İhsan Fazlıoğlu: "İstanbul: Süreklilik kafada kopunca!"
Anlayış Dergisi, (Sayı 30), Aralık 2005
1994 yılında Kahire'de tam kırk gün süren Uluslararası bir yazma atölyesine katıldığımda, boş vakitlerde Kahire'deki tarihî mekanları ziyaret ediyor, özellikle Osmanlı döneminden kalma eserleri görmeye çalışıyordum. İtiraf etmeliyim ki, gezdikçe Osmanlı dönemine ait eserlerin azlığı aklıma Arap milliyetçilerinin eleştirilerini getirtiyor; bir gariplik olduğunu sezmeme karşın nedenlerini bilmediğimden olacak kendi kendime bile itiraftan çekiniyordum. Bu duygularla İstanbul'a döndündükten yaklaşık üç ay sonra, Almanya'daki bir üniversitede sanat tarihi öğretim üyesi olan hanım bir profesörün, İstanbul'daki bir mekanda, XVI. ve XVII. yüzyıllardaki Kahire'de mimarî eserleri konu edinen bir konferans vereceğine dair bir ilanı Edebiyat Fakültesi panolarında gördüm. Ve gittim.
Profesör sözlerine "Kahire'ye giden İstanbullu bir Türk ilk elde Osmanlı eserlerini beklediği mikdarda göremeyince hayal kırıklığına uğrar" diyerek başladı ve bizzat yaşadığım halet-i ruhîyeyi tasvir etti. Bu tasvir dikkatimi daha da artırdı. Konuşmacı anlattıkça hayretim daha da fazlalaştı; çünkü Kıpçak, Çerkes vb... döneme ait diye gezdiğim pek çok mimarî eserin Osmanlı döneminde yapıldığını slaytlar eşliğinde izledim. Bunun nedeni ne-idi? Osmanlı mimarları şehrin estetik manzarasını dikkate alarak, eserlerini bölgenin mimarisine uygun inşa ediyor; böylece, örnek olarak, Tolunoğulları döneminden kalma bir mahallede çeşme yapıyorlarsa Tolunoğulları devri mimarisini; Kıpçak döneminden kalma bir bölgede cami yapıyorlarsa Kıpçak devri mimarisini kullanıyorlardı. Sunulan bilgi ve belgeler karşısında bütün dinleyiciler kulak kesilmiş dinlerken konuşmacı şu soruyu sordu: "Peki! Şehir olduğu gibi kalmıyor, genişliyor; genişleyen şehrin yeni bölümleri hangi mimariye göre inşa ediliyordu?" Yanıt bir o kadar çarpıcıydı: "Şehir hangi bölgeden genişliyorsa yeni inşa edilen eserlerin dış cepheleri o bölgenin mimarisine uygun yapılırken, iç mimarisi Kahire'de kullanılmış bütün mimarî tarzların senteziydi". Osmanlı mimarlarının bu şekildeki bir üslubu benimsemelerinin temel nedeni ne idi? Bu sorunun da cevabı oldukça dehşetengizdi: "Süreklilik duyuşu". Değilmi idi ki, Yavuz Sultan Selim, Kahire'ye girdiğinde "Dedem Hz. Yusuf'un ülkesini yönetmeye geldim" demişti. Süreklilik: Geriye doğru; çünkü "ancak kadim olan takaddüm eder".
Her eylem, her eser, kişinin sahip olduğu fikrin, duygunun tecessüm etmesidir. Süleymaniye Külliyesi, bir fikrin, bir duygunun cisimleşmesidir; hatta bütün bir şehir, bir mananın/anlamın tecessüm etmiş halidir. Her ne ki içerisindedir kişinin o dışına vurur; kafada olmayan mekanda da olmaz çünkü. Ahmedî'nin dediği gibi: "Sanmagil fikr etmeden her işe el / Ki'olur evvel fikret ü ahir amel"; başka bir deyişle akıl, eylemi öncellemelidir. Özellikle yöneticiler bir işe kalkışırken heva ve heveslerine göre değil, akıllarına göre iş yapmalıdırlar. Mehmed Şah Fenarî'nin Enmuzec el-ulum adlı eserindeki ifadesiyle: "Yönetici'nin düşüncesi, sözü ve eyleminden önce gelmeli; yalnızca işlere ilişkin inançlarla yetinmemelidir. Bundan dolayıdır ki Tanrı, Adem'i, kendisini diğer canlılardan ayıran aklı nedeniyle halîfe seçmiştir. Dolayısıyla Yönetici'nin eylemleri akla göre olmalıdır". Cehaletten, bilgisizlikten iyi niyetin doğmayacağı bilinmeli, aklı dolaşık insanların sorunları çözmek değil, karmaşıklaştıracağı dikkate alınmalıdır. Çünkü siyaset, dolaştırmak, karmaşıklaştırmak değil, tertip etmek, düzenlemek; "un çuvalını tozutmadan yere koymaktır"; bunun da yolu bilmekten, bilenlerle yola çıkmaktan geçer. Yine Mehmed Şah Fenarî'nin deyişiyle: "Yönetici, adalet yolundan ayrılmamalı; bilginlerle beraber oturmalı, onlarla düşüp kalkmalıdır; çünkü -bilindiği üzere- doğru/kamil siyasetin hem dış hem de iç etkisi ancak ve ancak bilgi'yle gerçekleşir".
Güzel'i tahakkuk ve tecessüm ettirmeyi kendine şiar edinmiş bir kültürün, medeniyetin mensupları olarak, duyarlılığımızı maddeye dökmek, işlemek, nakşetmek için doğruluk'u tespit etmiş olmamız gerekir. Çünkü bilgideki doğruluk sanatta güzellik adını alır; bu nedenle "doğru'yu bilen güzel eyler, güzeli eyler" denmiştir. Bütün bunlar da hesabı verilmiş bir anlam-değer dünyası'na sahip olmakla mümkündür. Hiçbir yumurtadan aslan çıkmaz; hiçbir aslan da civciv doğurmaz. Ne ki bilkuvve içkindir bir fikirde, bilfiil hale gelen de odur eylemde.
Aklî dünyamızdaki süreklilik bilgimizdeki doğruluğun, vicdandaki/anlam-değer dünyamızdaki süreklilik de, eylemlerimizdeki güzelliğin sürekliliğini sağlar. Kişinin aklındaki kopukluk, fırtına, karışıklık bilgisine; vicdanındaki/anlam-değer dünyasındaki kopukluk, fırtına, karışıklık ise eylemine, eserine yansır. Ahmedî'nin "Alem ilm [akıl] ü amel [adalet]dir" demesi boşuna değildir; ilim ile amel, akıl ile adalet, hem akılda hem de vicdanda süreklilik isteyen durumlardır. İdrakî süreklilik bilginin sihhatine, vicdanî süreklilik ise eylemin istikametine yön verir; biri doğruluğu diğeri güzelliği muhkem kılar.
Büyük muvakkıt ve Kanunî Sultan Süleyman'ın baş-astronomu Mustafa Muvakkıt'ın İlam el-ibad fî a'lâm el-bilad adlı Türkçe coğrafya eserinde "İstanbul ki merkez-i büldân tutulmuştur?" diyerek, dünyanın merkezi gördüğü İstanbul, Türklerin milletleşmesi ve devletleşmesinde en mühim tarihî aşamayı temsil eder. Siyasî iradenin temerküzü, iktisadî gelişme, hukukun tecessümü, ilim ve sanatın inkişafı, dilin inşası ve edebî bir yapı kazanması, ortak bir vicdanın teşekkülü, kısaca millet ve devletin varolması için gerekli ve yeterli tüm niteliklerin bir araya gelmesi, Türklerin İstanbul'da sükunet kazanmasıyla mümkün olmuştur. Şehir, içerisine sinen tarihî mirasıyla ruhunu yeni sakinlerine aktarmış; kıvama uygun bir vasatta buluşan madde ile mana, Türklere yeni bir suret kazandırmıştır. İstanbul hem fikirdir hem de vicdan; bu nedenle İstanbul'da her türlü tarihî eserde tecessüm etmiş Türk aklının sürekliliğinin korunması vicdanımızın da sürekliliğini muhafaza eder.
Hem Şehname-i Hümayun hem de Şemail-name adlı eserlerinde Osmanlıyı Osmanlı yapan, dolayısıyla milleti millet yapan yirmi hasleti, özelliği sıralayan Mehmed Talikî-zade (ö. 1599 civ.), boşuna şöyle demiyor: "Altıncı hassa-i kerimeleri İstanbul gibi darü's-saltani's-seniyye'ye malik olmışlardur. Cihan-ı harabda böyle bir şehr-i namyabdan bir cihan-dide ve bir alem-gerdide haber virmiş degüldür. Ve dide temaşa-yı garaib ve guş isticlabı-ı acaible aşina olalı, böyle bir şehr-i azamet-behr işitmiş ve görmiş degüldür. Hususa mecmau'l-bahreyn olub Halic-i siyahdan riyah-i Şark ile zahire memlü gemiler geldükde yügin boşaldub Halic-i sepide giderler. Ve bi'l-aks yani bir neden tolu gelen boşaldub bir neden boş giden tolu gelmekden hali degüldür".
İdraki olmayan doğru bilmez; vicdanı olmayan güzel eylemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder