İhsan Fazlıoğlu: "Nizam-ı âlem kavramından ne anlıyorsunuz?"
(Söyleşi)
'Nizam-ı âlem' terkibini duyunca ilk elde aklıma iki şey gelir. Birincisi maddî âlem ve bu âleme içkin olan ilâhî düzen; ikincisi ise köklerini insanda bulan sosyal gerçeklik, başka bir deyişle ictimaî düzen... Birinci anlamdaki nizam-ı âlem kavramı, kısaca dendikte, bir bütün olarak haricî dünyanın bilgisini mümkün kılan bir kabuldür ve dış-dünyaya ilişkin yapıp etmelerimizin temelinde yer alan en önemli ilkedir. İkinci anlamdaki nizam-ı âlem kavramı ise öncelikle insana delalet eder. Çünkü ictimaî nizam varlığını, köklerini insan aklında bulan ve meşruiyetini insanın sahip olduğu değer dünyasından alan insan eylemlerinde bulur. Başka bir deyişle ictimaî nizam insanın eylemelerinin, eylemlerinin aile, toplum, devlet, vb... şekillerdeki cisimleşmiş, maddî gerçeklik kazanmış tezahürleridir. Bu deyişleri dikkate alarak, bahse konu olan nizam-ı âlem kavramını, tarihî köklerini de göz önünde bulundururak, şu şekilde tanımlayabiliriz: Kaynağını insanda bulan meşruiyetini ise mensup olunan din ya da dinleşmiş idolojilerden alan, evrene adalet ve bilgiye dayalı bir düzen kazandırma idealinin, ülküsünün adıdır.
Kendinden kaçan bir medeniyetin mensupları olarak Türkler nizam-ı âlem anlayışını ne zaman yitirdi?
Selçuklu-Osmanlı çizgisindeki Türkler nizam-ı âlem anlayışını bir fikir olarak kaybetmiş değildir. Öyle olsaydı bu konu üzerinde konuşuyor olmazdık. Çünkü Türkler kendi içerisinde çürüyerek, atılım gücünü kaybederek, kısaca iddialarını terkederek yıkılmış bir millet değildir. Türkler karşı-hakikatin mensupları tarafından -şimdilik- yenilmişlerdir. Bu yenilgi neticesinde maddî vatanı kurtarmak için manevî vatan yani tarih tırnak içerisine alınmıştır; ancak muhafaza edilmektedir. Şunu açıkça söylemek gerekir: Türk batılılaşması sahip olduğumuz imkanlar çerçevesinde varlığımızı idame ettirmek için galip güçlere söylenmiş bir yalandı. Ancak bu yalan içerisinde yetişen nesillerin, süreç içerisinde bu yalanı hakikat zannetmeye başlamaları tamiri zor yaralar, boşluklar doğurmaya başladı. Kısaca sorun söylenen yalanın hakikat zannedilmeye başlamasından kaynaklanıyor. Bunun nedeni yakın tarihin bilgisinin eksikliği gibi. Çünkü belli bir hedef için söylenen taktik yalan cahillerin elinde önce stratejik yalana sonrada hakikate dönüşür.
"Kendinden kaçan bir medeniyetin mensupları" şeklinde dile getirdiğiniz sıfat cümlesine gelince, hemen şunu söylemeliyim: Türk tarihi çit içerisine alınmış, kenarlarına duvar örülmüş bir tarihtir. İsteseniz de içeri giremezsiniz. Malumat seviyesinde Selçuklu-Osmanlı Türk tarihinden haberdar olmayı kasdetmiyorum;. bu tarihi yönlendiren 'ruhu' kasdediyorum. Bu ruh, akıl ile bilgi ve bu ikisinin sentezi olan adalettir. Bu bir misyondur; bu misyon teolojik ve ahlakî meşruiyetini İslâm'dan alır ve büyük oranda kapitalist sömürgeci dünya sisteminin yükselişine karşı geliştirilmiştir. En nihayetinde yenildiği güç bu güçtür. Galip güç elbette kendisini önce yenen, sınırlandıran, geciktiren, en azından uğraştıran ruhu, ilkeleri hapsedecektir. Bırakınız Selçuklu-Osmanlı çizgisini, İstiklal/Kurtuluş Savaşı'nı yönlendiren ruh bile bugün kısık sesle dillendiriliyor. Çünkü Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ruh Selçuklu-Osmanlı ruhunun doğal devamıdır; bu ruh Oğuz-Türkmen ruhudur.
Şimdiye kadar söylediklerinizden anladığım kadarıyla Osmanlılar'ın tarih sahnesinden çekilmesiyle bir kırılma yaşayan Türkler hala insanlığa yeni bir 'medeniyyet tasavvuru' armağan etme gücüne sahiptirler; böyle diyebilir miyiz?
Evet, diyebiliriz. Çünkü herşeyden önce tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır. Tarihî akış içerisinde Türkler, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, değişik Beylikler ve nihayet Osmanlılar olarak tezahür etmişlerdir. Bu adlar cevherin değil tezahürün adlarıdır. Günümüzde bu tezahür Türkiye Cumhuriye'tidir. İleride başka bir ad olabilir. Burada önemli olan 'mülk ü millet' ile 'din ü devlet'in devamlılığını sağlamaktır. Zira esas olan cevherdir; arazlar değil. Kanımca yaşanan sürece 'kırılma' değil 'çekilme' demeliyiz. Eğer Kurtuluş Savaşı'nı yapmasaydık, buna kalkışmasaydık, ya da yenilseydik, ondan sonra ortaya çıkacak duruma, -sizin de dediğiniz gibi- kırılma diyebilirdik.
İsterseniz ne demek istediğimi daha iyi izah edebilmek için biraz geriye gidelim. Sultan III. Murad döneminde bir Osmanlı bürokratı Batı Avrupa'nın yeni coğrafi keşiflerini Osmanlının arkadan kuşatılması olarak yorumlar. Lale devrinde Sultan'a sunulan diyalog tarzındaki bir lahiyada geçen Osmanlı subayı ile Avrupalı subayın konuşmaları ve diğer başka örnekler esas itibariyle Osmanlıların yükselen sömürgeci kapitalizmin muhtevasını iyi bildiklerini, anladıklarını gösteriyor. Buna rağmen Osmanlılar kendi ilkelerinden yani misyonlarından vazgeçmiyorlar; yaygın bir tabirle vuruşa vuruşa geri çekiliyorlar. Çünkü her medeniyetin bir niyeti vardır; ve medeniyetler bu niyetlerini gerçekleştirmek için vardırlar. Kanımca biz Türkler bizi-biz-kılan bu niyetten vazgeçmiş değiliz; yalnızca geri çekildik. Bu geri çekilmenin gereğini yapıyor muyuz? Zannımca seviye çok düşük; ama yine de ümitvarım.
Ümidinize eşlik ederek şöyle bir soruyla devam etmek istiyorum: Batılı bilincin anlam haritasında yerleşik kadim Türk imgesinin sınırları nedir?
Selçuklu-Osmanlı çizgisi Batı Avrupa için önce 'korku'dur; korkunun kaynağıdır. Daha sonra 'engel'dir. Şimdilerde ise, özellikle geçmişini, tarihini ne yapacaklarını bilemedikleri 'sorun'dur. Kısaca, İsmet Özel'den öğrendiğimize göre, 'konuşulamayan', bu nedenle 'konuşulabilir' hale getirilmeye çalışılan bir 'varlık'tır. Daha önce muhtelif yerlerde yayımlanan yazılarımda da ifade ettiğim gibi Batı Avrupalı bir insanı kazıyın altından Türk çıkar. Ne anlamda Türk; karşı/öteki-değer anlamında. Batı Avrupalı ve maiyeti kendini Türk'e göre konumlandırmış ve ona göre tanımlamıştır. Kısaca kendisini, kişiliğini Türk'ü dikkate alarak oluşturmuş, inşa etmiştir. Bu tarihî bir hakikattir; nazarî bir iddia değil. Günümüzde nasıl ki bir Filistinli kendisini İsraillilere karşı olmak bakımından inşa ediyorsa, bu bir piskoz halini almışsa... O gün için de durum böyle... Ya da bugün pek çok insan nasıl kendisini Amerika emperyalizmine karşı, onu merkeze alarak oluşturuyorsa... Sınırlarına gelince, burada Postel'in deyişini hatırlamalıyız: Türkler önce 'ikna' edilmeli, direnirlerse 'icbar' edilmeli, karşı çıkarlarsa 'imha' edilmeli... Bunu başka uluslara yaptılar; güçleri yettiğinde bize de yapabilirler. Demek istediğim bu işin sınırı 'imha'ya kadar gidebilir. Nitekim 11 Eylül saldırısı olduğunda ABD'de idim; olayın akabinde bulunduğum Üniversite'de öğrencilerin çıkardığı gazetede tüm müslüman ülkelerin başkentlerine nükleer bomba atılması, ileri gelen tüm siyasî ve fikri önderlerin öldürülmesi teklif edilmişti. Dikkat edilsin bu teklifi yapan genç öğrenciler... Şartlar uygun olsun bunu yaparlar; daha önce yaptıkları gibi... Çünkü onları kayıtlayan hiç bir dinî, ahlakî ilke yok. Çünkü onlar insanlık için akıl ve bilgiye dayalı bir adaleti, kısaca nizamı öngörmüyorlar; istedikleri kendi halklarının saadeti. Diğer insanlara şekavet veriyorlar; bundan dolayı da 'savaşçı' değiller şakîler yani sömürgeciler, eşkiyalık yapıyorlar yani sömürüyorlar.
Batının süreç içerisinde ürettiği 'öteki'den korkma, 'farklı-olan'ı dışlama saplantısının kökeni nedir?
Yukarıda dile getirdiğim gibi bunun nedeni haksız olmanın, kendi temsil ettiği hakikate, hakikatlere güvenmemenin verdiği 'korku'dur. Ancak burada korkulan 'öteki'nin hakikati temsil etmesi gerekir. Nitekim Batı Çin'den korkmaz; çünkü Çin'in evrensel bir hakikati temsil iddiası yoktur. Temsil ettiği hakikate güvenmeyen, kısaca kendisine güvenmeyen yaşamak için bir düşmana, ötekine ihtiyaç duyar. Batı varolmak için, varlığını sürdürmek için düşmana muhtaçtır.
Son olarak şunu sormak istiyorum: Tüm bu olup bitenleri idrak için bir 'millî bilinç' yoksunluğu sözkonusu; bu nasıl aşılabilir?
'Millî bilinç yoksunluğu' doğru bir tespittir. Ancak bu 'yoksunluk' yalnızca 'farkında-olmak' şeklinde anlaşılmamalı. Çünkü bunun farkında olan, hatta bu konuda iddia sahibi olan kişiler bile çoğun bu millî bilinçten yoksun olabiliyorlar; çünkü iş retoriğe boğulmaktadır. Çözüm herşeyden önce aklın millileştirilmesi, Türkleştirilmesidir. Bu Türk tarihine geri dönüş anlamına gelir. Yani öncelikle varlığımızı borçlu olduğumuz tarihi idrak etmeliyiz. Tarih bir yönüyle akıldır; çünkü akıl bir yönüyle tarihîdir. Çözüm tarihtedir. Biz tarihinden geri kalmış bir millet haline geldiğimiz için sorun yaşıyoruz. Biz felsefileşmiş bir millettik yani neyi nasıl ve niçin yaptığını bilen bir milletik. Bu idrak kül halinde mevcuttur -yoksa bu konuları konuşamazdık- ancak bu külü tekrar tutuşturmalıyız. Bu da akıl ve bilgiyle olur. Akıl ve bilgiyle yol almayan kişi -ve milletler- iyi niyet sahibi olsa bile en nihayetinde yok-olurlar. Şu unutulmamalıdır: 1774 tarihinden bu yana millet olarak yaşadıklarımız gündüzün başına gelse gece olurdu. Biz ise millet olarak aydınlığımızı korumayı bildik. Bunun en muhteşem şahidi İstiklal Savaşı'dır. O aydınlığı besleyecek aklı ve bilgiyi devreye sokmalıyız. Bunun için öncelikle kendi gettolarında tek-tip düşünen 'kabile' kafasını bırakıp tüm vatan sathında çok yönlü ve farklı düşünen 'millet' kafasıyla iş görmeye başlamalıyız. Gerisi kendiliğinden gelir.
Kaynak:
"Türk batılılaşması galip güçlere karşı söylenmiş bir yalandır", Hür Gelecek (Haftalık siyasi gazete, S. 91, 24 Ekim 2003, s. 8-9.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder