine de sahip olmamız gerekir.

Son olarak, (beklenen konuşmacının gelmesinden kasıtla) artık suyu görünce teyemmüm bozulur... Hoşgeldin İbrahim hocam. Son olarak, bir cümleye, bir anekdota atıf yapıp, bitirip işi sahibine devredeceğim. 

Mehmet Genç Hoca'nın 60. meslek yıldönümü dolayısıyla bir toplantı yapılmıştı. Kendisi şöyle bir giriş yaptı. Dedi ki; "Ben seksen yaşına geldim. Altmış yıldır Osmanlı tarihiyle ve iktisat tarihiyle uğraşıyorum. Dersiniz ki; 'Altmış yıl sonra ne öğrendin? Neye vardın?' Henüz başlamamışım bile."

Dolayısıyla, Ömer Hocamın da işaret ettiği gibi rehavete kapılmayalım. Yani, bir-iki tane metin yayınladık diye... İşin başında bile değiliz. Hem genel anlamıyla İslam düşüncesinin, hem özel anlamda Selçuklu-Osmanlı düşüncesinin daha envanteri çıkmadı arkadaşlar! 

Emin olun. En yakın dönem olan 18. yüzyıl üzerine çalışırken fark ettim. Dökümüne sahip değiliz. Yani, Gelenbevî ne yazdı? Dârendevî Mehmet Efendi ne yazdı? Esad Yanyevi ne yazdı? Birkaç yüksek lisans, doktora çalışmasıyla bunlar çözülecek işler değil. Biraz önce söyledim. Bilgi, bir "şey"in bilgisidir. "Şey"e sahip olmadan, bilgi üretemeyiz. Sadece övgü ve sövgü ile iş yaparız.

Prof. Dr. Ömer Türker:Yüzyıllardır isim bile yok elimizde. 

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: İsim bile yok. En azından yaygın kültürde yok. 

Prof. Dr. Ömer Türker: Evet.

Dolayısıyla, yapılması gereken en önemli şeylerden biri, "henüz işin başında olduğumuzun idraki, yüksek bir bilinç, ayıklık ve yakaza hali ve bu dönemin güçlü bir envanterini, ayrıntılı bir envanterinin çıkarılmasıdır" diyorum ve bu kapanış oturumunu nihayetlendiriyorum. 

DİPNOTLAR:

Carl Schmitt, Alman hukukçu, Katolik filozof, siyaset kuramcısı ve hukuk profesörü. Babası küçük bir iş adamı olan Schmitt, Plettenberg, Vestfalya'da Katolik Alman bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Vikipedi

Martin Heidegger, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof. Vikipedi

Taşköprülüzade için linke tıklayınız.

Gelenbevî için linke tıklayınız.

Esad Yanyevi için linke tıklayınız. 

Dârendevî Mehmet Efendi ile ilgili dönem için linke tıklayınız. 

Mehmet Genç, Türk tarihçi. Osmanlı iktisat tarihi üzerine yaptığı çalışmalar ile tanınmaktadır. 1956'da başladığı doktorasını ancak 40 yıl sonra 1996'da tamamlayabilmiştir. Vikipedi

NOT:

Konuşmanın transkripsiyon işlemi Muhammet Negiz tarafından yerine getirilmiştir. Hata ve düzeltme uyarıları için mnergiz@live.com e-posta adresinden yararlanabilirsiniz. Saygılarımla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts