İhsan Fazlıoğlu: "Kendilik üzerine düşünceler"
Anlayış Dergisi | Sayı 82
Nisan 2010
Büyük halk "filozofumuz" Temel ile arkadaşı Dursun, günlerden bir gün, birlikte köylerinin civarında bulunan ormanda gezintiye çıkarlar. Güzel bir ilkbahar günü, güneş ışığının bile zor girdiği ormanın derinliklerine doğru yol alırlar; doğanın tüm ihtişamıyla tezâhür ettiği ormanın içinde bir süre dolaştıktan sonra yorulur ve dinlenmek için yere uzanırlar. Bir süre sonra Dursun, birden yerinden doğrularak, "Temel! Şu ormanın güzelliğine bir bakıver!" diye seslenir. Temel başını kaldırıp bir sağına, bir soluna, bir arkasına, bir önüne bakar; bir süre sonra Dursun'a dönüp: "İyi de Dursun! Ağaçlardan bir şey göremiyorum ki..." diye yanıt verir.
İnsanlar var, tüm dikkatlerini ağaca; insanlar var, tüm dikkatlerini ormana verirler. Tek tek ağaçlara takılıp kalanlar ile ormanda kaybolanların kaderi aynıdır: Kendini kaybetmek... Ağaçların tekillikleri arasında yol bulmaya çalışan kişi ile ormanın bütünlüğüne sığınan kişinin ortak noktası, yol bulmaya çalışan ile sığınanı, kişi olarak göz ardı etmeleridir. Hem tek tek ağaçlara bakanın hem de ormanı idrak edenin kendisine ilişkin farkındalığı, kendisine dikkat kesilmesi; ağaç ile ormanın biraz da kendisi olduğunun ayırdına varması, ilkece, ağacı görmenin ve ormanı idrak etmenin zemininde kişinin kendilik bilgisinin/bilincinin bulunduğunu anlaması demektir.
Kendilik bilgisi, kendini-bilmek, dış-a-rı-dan hareketle, dışarıya yönelerek, ne tek tek ağaçları sayarak ne de ormandan dolaşarak ulaşılacak bir bilgi türü değildir. Çünkü benlik kuyusu, dışarı-dan sürekli su taşıyarak doldurulamayacak kadar derindir; yapılması gereken, benlik kuyusunun zeminindeki çer-çöple tıkanmış delikleri temizlemek (tezkiye), iç-e-ri-ye akmayı, fışkırmayı bekleyen suyun önünü açmaktır. Ancak, insan çoğun, kendinden kaçar; kendiyle yalnız kalmaktan korkar; kendini dinlemekten ürker; tersine, dışarıya, gürültüye, başkalarına, kalabalıklara sığınır; kendini beşerî ekrana göre ayarlar, tâdil eder. Yorgun argın döndüğünde ise kendine sırtını döner ve uyur; daha doğrusu uyumaya çalışır. Çünkü kadîm sûfî/irfânî kültürümüzde dile getirildiği üzere, ancak vicdânı rahat olan insanî bir uyku uyuyabilir; zira yine bu anlayışa göre, insanî uyku, bebek uykusudur; masum, derin ve huzurlu...
Ağaca ya da ormana, kısaca dış-a-rı-ya dikkat kesilen bir kişiye, bize, ağacı ya da ormanı anlatması istenilse, anlattıklarının, anlatılanın, biraz ağaç ya da orman, biraz da kendisinin olduğunun anımsatılması gerekir. Çünkü şeylerin, kişiden mutlak bağımsız durumları hakkında, bırakınız bilgiyi, bir kanaatimiz bile yoktur. Şey'in var-olması ile idrak edilmesi arasındaki ayrım yine karşımıza çıkıyor: mevcûd ne ise nedir; ancak malûm, bilinen şey ile bilen kişinin ortak ürünüdür. Söz konusu durum, insanın yalnızca bilme eyleminde ortaya çıkmaz elbette; duyumlama, algılama, sezme, sevme, âşık olma, hoşa gitme, önemseme, hatta inanma gibi öteki tüm insanî edimlerin de özelliğidir. Kısaca söylenilirse, inandıklarımız bile, inanılan şey ile inanan kişinin birleşimidir/sentezidir. Her insanın bir âlem olduğunu söyleyen kadîm sûfî/irfânî kültürümüzün, Hz. İnsan'ın âlemlere rahmet olduğunu ifade eden âyeti yorumlarken, âlem kavramını yalnızca evren anlamında değil aynı zamanda insan olarak da anlaması bu dikkatle ilgilidir.
Yunus Emre'nin "ilim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır" beyti sıkça tekrar edilir insanlar arasında. Kendini bilmenin üzerinde özellikle durulduğu bu tekrarlarda, "ilim, ilim(i) bilmektir" kısmı çoğun ihmal edilir. Öncelikle, ilmin/bilginin, "ilim nedir?"i bilmekle başladığının vurgulanmasının ne anlama geldiği açıklığa kavuşturulmalıdır ki, kendini bilmekten ne kast edildiği anlaşılabilsin. Sûfî/irfânî kültürümüzün, Evren'deki başka nesnelere teklif edilen, ancak onların kaçındığı ama insanın yüklendiği emâneti (Ahzâb/72), ilim, mârifet/bilgi olarak yorumlamasından, aslında kendini bilmenin, bir yönüyle, insan olarak yüklenilen emaneti, dolayısıyla bizâtihî insan olmaklığı bilmek demek olduğu anlaşılır. Emaneti bilmeyenin, dolayısıyla kendini, insan olmaklığını bilmeyenin, okuyup durmasının, öze ilişkin pek bir anlamı yoktur. Çünkü kendinin farkında olmayan bir kişinin, tıpkı ağaç ve orman benzetmesinde olduğu gibi, okumalarından dolanarak kendisine varması çok zordur. Ya da daha çağdaş bir dille, bir kişinin, internette depolanmış trilyonlarca enformasyon/malûmât arasında sörf yaparak, kendi benlik sahillerine ulaşması, kendini bilmesi, kendiliğinin, insanlığının farkında olması olanaksız değilse de oldukça zordur.
İlim/mârifet/bilgiye, hayatın suyu diyen sûfî/ârifler, suyun akıcılığına benzeterek, bilginin, Tanrısal seviyede, Evren'in her yanına aktığına/seyelân ettiğine işaret ettikten sonra, beşerî seviyede, hayatın suyunun yani bilginin kaynağının insanın kendinde bulunduğunu; bizâtihî insanın benliğinin derinliklerinden kaynaklandığını vurgularlar. Bu nedenle, kendini tanımayan, bilmeyen, kısaca, kendini bilmenin ilmine sahip olmayan kişi, suyun kaynağından habersiz olacağından, suyun hayattaki öteki uzantılarını da gereğince idrak edemeyecek; benlik zindanının kapısını açmak için nefis gardiyanının belindeki anahtarlara gözünü dikip bir ömür bekleyecek, sonunda da çürüyüp gidecektir.
Şimdiye değin söylenilenler, var-olanları yalnızca hissî seviyede somut/maddî, zihnî seviyede temsilî, mantıkî seviyede tasavvurî düşünenler için bir misdaka/referansa işaret etmeyebilir. Aklî seviyede, değil kendilik, gayb bile kendine bir misdak bulur; yoksa siz, Gaybı (Ğâib), kayıp bir şey olarak mı anlıyorsunuz? Kâşânî'nin dile getirdiği üzere, makul olmasın? Kayıpsa, üzerinde düşünülecek bir nesnemiz bulunmadığından işimiz kolay demektir; makul ise her şeye yeniden başlamak, her şeyi yeniden düşünmek zorunda olduğumuzu hissedebiliyor musunuz? Tekrarda yarar var, başta iman olmak üzere Gayb kümesinin öğeleri makul hâle getirilmedikçe, vicdânî/zihnî din, ahlâksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir. Makul bir alana geçmenin ilk şartı ise akl edeni, âkil olanı tanımakla, yüklendiği emanetle yüzleşmekle ve nasıl bildiğini bilmekle başlar. Evet! Fark, fark etmekle başlar; ancak her fark ediş, bir fark edenin bir şeyi fark edişidir.
Şimdiye değin söylenilenler, var-olanları yalnızca hissî seviyede somut/maddî, zihnî seviyede temsilî, mantıkî seviyede tasavvurî düşünenler için bir misdaka/referansa işaret etmeyebilir. Aklî seviyede, değil kendilik, gayb bile kendine bir misdak bulur; yoksa siz, Gaybı (Ğâib), kayıp bir şey olarak mı anlıyorsunuz? Kâşânî'nin dile getirdiği üzere, makul olmasın? Kayıpsa, üzerinde düşünülecek bir nesnemiz bulunmadığından işimiz kolay demektir; makul ise her şeye yeniden başlamak, her şeyi yeniden düşünmek zorunda olduğumuzu hissedebiliyor musunuz? Tekrarda yarar var, başta iman olmak üzere Gayb kümesinin öğeleri makul hâle getirilmedikçe, vicdânî/zihnî din, ahlâksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir. Makul bir alana geçmenin ilk şartı ise akl edeni, âkil olanı tanımakla, yüklendiği emanetle yüzleşmekle ve nasıl bildiğini bilmekle başlar. Evet! Fark, fark etmekle başlar; ancak her fark ediş, bir fark edenin bir şeyi fark edişidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder