İhsan Fazlıoğlu: "Sahih bir gelecek için sahih bir geçmiş tasavvuru şart mıdır?"
Anlayış Dergisi (Sayı 20), Şubat 2005,
Ünlü Osmanlı düşünürü Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702), mensup olduğu İslam-Osmanlı felsefe-bilim geleneğini takip ederek insanın doğduğunda insan-olma durumundan kaynaklanan yetileri dışında hiç bir bilgi'ye sahip bulunmadığını; başka bir deyişle "insanın ilk fıtrat anında boş olduğunu" söyler ve duyular aracılığıyla dış-dünya'yla kurulan ilişkiler sonucunda harekete geçen yetilerin duyu-verilerini muhtelif yöntemlerle işlemeleriyle ortaya tümel bilginin çıktığını belirtir. Dede'nin ifadelerinin bilgi nazariyesi açısından muhtevi olduğu düşünceler bir yana, insanın sahip olduğu tasavvurların, demek ki resimlerin, hatta anlamların/değerlerin üretiminin tarihî bağlamla, işgal edilen mekan ile süpürülen zaman koordinatlarıyla son derece yakından alakalı olduğuna hükmedilebilir. Öyleyse insanın sahip olduğu duygu ve düşüncelerin, tasavvur ve değerlerin hemen hemen tümü verilmiş (vehbî) değil, tersine kazanılmış (kesbî), tahsil edilmiştir. Bu nedenledir ki, bir insanın, hatta bir milletin geleceğinin, başta eğitim ve öğretim olmak üzere çeşitli yollarla, inşa edilebileceği apaçıktır. Tıpkı içerisinde yaşanılan şimdiki-zaman nasıl inşa edilmişse, bir kişiye veya bir millete yön-vermek, belki de yol-vermek için geleceği de inşa edilebilir. Öyle ki, bir insanın veya milletin hem şimdisini hem de yarınını belirlemek, yönlendirmek için geçmişi bile yeniden üretilebilir. Nitekim sömürgeci dönemin baskın özelliği milletlerin geleceğini yönlendirmek için geçmişlerini belirlemek, her bir millete yapay bir geçmiş yaratmaktır. Geçmişi tahrif edilen bir milletin, kültürün ve medeniyetin geleceği de kolaylıkla tahrif, hatta tahrip edilebilir. Öyleyse sahih bir gelecek için sahih bir geçmiş tasavvuru olmaz ise olmaz bir şarttır. O kadar ki, kişilerin, milletlerin fikriyatı ile hissiyatının sihhatı bile geçmiş ve gelecek'e ilişkin tasavvurlarının sihhatıyla yakından alakalıdır.
Geleceğin belirlenmesi, yani sefirod, modern çağda dünyaya hükmetmeye çalışan güçlerin öncelediği temel bir fikirdi. Süreç içerisinde geleceği belirlenmek istenenen milletlerin, bu sürece engel oluşturan geçmişleri de, hedeflenen gelecek tasavvuruna uygun olarak dönüştürülmeye başlandı. Özellikle tarihî milletlerin, tarih yapan kültür ve medeniyetlerin geleceğini belirlemek için, öncelikle tarihleri önünde küçük düşürülmeleri gerekiyordu; bu aynı zamanda o kültür ve medeniyetin tarihten tasfiyesi anlamına da geliyordu. Bu fikrin uygulanması büyük oranda sistemin kelime-i şehadetleri esas alınarak yürütülüyor; gayeyi gerçekleştirmek için ise elverişli, kullanışlı kavram-örgüleri devreye sokuluyordu. Böylece bir milletin yalnızca geçmişi, şimdisi ve geleceği ile oynanmıyor, üç tasavvura da sorunlu olan o milletin, aynı zamanda hisleri ve fikirleri tahrif ve tahrip ediliyordu.
Nazarî çerçevesini çizmeye çalıştığımız yukarıdaki fikirleri şimdi de mevcut duruma tatbik etmeye çalışalım: İslam felsefe-bilim tarihinden bahseden hemen hemen tüm felsefe-bilim kitapları, XII. yüzyıldan, özellikle İmam Gazalî'den sonra İslam dünyasında felsefe-bilim hayatının bittiğini, en azından yaratıcılığını kaybettiğini söylerler. Bu kabul de sistemin bir kelime-i şehadeti olarak benimsenir; ve ayrıntılarda getirilen tüm eleştirilere karşın sürekli olarak korunur. Tam bu noktada şu sorulabilir: Söz konusu olan tarihî bir vakıa (gerçeklik) ise, yargılarımız bu vakıaya geri gidilerek denetlenebilir. Çünkü bir önermenin yargı olma cihetinden vakıaya mutabakatı sıdkiyet ise vakıanın nesf-i emr olma cihetinden yargıya mutabakatı da hakikattir. Bu sorunun cevabı ancak ve ancak yargının sıdkiyetini, vakıanın da hakikatini önceleyen insan için anlamlı olduğu, hesabı olan hasib için hem sıdkiyetin hem de hakikatin zaten daha baştan mahsub bulunduğudur. Şimdi bu duruma yalnızca İslam astronomi tarihinden bir örnek verelim:
1957'den beri, başta Edward S. Kennedy, David King, George Saliba, Jamil Ragep gibi pek çok bilim adamının gösterdiği gibi 1240'lara kadar İslam astronomisi daha çok Batlamyus matematik sistemi ile Aristoteles kosmolojisi içerisinde işleyen, mevcut durumu ayrıntılarıyla yeniden üreten, yeni parametreler koyan, ancak bir bütün olarak mevcut sistemi nazarî olarak aşamayan bir yapıya sahiptir. İbn Heysem'in sorunlu noktalara dikkat çekmesine, hem Doğu hem de Batı İslam dünyasındaki nisbî teşebbüslere karşın İslam dünyasında mevcut sistemi aşmaya çalışan ilk başarılı teşebbüs 1240'larda Mueyyeddin Urdî (ö. 1266) ile başlamış, Nasiruddin Tusî (ö. 1274), İbn Ebi Şükr Mağribî (ö. 1283), Kutbuddin Şirazî (ö. 1311), Sadru'ş-Şeria (ö. 1346), İbn Şatır (ö. 1375), Ali Kuşçu (ö. 1474), Şemseddin Hafrî (ö. 1522 civ.), Mirim Çelebî (ö. 1524), Giyaseddin Deştekî (ö. 1542), Garsuddin Halebî (ö. 1563) gibi isimlerle devam etmiştir. Kısaca, hem ilkelere hem de yönteme ilişkin yeni ve özgün nazarî bir çerçeve getiren 1240-1600 yılları İslam astronomisinin altın çağıdır. Bu yıllar Merağa, Semerkand ve İstanbul okullarının en aktif üretim yaptıkları, Batlamyus astronomisi yanında Aristoteles metafizik ve fiziğini aşmaya çalıştıkları, "hem hesabı hem de gözlemi" beraberce dikkate alan yeni bir bilme yöntemi geliştirdikleri dönemdir.
Vakıa böyle ise niçin bu vakıaya ilişkin yargı farklıdır; tarihî vesikalara rağmen yargı/lar nasıl sistemin kelime-i şehadetleri olarak hala ayakta durmaktadırlar? Bu soruların cevabı, kısaca, geleceği mahsub olan bir medeniyetin geçmişini de mahsub kılmak istemekle alakalıdır. Bir de bu yargıya: "XII. yüzyıldan sonra din ve din adamları felsefe-bilim hayatına hakim olduğu için İslam dünyasında her-şey geriledi" iddiasını ekleyelim. Ne ilginçtir ki, tüm bu özgün astronomiyi üreten isimlerin hepsi, ama hepsi din âlimidir: Nasiruddin Tusî kelâmcı, Kutbuddin Şirazî işrakî-sufî, Sadru'ş-Şeria fakih, İbn Şatır müezzin-muvakkıt, Ali Kuşçu kelamcı-fakih...
Sahih bir gelecek tasavvuru ancak ve ancak sahih bir geçmiş tasavvuruna sahip olmakla mümkündür demiştik. Bu vargıya şunu eklemeliyiz: Bugün milletçe içerisinde yaşadığımız tarih ve medeniyet perspektifi tamamen yapay'dır. Bu perspektif içerisinde üretilen düşünceler, resimler ve hatta hisler bile bir o kadar sihhatten yoksundur. Açıktır ki Roma'ya çıkan yola giren bir milletin yolu Mekke'den geçmemelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder