İhsan Fazlıoğlu: "Devlet'in ayıklığında uyumak!"

İhsan Fazlıoğlu: "Devlet'in ayıklığında uyumak!"


Anlayış Dergisi
(Sayı 51)
Eylül 2007

XV. yüzyılın ikinci yarısının önemli bilginlerinden İzârî Çelebî, Sultan II. Bayezid'e sunduğu bir eserinin dibâcesinde, dönemi tasvir ederken şöyle bir deyim kullanır: "İnsanlar, devlet'inin ayıklığında uyurlar" [en-Nasu yenamune fi yaqazati devlitihi]. Devlet'in ayıklığında uyumak ne demektir? Bu tümce üzerinde düşünürken, ister istemez Kanunî Sultan Süleyman döneminde cereyan ettiği söylenen bir hadiseyi hatırladım: Halka açık bir görüşmede yaşlı bir kadın, Sultan'a yaklaşarak, atalarından kalan, manevî değeri çok yüksek antika saatinin gece evine giren hırsız tarafından bizzat yatak odasından çalındığını söyler. Sultan, gece yarısı hırsızın evin en mahrem yerine, yatak odasına girerek saati çalmasını yadırgar ve "Ne derin bir uykunuz varmış ki, hırsızın eve girdiğini, yatak odanıza sızdığını ve saati çaldığını fark edememişsiniz! Böyle derin uyunur mu?" Yaşlı kadının yanıtı çarpıcıdır: "Biz devletimizi uyanık bildiğimiz için derin uyuyorduk Sultanım." Evet, tekrar pahasına soralım: Devlet'in uyanıklığında uyumak ne demektir?
Evren'de olduğu gibi insanın da temel arayışı sükûnettir. Türkçemizde kullanmaya devam ettiğimiz, "sakin olmak", "iskân etmek", "mesken sahibi olmak", "meskûn bölge" gibi deyişlerde geçen tüm sözcüklerin ortak kökü s-k-n'dir; amaç hareketten kurtulup sükûnete ermek, durulmaktır. Yine Türkçemizde kullanılan "yer tutmak", "yurt tutmak", "il tutmak" deyişlerinde geçen tut-mak da benzer bir çağrışıma sahiptir. Kişioğlu, tarihî kayıtlara göre, ancak ve ancak yaşama korkusu'ndan uzak bulunduğu yerde dikilir (ikâmet etmek), hareketten çekilir. İlk şehir devletlerinden itibaren, insanın amacı, maddî ve manevî gereksinimlerini azamî düzeyde karşılamak, maddî ve manevî emniyetini sağlamak, maddî korku ve manevî kaygıdan uzak durmaktır. Vücûdu/varlığı çığlık atan bir insan, onu susturmak için sükûneti (durulmayı) değil hareketi seçer ve vücûdunu susturmak için her türlü tehlikeyi (bulanıklığı) göze alır. Şimdiye değin söylenenler şöyle özetlenebilir: Bir yer'de ikâmet etmek/dikilmek o yerde sükûnete ermek demektir; dolayısıyla ancak mukim olan/dikilen, sakin'dir. Öyleyse hemen şu soru sorulabilir: İnsan ne zaman bir yerde mukim/sakin olur? Bu sorunun yanıtı açıktır: "Yarını ön-gördüğü zaman." Başka bir deyişle, kişioğlu, maddî ve manevî açıdan hayatı ön-gördüğü yerde mukim olur, sakin kalır. Bu çıkarıma da bir soru sorabiliriz: Ön-görülebilirlik nasıl bir yerde ortaya çıkar ya da insan, nasıl bir ortamda hayatı ön-görebilir?
Ön-görülebilir bir hayat, tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icra'sının bulunduğu yerde ortaya çıkar. Hukuk ve icrası uzun bir tarihî geçmişe, gelişime sahiptir. Bu nedenle, konuyu temellendirmek için tarihî bir gezinti yapmak zorundayız: Yer tutan, sakinleşen, dolayısıyla şehirleşen insanlar arasındaki ilişki üç temel kurum üzerinden yürümüştür. İlk kurum tapınak'tır. Tapınak, ilk şehir Uruk'ta görüldüğü üzere, hem hakikati hem siyaseti hem de ticareti elinde tutmuştur. Zamanla, değişik nedenlerle, konak ortaya çıkmış, siyasî irade tapınağın karşısında bağımsızlaşmıştır. Tapınak ile konak arasında, toplumun ürettiği artı-değer'in denetlenmesi ve dağıtılması hususunda bir çatışma baş göstermiş, pazar icat edilerek bu çatışma aşılmıştır.
Konuya devam etmeden çıkma kabilinden şu noktaya işaret edilmelidir: Yukarıdaki denklemdeki üç değişkenden herhangi birisine ağırlık vermek, toplumlar için farklı tarihî maceralar yaratmıştır. Örnek olarak, İbranîler, tarih boyunca tapınak ağırlıklı örgütlenen bir toplum olmuşlardır. M.Ö. 2000'lerde Ur'u terk eden Hz. İbrahim'in babası ya da amcası Azer'in bir tapınak rahibi olduğu dikkate alınırsa, İbranî kültüründeki tapınak (mabed) vurgusunun kökeni rahatlıkla tespit edilebilir. Bu nedenle, İbranîler büyük oranda din-adamı ağırlıklı, devletsiz, hanedansız bir tarihe sahiptirler. Nitekim tarihte bir hanedan yaratmaya kalkışmaları da bölünmelerine neden olmuştur. Günümüzde bile Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa çabası bu kültürel tarihî arka-planla ilgilidir. Büyük oranda siyasete ağırlık veren Türkler ise, İbranîlerin tersine hep devlet olmayı başarmış, ancak sürekliliği olan dinî ve ilmî bir önderlik geleneği inşa edememişlerdir. Fenikeliler ve Soğdlar gibi büyük oranda ticareti önceleyen toplumlar ise tarih içerisinde eriyip gitmişlerdir. Tarihe bakıldığında tapınağı önceleyen toplumların din adamı, siyaseti önceleyen toplumların asker-ordu, ticareti önceleyen toplumların ise aile ağırlıklı yapılar kurdukları görülecektir. Bu durum günümüzde de, elbette ayrıntılarda çok büyük farklılıklarla, devam etmektedir.
Tekrar konumuza dönersek: Tutarlı bir hukuk ile güçlü icrası, toplumu bir arada tutan, tapınak, konak ve pazar arasındaki ilişkilerin insan'a göre düzenlenmesiyle olanaklıdır. Bu ilişkiler, toplumu oluşturan bireylerin lehine, her üç kurumun arasında bir denge-durumu yaratacak şekilde düzenlenirse, ki buna adâlet diyoruz, ancak o zaman hukuk'tan bahsedilebilir. Günlük dilde sıkça kullandığımız adâlet, sanıldığı gibi, kavga eden iki kişiyi ayırmak ve haksız olanı cezalandırmak değildir; tersine adâlet, toplumun ürettiği, dinî, siyasî ve ticarî artı-değeri elinde tutan hâkim çevrelere, kişilere karşı toplumu korumaktır. Bu koruma, her şeye ve her kişiye yerini vermek demektir. Nitekim adâlet, bir şeyi doğal yerine koymak, zulüm ise bir şeyi doğal yerinden etmektir.
Şimdiye değin sorduğumuz soruları ve verdiğimiz yanıtları derleyip toparlarsak şöyle bir resim ortaya çıkacaktır: Ön-görülebilir bir hayat, ancak ve ancak tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icra'sının bulunduğu bağlamda ortaya çıkar. Bu bağlamı da toplumun temel kurumları arasındaki ilişkilerin denge-durumu yaratır. Böyle bir bağlamda yaşayan kişi, sükûnetini ve ikâmetini sürdürülebilir kılar. İnsan ancak yarınını ön-gördüğü böyle bir yerde uyur. İşte, devlet'in ayıklığında/uyanıklığında uyumak demek budur. Böyle bir bağlamın yaratılması, her şeyden önce, toplumun ürettiği dinî, siyasî ve ticarî artı-değeri ellerinde tutan kişilerin yani iktidar sahiplerinin, hukuk bilincine sahip olması; toplumun da bu bilinci taşıyan ve icra eden bilginleri yetiştirmesiyle olanaklıdır.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts