İhsan Fazlıoğlu: "Sonuç ile Süreç Arasında: ‘Gençlik’ Bir Soru mu Bir Yanıt mı?" (Konuşma Metni)

İhsan Fazlıoğlu: "Sonuç ile Süreç Arasında: ‘Gençlik’ Bir Soru mu Bir Yanıt mı?"

İtibar, -Aylık Edebiyat ve Fikriyat Dergisi-, Sayı 35, s. 32-39, Ağustos 2014 

Bu forumu düzenleyen heyet açılış konferansını bana teklif ettiği zaman bir felsefeci olarak ne tür bir dil üzerinden konuşmam gerektiği hususunda bir süre düşündüm. Bu tür toplantılarda hem isteneni söylemek hem de dinleyicileri etkilemek adına çeşitli diller denenebilir. Örnek olarak, felsefî bir dil kullanılabilir: Hegelci bir bakış açısından, Gadamerci hermeneutik bir yorumla, Aristotelesçi bir temellendirme yapmak mümkündür. Ancak kendi içinde anlamlı olsa da, böyle bir ortamda bu tür bir dil fazla bir anlam ifade etmez. Çünkü bu tür zanaâtkârane bir dil ancak meslekten felsefeci ya da bir biçimde felsefî dile âşina uzman insanların karşılıklı anlaşmasını mümkün kılar. Din dilinin imkânları kullanılarak, âyet-hadisler ile zenginleştirilmiş bir çerçeve içinde bir konuşma yapmak da mümkündür ya da büyük oranda temenni içeren politik bir söylem tercih edilebilir; “Gençler geleceğimizdir.”; “Gençler kahramandır.”; “İlerleyin, arkanızdayız!” gibi… Hiç şüphesiz bu tür farklı dillerin, amaçları açısından kendi içlerinde bir anlamı ve değeri vardır; ayrıca bu toplantının amacı ve dinleyici kitlesi açısıdan da farklı düzeylerde bir karşılık bulabilirler.

Genelde, kısa vadede, kamusal bir amacı gözeten, hem uluslararası hem ulusal toplantılarda konuşmalar, büyük oranda bir arınma, bir rehabilitasyon tarzında yapılır. Çünkü bu bir etkinliktir; çok çeşitli nedenlerle yapılması gerekmektedir; konuşmacılar konuşmalarını yaparak, dinleyiciler de dinleyerek görevlerini yerine getirirler; daha sonra herkes, görevini yapmanın huzuru ile evlerine dağılır. Başka tür konuşma tarzları ve diller de hiç şüphesiz mevcuttur. Ancak ben bugün burada, bu dillerden hiçbirini tercih etmeyeceğim; daha çok yaşanmışlıklardan, yaşam pratiğinden, yaptığım gözlemlerden hareket ederek, gençliğe ilişkin, hatta büyük ölçekte içinde bulunduğumuz topluma ilişkin bir sorunu, becerebildiğim kadarıyla gündeme getireceğim; daha sonra bu sorunun kökenine, nedenine değinmeye çalışacağım; en nihayet kökeni/nedeni tespit edilmiş bu sorunu aşmanın, çözmenin yoluna/yollarına entelektüel gücümün yettiği oranda işaret etmeye yelteneceğim. Öyleyse, sunumum üç aşamalı olacaktır: i. sorun, ii. sorunun kaynağı ve nedeni, nihayet, iii. çözüm için neler yapılabilir yani teklif?

Sorun: Bireysel ahlâkta çözülme

Kişisel tecrübeme ve yaptığım gözlemlere göre, bir üniversite hocası olarak binlerce gençle muhatap olduğumdan, çeşitli vakıf ve kuruluşlarda muhtelif dersler verdiğimden, yüzleştiğim, fark ettiğim, hissettiğim, artık hangi sözcük tercih edilirse edilsin en önemli sorunun, ferdî ahlâkta çözülme olduğunu düşünüyorum. Buna ferdî seviyede ahlâkî çözülme ya da değer yoksunluğu da diyebilirsiniz. Terim düzeyinde mefhûmun daha iyi idrâk edilebilmesi için değer felsefesinde İngilizce olarak personal morality denen yapının küçük ölçekte gençler arasında büyük ölçekte toplumun genelinde bir erozyona uğradığı söylenebilir.

Bu sunum çerçevesinde ferdî ahlâktan şunu anlıyorum: İster kânun ister kolluk gücü ister anne ister âile ister grup âidiyeti ister iş ister okul ortamı olsun herhangi bir haricî denetleme mekanizması olmadan, kısaca, dışarıdan bir otorite bulunmaksızın, kişinin davranış biçimini, kodunu, modunu, formunu kendi iç dünyasından hareketle belirlediği ve taviz vermediği bir davranma tarzı, bir davranış biçimi; hayata karşı bir duruş, bir yol alış tarzı. Yine ister dostluk ister ticâret ister âile, kısaca hangi tür ilişki olursa olsun her türlü ilişkide, esas itibarıyla iki temel kavram üzerinden hareket edilir: Birincisi en genel anlamıyla hukuktur ki, bu hukuk büyük oranda dışarıdan verilir ve denetlenir. İkincisi ise bu hukukun içselleştirilmesini de içeren ferdî ahlâk ya da kişisel moral değerlerdir. Gözlemlerime göre, günlük hayatta kişilerin davranışlarını birbirinden kopuk, hatta bağımsız çoklu moral değerler yönlendirmektedir. Örnek olarak, ticaret yaparken kişiler, mensup oldukları genel değerler küresinin ötesinde, hatta onlarla çelişik, iktisadî değerlere farklı, dostluk değerlerine farklı moral yüklemeler yapabilmektedirler. Örnek olarak “dostluk başka, ticaret başka” deyişi sık sık duyulan bir aforizmadır. Yine üniversitelerde gençlerin bir kısmının, mensûbiyet duydukları dinî ya da ahlâkî değerlere, bir dış-göz var ise uydukları, dış-gözün gücü zayıfladıkça davranış biçimlerinin çıkar merkezli bir yöne doğru evrildiği sıkça görülür; kopya çekmek buna iyi bir örnektir.

Nazarî olarak çerçevelediğim soruna daha iyi nüfuz edebilmek için izninizle birkaç örnek vermek istiyorum: 1980 askerî darbesinden sonra Almanya’ya giden bir tanıdığım, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra, oğluna millî değerleri öğretmesi için emekli öğretmen olan annesini yanına aldırır. Babaanne çocuğu eğitmeye başlar. İlk ezberlettiği Andımız olur: “Türküm!”; sorun yok; “Doğruyum!”; idâre eder. “Çalışkanım!” deyince çocuk “Ama babaanne, ben pek çalışkan sayılmam.” diye cevap verir. Babaanne “Olsun oğlum! Söyleyiver gitsin.” deyince çocuk, “İyi de babaanne! Biraz önce ‘doğruyum’ dememiş miydik?” diye mukâbelede bulunur ve elbette tüm büyü bozulur… İşte, ferdî ahlâk dediğim tam da böyle bir tavır ve tarzdır. Diğer bir örnek, Suriye’de, Halep’te yaşarken şahit olduğum bir olay. Yabancı erkeklerle konuşmaktan dahi kaçınan bir hanımefendi, İngilizce ödevini, aynı apartmanda oturan bir Amerikalı hanımefendiye yaptırıp ben yaptım demekte bir beis görmüyordu. Verilen örneklerin de gösterdiği üzere ferdî ahlâk ya da şahsî moral değerler iç-göze bağlı olarak gelişen, kişinin dış bir otorite, haricî bir göz olmaksızın kendi bireysel davranış biçimini, modunu ve kodunu belirleyen, denetleyen bir mekanizmadır. İşte bu mekanizmanın, yapının başta gençler olmak üzere toplumdaki bireyler arasında gittikçe zayıfladığını gözlemliyorum.

Köken ve Neden: Kanonik yapının yokluğu

Bunun kökeni ne olabilir? Elbette bu sorun ile ilgili pek çok farklı psikolojik, sosyolojik, tarihsel teoriler geliştirmek mümkündür. Ancak tüm genellemelerin yarattığı sıkıntıları göze alarak sorunun kökeninin, çağın ruhunda olduğunu söyleyebiliriz. Bu ruhu en iyi, modern ahlâk felsefesi okumalarının temel metinlerinden biri olarak kabul edilen Bernard Mandeville’nin Arılar Masalı adlı çalışmasında bulabiliriz. XVII. yüzyılın sonunda yaşayan Mandeville, Hollanda erken kapitalizminin ruhunu yansıtır; bu ruh, İngiliz sanayi devriminin de habercisidir. Arılar Masalı, modern ahlâk felsefesinin fabl türündeki kurucu metinlerinden biridir ve temel iddiası, gerilemenin, dağılmanın, zayıflamanın, rakipler karşısında yenilmenin, kaybetmenin -ki bunları çoğaltabilirsiniz- en önemli nedeni ferdî ahlâk, kişisel erdemdir. Tersine ilerlemek, başarılı olmak, rakipleri alt etmek, makamlarda ve mevkilerde yükselmek, zenginleşmek, güç toplamak, tüm bunlar ahlâksızlıktan, erdemsizlikten neşet eder, kaynaklanır. Bu nedenle, toplumlar da tıpkı bireyler gibi, her konuda öncü olmak, dünyada belirli bir söz sahibi olmak istiyorlarsa, ahlâkî değerlerden hem ferdî düzeyde hem de toplumsal düzeyde vazgeçmeleri gerekir. Özellikle modern toplumun iktisadî, ekonomik değerler üzerine kurulduğu göz önüne alınırsa, tavsiye edilen şey, siyasetin, iktisadın, hatta bilimin, doğrudan, değerlerden, anlamdan bağımsızlaştırılmasıdır; bu, dinî, ahlâkî ya da başka bir alana ait değerler olabilir. Her şeyin ama özellikle ekonominin, değerlerden, manadan bağımsızlaştırılarak ele alınması, üzerinde durulan en önemli husustur. Özellikle çağdaş dünyada hemem hemen her türlü beşerî yapı ve toplumsal örgütlenme ekonomik merkezli olduğu için iktisadî değerler her daim iş başındadır. İlginçtir ki, iktisadî ilişkilerde, azamî ölçüde, dinî ve ahlâkî değerlerin geri çekildiği, itildiği, bizâtihi ekonomik değerlerin kendi moralitesini dayattığı görülmektedir. Başka bir deyişle, “değerden ve anlamdan bağımsız siyaset, iktisat ve bilim” iddiası bizâtihi kendini bir değer, bir anlam olarak dayatır.

Serimlendiği çerçevede bu tavrın ve tarzın nedeni nedir? Başka bir deyişle, küçük ölçekte gençlik seviyesinde, büyük ölçekte de toplumsal seviyede ferdî ahlâkın davranışlarımızı yönlendirmesi ya da yönlendirememesinin nedeni ne olabilir? Bu sorunun yanıtını hemen vermek istiyorum: Felsefî açıdan ferdî ahlâkın dumura uğramasının ya da aradan çekilmesinin, bunun yerini çıkar ilişkilerinin ya da ekonomik değerlerin almasının ya da çoklu moral değerlerin iş-başında olmasının temel nedeni, toplumsal kanonik ahlâkın ortadan kalkmasıdır; daha hafif bir deyişle oldukça zayıflaması; bütünü kuşatacak bir çerçeve geliştirememesidir. Kanonik ahlâktan ne anladığım ya da kanonik zeminden ne kastettiğim üzerinde birazdan duracağım ve çerçeve bir tanım vermeye çalışacağım. Fakat öncelikle diyeceklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için genel anlamda kanonikin ne demek olduğunu doğa, mantık, dil ve sûrî bilimlerden bazı örneklerle ihsâs ettirmek istiyorum.

Doğa bilimleri, bilindiği üzere, mahsûs somut olgu ve olaylara dayanır; bu nedenle ilk elde muhatap olduğumuz nesne alanıdır. Çağdaş fiziğin verdiği bilgilere göre, doğada bile orta-ölçekte, kütle-çekim ölçeğinde insan-gözlemci için belirli bir somutluk vardır; kaotik olan ya da belirsiz olan uçlarda, yani küçük ve büyük ölçeklerde meydana gelir; bu durum da Evren’i insan için yaşanılır, hatta bilinebilir kılar. İnsan-gözlemci için üç boyutlu uzayda her şey belirli bir düzen, dolayısıyla belirli bir yasalılık içindedir. Ancak aşağıya inildiğinde, küçük ölçekte ya da yukarıya çıkıldığında, büyük ölçekte, insan-gözlemcinin orta-ölçekte inşa ettiği yapılar belirsizleşmeye başlar ve gittikçe ortadan kalkar. Kısaca, insan-gözlemci için doğadaki simetrinin, oran ve orantının, periyodik yapılanmanın iş gördüğü yer orta-ölçektir.

Mantık biliminde de benzer bir durum söz konusudur; çünkü insan zihni, aklı da doğadakine benzer biçimde çalışır: Orta-ölçekte tutarlı, düzenli, yasalı, simetrik, periyodik, oran ve orantıya göre iş gören, belirli bir örüntüsü, tanımlanabilir bir iş görme tarzı olan bir yapı gösterirken, küçük ve büyük ölçeğe yayıldığında orta-ölçeğe ait kurallar teklemeye başlar, belirsizleşir, açıklayıcı gücünü kaybeder. İstidlâlî/rasyonel düşünce, tanımlanabilirlik, paylaşılabilirlik ve tekrarlanabilirlik ilkeleri açısından, aklın orta-ölçek tezahürü olarak kabul edilirse, keşfî, hadsî, cedelî vb. akletme türleri, tüm değerlerine karşın yukarıda dile getirilen üç ilke açısından belirsizlikler içerirler. Öyle ki, anlamlılık, doğruluk vb. kavramlar, orta-ölçekte son derece ap-açık iken sınırlara doğru gittikçe belirsizleşmeye, bir şey ifade etmemeye başlarlar.

Kanonik kavramını idrâk için belki dil bilimi bize daha güzel bir örnek sunabilir. Dilde ideal cümlemiz vardır; bu ideal cümleye büyük-ölçek diyelim ki, bu cümle dil bilgisi tarafından sıkı bir şekilde belirlenen, öznesi, yüklemi tanımlanan, adeta kod şeklinde algılanabilecek oldukça biçimsel bir yapıdır. Bunun yanında bir de küçük-ölçekte, dili sonradan öğrenen ya da yabancı bir kültürde yetişen bir kişinin konuştuğu, cümlenin ögelerinin yer değiştirdiği, ancak dikkat edildiğinde anlaşılabilecek bir yapı vardır. Fakat günlük hayatta biz ne ideal cümleye göre -ki bu son derece yapay olur-, ne de cümlenin artık bozuk formu(de-forme) denebilecek yapısına göre konuşuruz... Konuşulan dil, büyük oranda dilin orta-ölçeği olan, ideal ile bozuk formun ortalarında kümelenen, paydaşları tarafından doğru ve anlamlı kabul edilen cümlelerdir. Paydaşlar arasındaki anlaşılabilirliği büyük oranda söz konusu orta-ölçeğe ait cümleler sağlarlar.

Ayrıntılarına girmeden, benzer durumun sûrî bilimlerde de görüldüğü söylenebilir. Örnek olarak geometride, özellikle fraktal geometride ‘pi-sayısı’nın figuratif temsilinde dağılım orta-ölçekte yoğunlaşır; kenarlara doğru seyrelir. Figuratif temsilin alınan her bir parçasında benzer durumun tekrar ettiği müşahede edilir. Kısaca denebilir ki, insan-gözlemci açısından her tür gerçeklik küresinde orta-ölçekli bir yapı vardır; insan-gözlemcinin ilişkiye girdiği bu yapı, düzenliliklerin dolayısıyla yasalılıkların tespit edildiği en açık ve seçik, somut yapıdır. İşte kanonik olan budur. Tekrar pahasına vurgulamak gerekirse kanonik yapı olmazsa ister doğa ister mantık ister dil ister sûrî ilimler olsun hiçbir gerçeklik küresi yasalılaştırılamaz. Bilmek, idrâk etmek, doğruluk, anlamlılık vb. temel ontolojik ve epistemolojik kavramlarımız, kısaca bilimler, büyük oranda gerçeklik kürelerinin söz konusu kanonik yapılarından kaynaklanır. Kanonik(canonic) sözcüğünün, kânûn(canon) yani yasadan geldiği anımsanırsa denmek istenen daha iyi anlaşılacaktır.

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için hemen vurgulamalıyız ki, kanonik yapı hiçbir zaman istisnaları dışarıda bırakmaz. Tam tersine, kaotik yapılar bile ancak kanonik yapıya nispetle anlamlıdırlar, hatta anlamlandırılabilirler; çünkü kaotik yapılar tek başlarına tanımlanabilir yapılar değillerdir. Evren’de hem büyük hem de küçük ölçeklerde kaotik yapılar vardır; ancak insan-gözlemci bu yapıları, orta-ölçekteki kanonik yapılara nispetle tanımlayabilir. Çünkü, denildiği üzere, tanımlanabilirlik ancak kanonik bir yapıda mümkündür. Bu durum doğa, mantık, dil ve sûrî bilimler başta olmak için her tür beşerî alanda geçerlidir.

Eğer biz tarihi, hayatı, toplumsal yapıyı da tabiat gibi ayrı bir gerçeklik küresi kabul edersek -ki bu İbn Haldun’dan beri böyledir- tarihin de iş gördüğü bir orta-ölçek vardır ve bu orta-ölçek o tarihin, o toplumsal yapının kanonik yapısıdır. Her toplumun davranış kodlarını, modlarını, formlarını belirleyen, o toplumun doğrusunu yanlışını, güzelini çirkinini, iyisini kötüsünü kendisine nispetle tanımladığımız bir orta-ölçeği, bir kanonik yapısı mevcuttur. Yeri gelmişken ifade edelim ki, buradaki ‘orta’ kelimesi felsefî anlamda vasat anlamına gelmez. Başka bir deyişle, matematiksel bir ortadan, niceliksel bir kavramdan bahsetmiyoruz. Toplumsal hayatta bir şey için kanoniktir demek, onun ortak başvuru kaynağı olması bakımından ilkeleri, ana çizgileri, temel özellikleri, paylaşılan nitelikleri içerdiğini söylemek demektir. Bir tür kendinden pay alınan transendental referans kaynağı... Örnek olarak kelâm ilmî, itikâdî ve fikrî, usul-i fıkıh ise amelî kanonik yapı üzerine kuruludur. Söz konusu nitelik yalnızca bilim dallarında ortaya çıkmaz; toplumun ürettiği hemen hemen her şey buna göredir. Mimarî eserlere bakalım... Selçuklu mimarisini incelediğiniz zaman, coğrafî yayılımının genişliğine rağmen ortak bir zihniyetin, ortak bir anlam dünyasının iş başında olduğunu görürsünüz ve ortak transendental yapıya nisbetle o eserin Selçuklu mimarîsine ait olduğunu söylersiniz. Kanonik yapı size bir işaret etme yeteneği kazandırır; bir nesneye ad vermenizi mümkün kılan eylemi boşandıran temel ilkeyi sağlar.

Benzer durum Osmanlı dönemi mimarî eserleri için de geçerlidir. Mimarlar Osmanlı döneminde her bir eseri birbiriyle hiç alakası olmayan, apayrı modda ve kodda yapsalardı üzerinde konuşulabilecek, kendisine ad verilebilecek bir nesne-alanı ortaya çıkar mıydı? İşte, büyük bir coğrafyada mevcut olan eserlere Osmanlı mimarîsi dememizi mümkün kılan, onlara bu ad altında işaret etmemizi sağlayan, onlar üzerinde ortak bir çerçevede konuşmamıza kapı aralayan işbu kanonik yapıdır; Osmanlı mimarî eserlerinin kanonik yapısı... O kadar ki, bir alt küme olarak Mimar Sinan’ın eserlerinin bile kendine has bir kanonik yapısından bahsedilebilir. Merhûm Turgut Cansever’in ifade ettiği gibi Mimar Sinan her eserinde farklı formlar denemiştir; yine de bu formlar ancak Osmanlı mimarisinin kanonik formuna, yapısına nisbetle anlamlıdır. Bu nedenle biz Mimar Sinan’ın eserlerine işaret edebiliyorsak “Bu tarz Mimar Sinan tarzıdır, Mimar Sinan formudur.” diyebiliyorsak bu, işareti ve deyişi mümkün kılan o eserlere içkin kanonik yapıdır; hem genel anlamda Osmanlı mimarî eserlerinin kanonik yapısı hem de bu genel kanonik yapıya nisbetle anlam kazanan Mimar Sinan’ın eserlerinin kendine has kanonik yapısı...

Kanonik yapı davranış biçimlerimizin kültürel kimliğini tespit için de ölçüttür. Örnek olarak yurt dışında, biliyorsanız insanların davranış tarzlarından ülkelerini tahmin edebilirsiniz. Türkiye’de bile bir kişi ile tanıştığınızda oturuşundan, kalkışından, hatta vücut dilinden hareketle hangi bölgeden olduğunu belirleyebilirsiniz. Çünkü her bir kültürün, davranış tarzının kendine has bir kanonik yapısı vardır. O kadar ki, lehçenin, ağzın, hatta telaffuzun bile kimliği ele verecek bir kanonik yapısı bulunur ki bu yapı sizin, ona işaretinizi ve onu farklı biçimde adlandırmanızı mümkün kılar. Bunun size sağlayacağı en önemli şey konuşma imkânıdır; çünkü ayrıştırıp işaret edemediğiniz, dolayısıyla adlandıramadığınız bir şey hakkında konuşamazsınız.

Şimdiye değin pek çok alandan verilen farklı örnekler, kanımca, kanonik yapının misdâkını/referansını müphem de olsa bir biçimde ihsâs ettirmiştir: Bir miyâr, bir ölçüt, bir zemin, bir çerçeve, tarihî tecrübenin süreklilik süzgecinden süzülegelmiş sabiteleri içeren, modları ve kodları taşıyan, nedenselliği ve yasalılığı veren, ama aynı zamanda kendi kendini ileriye taşıyan bir örüntü… İhsâsı idrâke tercüme edelim ve nazarî bir dile dökerek, tekrara düşme tehlikesini de göze alarak, kanonik olanın çerçeve-tanımını ve içeriğini daha belirgin kılmaya çalışalım.

Ölçek, cetvel, örnek, misal, model, kural, norm anlamlarına gelen kanon sözcüğü kök itibarıyla Sami dillerine aittir ve kökence yaklaşık olarak Grekçedeki nomos(yasa) kavramına karşılık gelir. Tarihî süreç içinde, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Avrupa kültürlerinde farklı anlamlarıyla kullanılmış, bazı anlamları öne çıkmış, yeni anlamlar kazanmıştır, günümüzde de muhtelif alanlarda kullanılmaya devam etmektedir. Şimdiye değin işaret ettiğimiz içeriği yanında kanon, tesâdüf ve keyfîlik gibi belirsizlik ifade eden ve ön-görülebilirliği ortadan kaldıran kavramlara karşı uygun, iyi, doğru, güzel gibi belirli bir istikâmet veren öngörülebilirliği sağlayan bir kavramdır... Bu anlamıyla kanonik olan bir toplumda, sanıldığı gibi otoriteyi değil öncelikle meşrûiyeti sağlar. Bu nedenle, hem bağlılık hem de aynı oranda sorumluluk talep eder. Kısaca, şimdiye değin sunum içinde farklı bağlamlarda dile getirilen özellikleri yanında kanonik yapı mensuplarına, olan içinden olması gerekeni işaret eden; iletişimin ve bildirişimin asgarî moral zeminini oluşturan; ortak hareket imkanı veren; kültürel düzlemde farklı durumlarda aynı anlamı savunmayı sağlayan; hatırlatmayı mümkün kılan; davranışların ortak biçimlerini sunan, en nihayet bir değer perspektifi üzerinden kimlik inşa eden bir yapıdır.

Kanonik olan bir kültür, içindeki görünmez(invisible) yasalılığı yönlendiren gizli değişkenleri görünür(visible) kıldığı oranda belirleyici ve istikamet verici hâle gelir. Bunun için kanonik olanın fiilî durumunu temsil eden bir örneğe/misâle ihtiyacı vardır ki bu örnek, gösterilebilir ve işaret edilebilir olsun... Bu şu anlama gelir: Bir kültürde kanonik olanın aktarımı temsiller üzerinden yürür; temsiller tekrar edilerek aktarılır. Ancak tekrar iki türlü gerçekleşir: Taklîd ve muhâkat... Taklit, geleneğin içeriğinden daha çok biçimsel yönünü dikkate alır ve edilgendir. Kanonik yapılardaki tekrarı ise edilgen olmayan muhâkat sağlar; muhâkat içeriğe odaklanır ve etkilenmeyi ve pay almayı önemser. Başka bir deyişle, hikâye ile ortak bir kökene sahip olan muhâkat bu çerçevede, bir anlatıya, sîyere, sîrete, misâl üzerinden katılarak -ki nazarın bir anlamı da budur- mütehassis olarak pay almadır. Kanonik yapının tecessüm etmiş hâli olan bu örnekler, yaşamı belirleyen, yön tayin eden, biçim verici ilkeye dönüşürler. Kanonik yapı ayrıca bir kültürün sınır kavramına işaret eder; ancak buradaki sınır, son-sınır anlamında değildir; daha çok ufuk demektir ve belirsizliği gideren muhayyel bir çizgiyi imler. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kanon, kadim kültürümüz açısından özsel bir dizge değil, ama subûtiyeti olan bir örüntüdür; mekân-zamandaki hareketinin değişime açık yapısı nedeniyle daha uyguna, daha iyiye, daha doğruya ve daha güzele açıktır.

Kanonik yapının kadim kültürümüz açısından özsel bir dizge değil, ama subûtiyeti olan bir örüntü olduğu şu şekilde de dile getirilebilir: Kanonik yapıda gelenek gibi özselliği içeren bir sözcük ile gelen-(e)-k yani gelene ek olabilme imkânından bahsedilmektedir. Başka bir deyişle, kanon, kapalılık içeren özsel biçim ile ek alabilmeyi mümkün kılan bir oluşu aynı anda içerir ki, buna kadîm, yani öne adım atan(takaddüm) diyoruz; bu, subûtiyeti de içeren bir sürekliliği yani örüntüyü imler… Bunun Osmanlıdaki ifadesi kanûn-i kadîmdir. Kanon, bu anlamıyla “Nasıl yaşanmalıdır?”, “Yaşamda ne örnek alınmalıdır?” ve “Niçin yaşanmalıdır?” sorularına yanıt verir... Burada önemli olan, bir örneğin var-olmasıdır; örnek, niçin ve nasıl sorularına karşı bir cevaptır ve eylemin gerekçesini verir.

İşte kanımca, ferdî ahlâktaki kaotik yapının ve çoklu moral değerler ile iş görülmesinin temel nedeni, küçük ölçekte Türkiye’de, büyük ölçekte İslâm dünyasında, hemen hemen her alandaki kanonik yapının çökmesidir; ahlâkî, siyasî, dinî, ilmî sahalardaki zeminsizliğin, tutarsızlığın, hatta çelişik yaşama biçiminin ana nedeni budur.

Örnek olarak, Türkiye’de muhtelif zaman ve zeminlerde derslerine girdiğim üniversite öğrencilerinin, Türk tarihine ilişkin ortak bir başlangıç noktasına bile sahip olmadıklarını görüyorum. Kimi proto-Türklerden, kimi Göktürklerden, kimi Selçuklulardan, kimi Malazgirt’ten, kimi Osmanlılardan kimi ise Cumhuriyet’ten başlatıyor Türk tarihini. Bir milletin bu kadar dağınık, bölük pörçük tarihî perspektifi olabilir mi? Tekrar etmekte fayda görüyorum: Kanonik yapı statik ve kapalı değildir; dinamik ve açık bir yapıdır; dolayısıyla küçük ve büyük istisnaları yok saymaz. Kanonik yapı, toplumun ortak aklı, ortak vicdanı, ortak dili, kısaca toplumun bir omurgası olması bakımından sert, üç boyutlu, somut, üzerine dayanılabilir ve yaslanılabilir, hatta küçük ve büyük ölçekteki istisnaları bile anlamlı kılan bir referans noktası, bir atıf kaynağıdır. Bu çıkarımda şuna dikkat edilmelidir: Elbette, bir toplumun bilginlerinin birbirinden farklı, hatta çelişik tarih anlayışları, yorumları ve felsefeleri olmalıdır; ancak orta-ölçekte toplumun tarih algısı, anlayışı ve bakış açısında belirli bir oranın bulunması o milletin varlığı için elzemdir.

Benzer biçimde din tanımında da Türkiye’de orta-ölçekte birbiriyle oranlanabilir bir müştereklik görünmüyor. O kadar ki, İslâm bile insanlar arasında ortak bir değerin ifadesi değil. Bir fakihin, bir kelâmcının, kısaca din bilginlerinin birbirinden farklı din anlayışları ve yorumları olabilir; hatta toplum örgütlenmesi ve siyasî irâde buna imkân vermelidir de… İslâm tarihinde de, tüm tehlikelerine karşın bu tür bir imkânın daima olduğunu görüyoruz; çünkü yüzlerce fıkhî ve kelâmî mezhep, irfânî meşrep, felsefî mektep mevcut olmuştur. Ancak toplumsal seviyede, orta-ölçekte müşterek bir din duyuşu ve pratiğinin mevcudiyeti zorunludur. Başka bir deyişle, anlayıştaki farklılıklar -ki fikrî/aklî çerçevededir- ile duyuştaki farklılıklar -ki hissî/vicdânî çerçevededir- birbirine karıştırılmamalıdır.

Kısaca, örneklerin de gösterdiği üzere, bir toplumun tarihsel yürüyüşünde o toplumun bireylerini bir arada tutan kanonik bir zemin olmalıdır. Din, ahlâk, tarih, siyaset, kısaca anlam-değer ve bilgi dünyasında bu seviyede bir parçalanmışlık ve dağınıklık olan toplumlar, milletler, kültürler, tarihte uzun soluklu yürüyüşe çıkamazlar. Türkiye’deki manzaraya nazar edildiğinde, konuya göre değişmekle birlikte, sanki farklı farklı milletlerin yaşadığı bir coğrafyada bulunduğunuz izlenimine kapılıyorsunuz. Duygu ve düşünce dünyası bu oranda bölünmüş bir millet, hiçbir konuda ortak değer sahibi olamayacağı gibi, ortak akıl, ortak dil ve ortak vicdan geliştirmede de başarısız kalır. Basit bir örnekle, Bu Ülke’de yaşayan ve bir biçimde toplumsal sorunlarla uğraşan kişilere sorulsa her birinin Türkiye’yi taşımak istediği hedefin, amacın, yerin farklı olduğu görülecektir.

Kanonik yapının yokluğu en çok hukuk alanında hissedilir; çünkü hukuk bireylere öngörülebilir bir hayat sunmanın asgarî koşuludur. Bu anlamda hem maddî hem de manevî güvenliğin temelinde bulunur ve olmaz-ise-olmaz bir özellik gösterir. Kanımca, bireysel ahlâk bile anlamını, hatta işlerliğini tanımlanmış ve uygulanabilir bir hukukun bulunduğu ve yasalara dayalı biçimsel adâletin sağlandığı bir çerçevede kazanır. Tersi durumda bireysel ahlâkın öngürülemezliği ve hatta kötü kullanımı her zaman kendine bir yol bulabilir. İşte bu özellik ve öneme sahip hukuk da, ait olduğu toplumun ortak anlam-değer, duygu ve düşünce dünyasının kanonik bir ifadesi olmalıdır.

Kanonik yapının bulunmadığı bir toplumda, ortak akıl, ortak dil ve ortak değer/vicdan eksikliği yanında, ikisine bağlı olarak üç temel sorun ortaya çıkar: Birincisi tanımlama sorunudur; neyi neye göre, hangi ölçüte göre tanımlayacaksınız? Ölçüt sorununun olduğu bir ortamda kavramlar belirsizleşecek ve bir kavram kargaşası hâsıl olacaktır. İkincisi tekrarlanabilirlik son derece azalacaktır; çünkü toplumun belirli olgu ve olaylar karşısındaki tavır alışı ve tepkisi parçalı, birbirinden kopuk ve tutarsız olacaktır. Toplum içindeki hem aynı bireyin değişik davranışları hem de farklı öbeklerin refleksleri arasındaki oranlanabilirlik derecesi düşük olduğundan sorunlara karşı üretilecek yanıtlar arasındaki tutarlılık da zayıf kalacaktır. Kişisel deneyimlerim çerçevesinde söylersem, aynı olaya, bir öğrenci son derece seküler, başka bir öğrenci son derece dinî, bir diğeri de son derece marksist bir tepki verebilmekte, olgunun doğasını dikkate almaksızın kendi anlam-değer dünyası içinde, vakıaya mutabakatını gözetmeksizin çözüm üretebilmektedir. Kaotik yapı bireylerin yorum gücünü kırarken, onları aynı olay için benzer ya da tekrarlanabilir çözümler üretmekten de alıkoyar. Evren’de bile en küçük ve en büyük ölçekte olgu ve olayların birbirini tekrar eden simetrileri ve periyotları, formları ve kodları vardır ki bunlar düzen, nedensellik, yasalılık gibi tavsirî kavramlarımızın kaynağını oluştururlar. Hem birey hem de toplum seviyesinde kanonik yapının yokluğundan kaynaklanan bu tür periyot ve simetri eksiklikleri, kişiler nezdinde bir değer ve düşünce parçalanmışlığını da tetiklemektedir. Son olarak kanonik yapının yokluğu, bireyler arasındaki paylaşılabilirliği de asgarî seviyeye indirir. İnançlar, duygular, düşünceler, amaçlar, kısaca hiçbir şey, ortak sözcüğünün içeriğine atıf yapılacak bir zemin bulunmadığından paylaşılabilir bir özellik göstermez. Bunun sonucu olarak her türlü sorun tartışma, çekişme, kavga, kırgınlık, çatışma ve hatta savaş ile sonuçlanır; bildirişim ve iletişim ortadan kalkar; çünkü kendine nispetle yapıp edilenleri tüm bireyler için anlamlı kılacak kanonik bir yapı ortada yoktur.

Çözüm: Teklîf

Sunum boyunca, sorunu ferdî ahlâktaki çözülmeye bağladık; bunun nedenini de kanonik yapının eksikliğine dayandırdık. Peki çözüm nedir? Elbette sorular/sorunlar için geliştirilen tüm çözümler bir denemedir. Her zaman ifade ettiğim gibi, toplumsal olgu ve olaylar için önceden verili ve belirli çözümler içeren sabit modeller yoktur. Bu tür modeller sürekli değişen ahvâle ilişkin günlük deneyimlerden devşirilen, belirli bir anlam-değer dünyasının ilkelerine bağlı olmakla birlikte ucu açık tekliflerdir. Burada bu çözümün pratik, günlük yaşama ilişkin unsurlarına değil, daha çok her türlü çözüm denemesinin köklerini bulduğu anlam-değer dünyasına ilişkin ilkelerine değineceğim. Bu ilkeleri, haysiyetleri bakımından farklı biçimlerde sıralayabiliriz: akıl, ferdiyet, bilgi ve tarihî tecrübe, vb... Bu sunum çerçevesinde diğerlerine değinmekle birlikte daha çok akıl üzerinde duracağım.

Felsefe-bilim tarihi çalışmalarımda dikkatimi çeken bir noktayı paylaşmak istiyorum. Bu sahada konuyu tarihin en karanlık noktasına kadar geri götürüp oradan tekrar günümüze kadar takip etmek meslekî bir gerekliliktir. Örnek olarak sayı kavramını ele alalım: Başlangıç noktamız, tespit edilebilen “İlk insanlar sayma eylemini nasıl gerçekleştiriyorlardı?”; “Sayıdan ne anlıyorlardı?” gibi sorulardır. Bu çerçevede de dikkatimi çeken nokta şudur: Yaklaşık olarak M.S. 1000’e kadar, İslâm’ın dışında, Yahudîlik, Hristiyanlık, Budizm, Taoizm gibi bilinen hiçbir büyük din akıl merkezli değildir. Yahudîlikte istidlâlî kelâmî hareketler İbn Meymun ve sonrasında başlar; Hristiyanlıkta ise 1150lerden sonra kıpırdanır; akabinde Albertus Magnus ve Thomas Aquinas ile zirvesine varır. İslâm tarihine bakıldığında ilk günlerden itibaren akıl merkezli bir din yorumunun öne çıktığı görülür. Niçin? İslâm ne tür bir meydan okumaya muhatap oldu ki akıl merkezli bir yaklaşımı öne çıkardı? Bu soru, kanımca ciddi bir araştırmayı hak ediyor. Okuma-yazma oranı yüksek olmayan ilk müslüman toplumu orta dünyadaki felsefî/ilmî gelişmelerden; Mezopotamya, Mısır, Anadolu kültürleri, Eskiçağ Ege, Helenistik dönem gibi önemli kültür havzalarının birkiminden haberdar değildi. Bu tespiti temellendirmek için insanı daim düşünmeye, fikir yürütmeye, akletmeye, kalbetmeye davet eden Kur\'an-ı Kerîm ve Hadis gibi dinin temel metinlerine atıfta bulunmayacağım. Çünkü ilk elde bu atıf yalnızca değer alanında görülebilir; ancak bu tespit değer kadar eylem alanına da aittir. Daha ilk kelâmî metinlerde “Tanrı’yı bilmede nazar, tüm müslümanlara vaciptir.” [:en-nazaru vâcibun ala kulli muslimîn fî marifetillah] deyişi dikkat çekmektedir. İmdi, metin tarihsel bağlam içinde anlamlı ise o zaman şu soruyu tekrar sorabiliriz: Öyle bir ortam olmalı ki, müslümanlar yıkıcı bir meydan okumayla, hayatî, varoluşsal bir tehdit ile yüzleşmeliler ki bu kadar riskli ve İslâm tarihi boyunca merkezî olan bir tercihte bulunmak zorunda kalsınlar. Çünkü bu deyiş, din için ilkece tehlikeli bir yargıdır; zira büyük kitleleri dışarıda bırakmak zorunda kalırsınız. Öte yandan, yine akâid ve kelâm metinlerinde taklidî değil tahkikî imanın esas alındığı bir yaklaşım vardır. Bu da benzer biçimde dini son derece elitist/seçkinci bir hâle taşır. Hem halk hem de o yüzyıllardaki tahsilli insanların sayısı göz önünde bulundurulursa talebin ne kadar yüksek olduğu ve ne tür bir risk yarattığı hissedilebilir. İşte tüm bu riskleri üstlenerek niçin İslâm başından itibaren Tanrı’nın bilgisinde nazarı, imanda ise tahkîki -ki aklîdir- öne çıkartmıştır? Bu soru, üzerinde durulmayı hak eden bir sorudur.

Çağdaş durumda İslâm toplumlarında kadim tecrübe de ihmal edildiği için akıl tahfif edilmekte, idrâkinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Şu noktayı hemen vurgulayalım, iman gibi bir eylem fıtrî/mücerred akıl ile mümkündür; ancak kavle/söze döküldüğünde artık istidlâlî akla geçiş yapılmış demektir. Bu yargıdaki ayrıma dikkatinizi çekmek isterim: Akıl ile fıtrî, mücerred, istidlâlî akıl aynı şey demek değildir; çünkü akıl bir kuvvedir, bir yetidir; pek çok farklı tezahürü vardır; yukarıda dile getirdiklerimiz yanında, tecrübî, temyizî, nazarî, meâşî, teklifî, vb… onlarca akletme çeşidi mevcuttur. Mevsûf ile sıfatı birbirine karıştırmamak gerekir; bu nedenle, akıl dendiğinde yalnızca istidlâlî/rasyonel olan anlaşılmamalıdır. Kısaca şöyle dile getirilebilir: Âmen-tu dendiğinde, yani “ben-iman ettiM” diyen ferdiyetini kazanmış kişiye “eylem içinde erimiş ben”in ihsâsını ve idrâkini, kısaca şuurunu, farkındalığını veren; bunu mümkün kılan zemindir fıtrî/mücerred akıl… Bu akıl, âkil-bâliğdeki akıldır ve bizi çocuk ve deliden ayıran, mükellef ve mesul kılan en temel insanî yetidir. “Ben-iman ettiM” kalbî süreçten aklî sürece yani idrâk, tasdîk ve akabinde kavlî yani ikrâr sürecine evrildiğinde istidlâlî merhaleye ulaşılır ki bu minimal rasyonalitedir; asgarî istidlâlî akıldır. Bu nedenle her türlü kanonik yapı, usuleynin vurguladığı üzere, minimal rasyonalite üzerine kurulur; minimal rasyonalite, minimal metafiziktir aynı zamanda… Bu tespit, kısmî olarak kabul etmekle birlikte, aklın mutlak anlamda bağlamsal olduğunu ileri süren yorumları reddeder. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü ister dinî ister ilmî ister içtimaî olsun her tür insanî etkinliğin üzerine kurulduğu minimal rasyonalite, bizâtihi insan demektir. Türkiye’de, özellikle modern/çağdaş bilim eleştirilerinde -ki büyük oranda şairler tarafından yürütülmüştür- bağlamsal akıl ve onun ifadesini mümkün kılan istidlâlî akıl ile fıtrî/mücerred akıl birbirine karıştırılmaktadır. Elbette çeşitli tarihsel dönemlere ait insanın akıl yürütme biçimleri ile coğrafî ve toplumsal koşullarla kayıtlı bağlamsal akıllar vardır. Modernizmin her türlü aklî etkinliği rasyonel olana indirgeme çabasını eleştireceğiz diye âmen-tunun dolayısıyla ferdiyetin asgarî şartı fıtrî/mücerred aklı eleştirmenin hiçbir anlamı yoktur. Öte yandan makûl olmayan -istidlâlî değil- hiçbir şey İslâm’da imanın konusu kabul edilmez. Nitekim Şeyhülislâm Mustafa Sabrî Efendi’nin güzel vurgusu ile, İslâm makûldur, âtıfî değildir; âtıfî yani psikolojik, duygusal, hissî…; aksi halde İslâm la-makûl bir din olurdu. Çünkü duygular istidlâlî aklın dizgelerine dökülemez; İslâm’da ise iman akl-i fıtrî/mücerred-ile, ikrâr ve ispat ise genel anlamıyla nazar, özel anlamıyla istidlâlî akıl ile mümkündür.

Post-modernist felsefe hareketleri, Türkiye’deki bir kısım muhafazakâr kesimde ilginç bir biçimde karşılık buldu. Niçin? Çünkü “Senin aklın sana, benim aklım bana!”; “Senin Tanrın sana, benim Tanrım bana!”; kuralsız, yasasız çoğulculuk… Bu yaklaşımda, modern bilimin ifrata varan aşkın (transcendent) iddiasına, tefrîte varan bağlamsallık karşı-iddiası; buna bağlı olarak doğrunun toplumsal bir inşa olduğu vb. tezler ile bunu temellendirmek için modern bilimin ortaya çıkışındaki sosyo-ekonomik ve politik yapıların izini süren Boris Hessen ile Henryk Grossman’ın marksist düşünceleri ile bunların kapitalist Kuhn’cu yorumu… Elbette usûleynin de işaret ettiği üzere, beşerî-insanî her şeyin bağlamla sıkı bir ilişkisi vardır; bir şeyi, yeri, işlevi ve ilişkileri var-kılar zaten… Ancak tüm bu kabuller, fıtrî-mücerred aklı tasfiye etmeyi gerektirmez; gerektirmez çünkü akıl bizâtihi insandır. İstidlâlî aklın bağlamsallığını, şartlara bağımlı olarak iş görmesini eleştirmek ile doğrudan fıtrî/mücerred aklı eleştirmek farklı iki tutumdur. Usûleynin dediği gibi, şatr ile şart birbirine indirgenemez; bu nedenle fıtrî/mücerred akıl İslâm’ın şatrıdır; şartı değil… Kişisel kanıma göre, çağdaş dünyada en önemli sorunlarımızdan biri, amen-tu dememizi mümkün kılan akl-ı fıtrîyi ve gaybı makûl hale getirmemizi mümkün kılan nazarı ve tahkîk yapmamızı mümkün kılan istidlâlî aklı birbirine indirgemek, karıştırmak ve dahî ihmal etmektir...

Konumuzun içeriğine de atıf yapmak gerekirse genç sözcüğü Türkçe’de kenç kelimesinden gelir; bu da en sözcüğü ile ilişkilidir; bu anlamda genç enleşen, genleşen, fazlalaşan, kısaca büyüyen demektir. Her büyüyen, bir ortamda, bir yuvada, bir yerde büyür; işte yukarıda özetlenen özellikleriyle kanonik yapılar bir millete mensup gençlerin maddî ve manevî, fizik ve metafizik güvenliğini sağlayan kuş yuvaları gibidir. Bu çerçevede Türkiye’de gençlik arasında bir bunalım, bir isyan, bir kimlik sorgulaması, erke karşı bir öfke ve nihayet kişisel ahlâkta bir çözülme var ise bunun nedeni kanonik yapının yokluğu ya da var ise içselleştirilememesidir. İçselleştirmenin bulunmadığı yerde haricî bir sese kulak kesilinir, sürekli dış bir otorite aranır; aile, okul, çevre, devlet gibi güçlerin çevrelediği, müzakerenin değil, olumlu ve olumsuz içeriğiyle emretmenin câri olduğu bir yaşam tarzı içinde var-olunur. Bu durum kişiye özgüven sorunu yaşatır; davranışlarına dışarıya göre sürekli ayar veren kişi ise kendini sürekli baskı altında hisseder; bu da güvenlik sorunu yaşamasına neden olur... En nihayet kendini ifade sorunu ortaya çıkar, genç kendini, isyan, tavır alma, farklı giyinme, zarar verme, hatta kendini ifna etme gibi farklı yollarla teşhîr eder. Kanonik yapıyı içselleştirmiş bir birey ise kendini ifadeyi müzakere yolu ile yapar, ne isyan eder ne de emir alır; halleder; çözüm bulur.

Şimdiye değin nazarî olarak dile getirdiklerimizi tarihî örnekler üzerinden temsil edebiliriz. Hatırıma ilk gelen örnek, Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın anılarında Kafkas cephesi ile ilgili anlattığı şu olaydır: Oldukça fazla yaralının olduğu birlikler sazlıklar arasından küçük kayıklarla geri çekiliyordu. Her tarafı inlemeler kaplamıştı; düşman, askerlerin yerini kolayca tespit edebilirdi. Ayağa kalkıp “Bu bir emirdir; herkes sussun!” diye seslendim. Ses bıçak gibi kesildi; uzun bir süreden sonra karşı kıyıya ulaşınca, niçin hiç ses çıkmadığını ben de merak ettim; bakınca gördüm ki yaralıların çoğu ölmüş ama ölürken dahi seslerini çıkarmamışlar. Ölüm gibi bir hadiseye rağmen gösterilen bu susma becerisi, dış bir otoritenin baskısı ile sağlanamaz; bunu yalnızca, askerî anlamda kanonik yapıyı içselleştirebilen bireyler yapabilirler... Ya da Viyana bozgunundan sonra gönderilen kendi idam fermanını, isyan yerine, kendinden sonraki en kıdemli Paşa’ya vererek infazını isteyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tavrı devlet terbiyesine ilişkin kanonik yapının içselleştirilmesine bir örnektir. Mehmet Genç Hoca’dan dinlediğim başka bir örnekte, Bosna’daki bir Osmanlı muhasebecisi ile Tebriz’deki bir Osmanlı muhasebecisini aynı şekilde davranmaya iten bürokratik moral değerlerdeki müşterekliktir... Hem küçük hem de büyük ölçekte, topluluklardaki ya da toplumlardaki muhtelif yaşama katmanlarına ve davranış tiplerine ilişkin ahlâkî, dinî, siyasî, ailevî, vb. kanonik yapılar, hissettirmeden ama hassasiyeti ve hissiyatı besleyerek, hiç görülmeden ama her yerde varmış gibi; transcendent değil ama trancendental; a-historic ve meta-historic değil ama tarihsel; kısaca her birimizin hiç ortada gözükmemesine karşın sanki varmış gibi ortak bir dilbilgisi kuralllığına göre konuşmamızı sağlayan yapıya benzer bir rol oynarlar... Elbette bu yapıların zemininde anlam-değer dünyasına ilişkin manevî değerler ile dinî-hukukî biçimsel değerler yer alır. İçselleştirilen bu yapılar, belirli bir terkipten sonra, kişin tercihlerine uygun biçimde ferdî ahlâkın zeminini oluştururlar. Bu şekilde oluşmuş ferdî ahlâk kendine göre eylemek için artık haricî bir otoriyete gereksinim duymaz.

Sonuç olarak, mensubiyetlerimizin ve aidiyetlerimizin binlerce yıllık tarihî bir tecrübesi var. Bu tecrübe, min-vech pek çok özelliği haizdir. Kanaatimce bu özelliklerin en önemlilerinden bir tanesi, aklın merkezîliğidir. İkilik ve çatala düşmeden akla dayalı kanonik yapıların üretilmesi, ortak akıl, ortak dil ve ortak değerin/vicdanın inşası için elzemdir; tersi durumda tekillikleri, ferdîlikleri tartışarak tüketmek olduça zordur. Çünkü, yukarıda da işaret edildiği üzere, tanımlanabilirliğin, paylaşılabilirliğin ve tekrar edilebilirliğin olmadığı bir yapı, bir kültür birleştirici olamayacağı gibi, mensuplarını da bir-ara-da tutamaz. Kendini dünyada bu özellikleri haiz kültürlere ait değerlerle tanımlamaya başlayan, dönüştüren ve bunalım üreten bir yapı ortaya çıkar. Çünkü ayağınızı basacağınız, metafizik güvenliğinizi sağlayacağınız, geleceğinize ilişkin bir öngörüde bulunacağınız bir yatağa, bir harka, bir yuvaya sahip değilsinizdir. Kanonun, nomosun olmadığı yerde kaos yükselir; kaos da daim bunalım üretir zaten... Bu nedenle fıtrî/mücerred aklın temelinde yer aldığı nazar ve istidlâlin iş gördüğü kanonik yapıların hızla inşa edilmesi gerekir. Elbette bu inşa yol-da ve yol-ile mümkündür. Fazla ayrıntıya girmeye gerek yok; Türkiye’de doğal bir topluluk arasında yönlendirilmemiş bir anket çalışılması yapılsa ortak bir geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvurunun bulunmadığı görülecektir. İlk elde ortak bir değer dünyası paylaşılıyor gibi görülse de bu paylaşım mefhûmî değil lafzîdir; çünkü konuşmamızı sağlıyorlar belki ama yaşamımıza yön vermiyorlar, veremiyorlar. Bu farklılığı dinî, ahlâkî, siyasî, dinî vb. pek çok toplumsal örgütlenme çerçevesinde tespit etmek mümkündür. Ortak gramerin olmadığı bir dilin mensupları konuşamazlar; konuşsalar da anlaşamazlar. Benzer biçimde, özümüzle, sözümüzle, dilimizle, elimizle konuşuyoruz ancak kanonik yapı eksikliğinden pek de kolay anlaşamıyoruz. Başlamak için tek bir ilke var: Yola çıkmak... İlkeler, sen ve yol… Yanlış yapmaktan korkmadan… İrfânî deyişle, hâlis bir niyet-ile çıktığın yolda yaptığın yanlışlar doğruna azık olur…

Dipnotlar:
*Bu yazı, SETA ve KAGEM’in Ankara’da 03-04 Mayıs tarihlerinde düzenlediği Gençlik Forumu: Aidiyet.Dönüşüm.Gelecek adlı toplantıda aynı başlıkla yapılan açılış konuşmasının gözden geçirilmiş hâlidir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts