İhsan Fazlıoğlu: "Küresizlik sorunu"
Anlayış Dergisi, (Sayı 74), Ağustos 2009
Bir sınavda olduğumuzu varsayalım; öğretmen önümüzdeki bilgisayarda bir gül resmi gösterir ve yorumlamamızı ister. Gül resmine ilişkin yorumumuzu bitirdiğimiz sırada, öğretmen bir tuşa basar; önümüzdeki gül resmi, saksıda bir gül resmine dönüşür. Artık yeni bir durum ile karşı karşıyayızdır; gül resminin bağlamı değiştiğinden yorumlarımız da yeni duruma göre biçim kazanır. Öğretmen oyununu devam ettirir ve yeni resme ilişkin yorumumuz biter bitmez tuşa tekrar basar ve önümüzdeki resim bir kadının elinde tuttuğu saksıdaki bir gül resmine evrilir. Sürecin bu biçimde devam ettiğini düşünelim; örnek olarak, yukarıdaki varsayımı sürdürürsek: Duvara asılmış çerçevede bir kadının elinde tuttuğu saksıdaki gül; bir çocuğun okuduğu kitapta bulunan resimdeki duvara asılmış çerçevede bir kadının elinde tuttuğu saksıdaki gül; gazete okuyan bir adamın gazetesindeki fotoğrafta bir çocuğun okuduğu kitapta bulunan resimdeki duvara asılmış çerçevede bir kadının elinde tuttuğu saksıdaki gül; bir gemide seyahat eden gazete okuyan bir adamın gazetesindeki fotoğrafta bir çocuğun okuduğu kitapta bulunan resimdeki duvara asılmış çerçevede bir kadının elinde tuttuğu saksıdaki gül?
Başımıza gelen durum son derece açık: Yorumumuz her bittiğinde yorumumuza konu olan resmin aslında daha büyük bir resmin parçası olduğunu fark etmek. Bu fark ediş, her defasında önümüzdeki resme ilişkin hem tasavvuratımızı (kavramlar ve tanımlarımızı) hem de tasdikatımızı (yargılar ve çıkarımlarımızı) değiştirir ve resme ilişkin bilgimiz (bilgi, tasavvurat ve tasdikattan oluştuğundan) sürekli başkalaşır. Tersini de düşünebiliriz: Yorumumuza konu olan resim aslında daha küçük resimlerden kuruludur; dolayısıyla bütüne ilişkin yorum, parçalara doğru indikçe yine farklılaşacaktır. Felsefe-bilim tarihinin gelişimi de, felsefe-bilim, Evren'in bir tür yorumu olduğundan, yukarıdaki örneğe göre kurgulanabilir: Çıplak göze konu olan Evren resminin yorumu; mikroskop ve benzeri âletler icat edildikten sonra, resim değiştiğinden, farklılaşmıştır; derinlere indikçe daha da farklılaşmaktadır. Benzer biçimde teleskop ve benzeri âletlerin icadıyla da büyük cisimlere ilişkin resim ve yorum başkalaşmıştır; başkalaşmaya devam etmektedir. Bu nedenle denebilir ki, yorum, yorumlanan şeye ilişkin mutlak doğruyu tespit için değil, yorumlanan şeyi yanlış anlamaktan korunmak için yapılır. Daha veciz bir deyişle, yorum doğruyu tespit için değil, yanlıştan kaçınmak için yapılan bir etkinliktir. Bu nedenle, örnekte dile getirilen durum, yazılı bir metni, bir söylevi, hatta bir kültürü okurken de göz önünde bulundurulabilir. Çünkü bir cümleyi -en azından yanlış anlamamak için- üstünde ya da altında bulunan cümleyle/cümlelerle ilişkiye sokmak elzemdir.
Türkiye'de, özellikle kadim kültürümüzde üretilen deyiş ve düşünceler hakkında yapılan tartışmalarda içine düşülen durum da buna benzerdir: Cümleyi ait olduğu bağlamdan kopartıp, başka bir deyişle üst ve alt cümlelerden bağımsız bir biçimde, kendi kaygı ve beklentilerine göre yorumlamak, eleştirmek. Yapılan yorum ve eleştirilere karşı çıkanların durumu da pek farklı değildir; çünkü onlar da karşı çıkışlarını bağlama geri giderek değil, yine kendi kaygı ve beklentileri eşliğinde yürütmektedirler. Bir deyişi, düşünceyi tarihte üreten kişilerin kaygı ve beklentileri önemli değildir onlar için. Dikkat edilirse işaret edilen durum, tarihte üretilen bir deyiş ve düşüncenin kendi tarihî bağlamında nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki yorum farklılıkları değildir. Tersine tarihî bağlamı atlayarak, kişinin kendi zamanının ve psikolojik durumunun elverdiği ölçüde kafasına göre takılmak olarak tanımlanabilecek halidir.
Bir örnek üzerinden gidelim: Kültürümüzde sıkça söylenilen "bir lokma, bir hırka" deyişine karşı çıkmak, eleştirmek, akabinde de "Ne münasebet! Tersine bin lokma, bin hırka" demek; daha da ileri giderek bu deyişi fakirliğin, tembelliğin, geri kalmışlığın nedeni olarak görmek sıkça görülen bir durumdur. Bu yoruma karşı çıkanlar da biraz Marksist felsefeye, biraz da güncel durumun edebî yorumuna sığınarak anti-kapitalist bir dil kullanırlar; neredeyse Müslüman olmayı marjinal olma, eşyadan uzak durma gibi takdim ederler.
Kadim kültürümüzün bütününe ilişkin bir fikir sahibi olmadan, içinde üretilmiş bir deyişi yorumlamak trajikomik sonuçlar doğurabilir. Genel bir deyişle, bir kültürün theo-onto-logos'unu bilmeden yani ilk ilke, evren ve insan anlayışları ile üçü arasındaki ilişkileri tespit etmeden, o kültür içerisinde teneffüs eden bir kişinin eşya ile münasebetinin mantığını anlamak kolay olmasa gerektir. Şöyle düşünelim: Hz. İnsan, "Fakirlik ile küfür arasında ince bir sınır vardır" derken, O'nu takip eden bir kişinin fakirliği kutsaması mümkün müdür? Yine Hz. İnsan, "Tanrı, verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister" derken neyi kast etmiştir? Ya da Huccetu'l-İslâm, "Zengin iken fakir gibi davranmak riyâdır; bir tür kibirdir" yargısında neden bulunmuştur? Bu ve benzeri sorulara pek çok yanıt verilebilir; ancak şuna işaret etmeliyiz ki, "Bir lokma, bir hırka" deyişi, sanıldığının tersine, fakirler için değil, zenginler için üretilmiş bir deyiştir. Başka bir söyleyişle, zaten giymek için bir taneden fazla hırkası, yemek için bir taneden fazla lokması bulunmayan bir kişiye bu cümle bir anlam ifade etmez. Öyleyse düşünelim: Zenginlere bu söylenirken ne denilmek istenmiştir? "Fazla hırkalarını sat, lokmalarını da dağıt" mı?
Din, en genel anlamıyla başlangıç (mebde) ile dönüş (mead) arasında (beyne-hümâ) yürünülen yol demektir ve bu yolu kat eden her insan (bu nedenle insana arada-olan denmiştir) bu anlamıyla bir dine/yola sahiptir. Bu yolun müstakim olması ya da olmaması kişinin ihtiyarına bağlıdır (sırat-ı mustakim: istikameti olan yol). Yolu kat eden bir inanan için biricik amaç, yolun Sahib'inin rızasıdır; bunun en temel zemini de beşerî olandan vazgeçmeden insan gibi yaşamaktır. Başka bir söyleyişle yaşamayı sürdürebilmek için zorunlu (zaruriyyat), hayatı sürdürebilmek için gerekli (hevaic) ve medeniyeti sürdürebilmek için estetik (tezyinat) ihtiyaçlar arasında doğru, iyi ve güzel bir orta-yol (adalet) bulmaktır.
Bilinmelidir ki hissiyatta hassasiyet, haysiyeti olan kişiye özgüdür; başka bir deyişle duyu ve duyguda duyarlı olmak ancak makulattan (düşünce) kaynaklanan bir duruşu, bir bakışı, bir yaklaşımı, bir görüşü ve bir yönü bulunan kişi için olanaklıdır. Türkiye'de, okumuşlar nezdindeki Tanrı inancı, mitolojik ve psikolojik seviyede kaldığı, teolojik bir mahiyet kazanmadığı sürece, makulattan kaynaklanan bir haysiyet var-olmayacak; din de ahlakın değil ahlaksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder