İhsan Fazlıoğlu: "Mahkûm, mazlûm ya da mes′ûl insan!
Siz mahzûn mu ol-mak istersiniz?"
İtibar, Sayı 25, s. 30-32, Ekim 2013
Bir Hayat Görüşü'nün üzerine dayandığı, kurulduğu, bu nedenle de, hesâbının verilmesi gereken üç temel kavram, İlk İlke, Evren ve İnsan'dır. Daha önceki yazılarımızda, theo-ontoloji diye adlandırdığımız bu çerçevede, Theo, İlk İlke'ye, onto, var-olanlar(kâinât) anlamında Evren'e(Kâinât) ve logos ise hem ilk iki unsurdaki, hem aralarındaki ilişkide içkin düzene(nizâm), hem de insana karşılık gelir. Bu yapısıyla, her temeddün hareketine, kendine özgü yapısını verir. Bu çerçevede, dikkat edilince, ilginç bir biçimde, üç temel kavramı biraraya getiren ise ilimdir(bilgi); insanî bir eylem olarak ilim, İnsan'ın, İlk İlke ve Evren'in yanısıra kendiyle bile bilgi üzerinden irtibât kurduğu bir bağdır(izâfet). Bu nedenle, insan, her-şeyi ama her-şeyi, ma'lûm(bilinen) kılarak, kısaca, insan-caya çevirerek, kendi için anlamlı hâle getirebilir. İnsânî bilme eyleminin, i. iç ve dış mahsûsun, ma'kûle tercümesi(bilim-ler); ii. ma'kûllerin ma'kûliyetlerinin aklî tahkîki(felsefe-ler) ve iii. tahkîk'in tedkîki (mantık-lar, yöntem-ler) üçlü yapısı göz önünde bulundurulduğunda, ilim(bilgi), âlim(bilen) ve ma'lûm'un(bilinen) insanda nasıl ittihâd ettiği, birleştiği, bir-olduğu görülebilir.
Kendini mütâla'a eden bir var-olan olarak insanın, bu çerçevedeki yeri nedir sorusunun yanıtı, yer ile anlam ilişkili olduğundan ve birbirini tamamladığından, insanın anlamı sorusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü insanın çerçevedeki yeri hakkındaki idrâki, kendini tanımlama tarzlarını, yaşama biçimlerini ve geleceğe yönelik beklentilerini belirler; daha da ötesinde, bu idrâk, kişinin kendilik-bilinci'nin(idrâk-i taayyün-i şahsî/zâtî) içeriğini de tayîn eder. Kişinin, kendilik-bilinci'nin içeriğinin yapısı, yukarıda muhtevâsı tasvir edilen, insanî bilme eylemine de rengini verir; böylece kişi, İlk İlke'ye ve Evren'e, hatta kendine, bu kendilik-bilinci içinden bakmaya, her türlü maddî ve manevî olgu ve olayı, bu süzgeçten süzerek değerlendirmeye başlar. Söz konusu bakma ve değerlendirmeyi, büyük ölçekte, yani temeddün düzeyinde görmeye çalışırsak, her türlü temeddün hareketinin tecessüm ettiği insanî/hayatî ürüne, söz konusu kendilik-bilincinin kokusunun sindiğini hissedebiliriz.
İnsan nokta-i nazarından bakıldığında, özellikle Akdeniz kültür havzasında, üç türlü insan idrâkinden bahsedilebilir. İnsan, Eskiçağ Ege kültüründe, büyük oranda, hareketin belirlediği kozmos'un, sıkı ve keskin düzenliliği içinde var-olur. Bu belirleyiciliğin(determinizm) altında, insan, bir ağaç yaprağı gibidir; Evren'in düzeninin bir sonucu olarak, Evren'de, câri yasalılığın, Logos'a tâbi küçük bir logos olmasından dolayı, boyunduruğu altındadır. İlk İlke'den, Asıl'dan, en-alt-birime, unsûra değin, her var-olan, tersinemez bir biçimde, takdîr edilmiştir ve bir şekilde Bütün'e katılacaktır. İlk bakışta, insanın, irâde sahibi, dolayısıyla özgür olduğu söylenilebilir; ancak, bu söylem, zahirî açıdan doğrudur; çünkü irâde, tekil ve tikel şeyler içinde câridir; nihâî takdîri değiştirmez, değiştiremez; kaldı ki, tekil ve tikel şeyler içinde dahî Logos'un katı kurallılığına tâbidir... İlk İlke'nin kaynağı olduğu hareketin, binbir tecellîsî içindeki Evren'in, katı nedensel örgüsü altında, yarı-tanrısal metafizik ara-nedenlerin sıkı denetimi tahtındaki insan, nihâî âkıbeti, önceden belirlenmiş, trajik bir varolandır; yaşamı da tıpkı bir tragedya gibidir; ömür denilen sürede yakılan bir tür ağıttır... İlginçtir ki, felsefe, bu trajedi'yi yenmek isteyen, kendi için bir yol arayan kişinin/filozofun ümitsiz bir teşebbüsü gibidir; yaşarken, logos'unun teorik(nazarî) kuvvesiyle bilgi'yi(episteme) elde etmek ve pratik(amelî) kuvvesiyle ona göre yaşamak; böylece kemâli elde edip saâdeti yakalamak... ancak bitmez tükenmez olan, filozofun, öteki insanları dikkate almaksızın, bir tür ölümsüzlüğü, ebedîliği elde etme arayışıdır. Şimdiye değin söylenilenleri, Yunânî tarzda felsefe yapmayı zirvesine taşıyan İbn Sînâ'nın dizgesini göz önünde bulundurarak idrâk etmek mümkündür. İllet - ma'lûl örgüsünde sıkıca belirlenmiş; Tanrı'nın bile İllet-i Ulâ(İlk İllet) diye adlandırıldığı; sıkı bir felekler, nefisler ve akıllar sıra-düzeniyle, kapalı, sınırlı, -her ne kadar, ışk kavramıyla buna bir gedik açmaya çalışmış olsa da-, nedensellik kanaviçesi Evren'de, büyük bir acıyla âkıbetini bekleyen mahkûm insan... Geç dönemde bile olsa, İsmail Sâkib Tercânî, Platon'a nispetle, Yunanî felsefenin bu yapısını şu biçimde özetler: "Âlem küre; Yeryüzü merkez; insan hedef; felekler yay; olgu-olaylar oklar; Tanrı okçu; kaçış nerede?". Tercânî, "kaçış" için "meferr" sözcüğünü kullanır; yani "firâr edilecek yer".
Yunânî düşüncenin meferr-siz ve menfez-siz bıraktığı, trajîk, mahkûm insan için, bir çözüm bulma yolunda, ilk teşebbüsü, en genel anlamıyla, Hristiyanlık yapmıştır. Bu çözümün temsili en yüksek simgesel figürü, Hz. İsâ'dır. Evet, kök-atasının işlediği ilk günah nedeniyle, günahkâr insân mahkûm'dur ancak aynı zamanda mazlûm'dur... Bu zulmü, insanın üzerinden, ne kendi, ne de yarı-tanrısal metafizik ara-nedenler kaldırabilirler; kaldıramazlar, çünkü bizâtihi kaldırma işi, katı nedensellikle yönetilen düzen içinde mümkün değildir ve ayrıca bir bedel ister. Tek bir yol vardır ve Hristiyanlık da bu yolu tercih etmiştir; artık kısmî olarak kişileştirilmiş Tanrı, bizzât, mazlûm insanın katına, pişmanlık içinde yaşadığı, aşağıda olan'a(dünya: aşağı'da olan) inmiştir. Bu inme, Tanrı için, tanımı gereği, varlık dâiresinde, bizâtihi kendi koyduğu kuralların zâhirine ve ara-nedenlere uyarak, mümkündür; ancak bu imkân, bedeli ortadan kaldırmaz; bu nedenle, bi'z-zât Tanrı, İsâ'nın, oğlunun bedenine bürünerek kendi-ni fedâ etmiş; böylece insanın ilk günahının kefâretini ödeyerek, mahkûmiyeti kaldırmıştır. İnsan için yapılacak şey, artık, logos'un nazarî ve âmelî kuvvelerini işleterek kemâle, nihâyetinde de saâdete ermek değil; ilk anlamı, "dinî ayini izlemek, süreçten pay alıp arınmak" demek olan theoria'nın köküne geri dönerek, İsâ'nın yolunu izlemek, pay almak, günahtan arınmak ve selâmete ermektir.
Mazlûm İsâ figüründe, insan, artık, ma'kûl yerine, lâ-ma'kûl'u koyduğundan, aklı yerine gönlü, düşünce yerine duyguları ağır basan, bir var-olan'a dönüşmüş; trajik-insan'dan ümid-insanı'na evrilmiştir. Mustafa Sabrî'nin, isâbetle belirlediği gibi, akılda barınamayacağından dolayı, la-ma'kûlü, vicdâna yerleştirmiş; dini, tam anlamıyla nefsî hissiyâta (âtıfât-i rûhîyye) indirgemiştir; İslâm'ın, tarihî deneyiminin etkisine girinceye (Skolastisizm) değin süren bu durum, Hristiyanlık'ın akıl ve ilme değil de, ruhî deneyime niçin daha fazla değer verdiğini açıklar. Skolastik dönemde tashîh edilmeye ve İslâm'ın deneyiminden örnek alınarak ma'kûlleştirilmeye çalışılan bu zihniyet, yeni doğa felsefesinin yükselişi ve hissî deneyimin öne çıkarılıp ma'kûl olanın zayıflatılmasıyla birlikte, tekrar, Kilise Babaları(Patristik) dönemine geri dönmüş; Aydınlanma'nın iddiaları karşısında, dinî, yeniden, vicdâna ve nefsî hissiyât dâiresine kapatmıştır. Tek başına hissiyât, sıfatı, ister dinî, ister ilmî olsun, vicdânı rahatlatır; akıl üzerine de afyon etkisi yapar ki, Karl Marx'ın "Dîn, halkın afyonudur" ["Dîn, aklın afyonudur" biçiminde de düşünülebilir] cümlesindeki dînin, mefhûmu, mısdâkı, vicdânî dîndir ve bu dîn anlayışı, mahsûs dokunuşları sevdiğinden, Kapitalizm'in ve Emperyalizm'in de manevî payandası olmuştur; günümüzde dahî Yeryüzü'ndeki Moğol-vâri yıkımı yürüten gücün psikolojik motorudur. Denilebilir ki, Yeryüzü'ndeki ahlâkî kayıtsızlığın en önemli nedeni, hatta ahlâksızlığın nedeni, ma'kul'den, dolayısıyla akıldan ve ilimden arındırılmış, la-ma'kûl, vicdânî dindir.
Yunânî düşüncenin mahkûm insanı ile Hıristiyanlık'ın mazlûm insanı yaklaşımlarına, tarih'te, İslâm'daki, mes′ûl insan kavramsallaştırılmasıyla meydan okunmuştur. Ancak, bu kavramsallaştırmayı yapmadan önce, İslâm, insan'ın theo-ontolojik çerçevedeki yerini yeniden tanımlamıştır. Çünkü, bir insanın, kendine ilişkin kanaati değişmeden, olgu ve olaylara ilişkin bakış-açısı da değişmeyeceğinden, her hayat görüşü, işe, insanı yenileyerek başlar; insanın yenilenmesi hayât'ın yenilenmesi demek olduğundan, her türlü fikrî, dinî ve siyasî hareket, insanı tanımlamakla yola koyulur. İslâm'ın, insan tanımı, hem fikrî, hem de fiilî düzlemde oldukça köktencidir; çünkü insanlığı temsilen Hz. İnsan'ı, Hristiyanlık'ın tersine, Tanrı'nın katına, huzura çıkarmış(mi'râc); böylece, hem Kâdir-i Muhtâr olan Tanrı'ya nispetle, Evren'deki nedenselliğin, O'nun mutlak ihtiyârına bağlı, ceriyyu'l-âde olduğunu, yine O'nun tarafından "hark" edilebileceğini, dolayısıyla, "îcâbî" olmadığını göstermiş; ayrıca O'nun ile insan arasındaki tüm meta-fizik fâil ara-varolanları temizleyerek, fizik âmil nedenlere dönüştürmüş, hem de huzur'da, bezm-i elest'teki, sahneyi tekrar canlandırarak, İnsanı, O'nun muhâtabı kılmıştır. "Büyük-O"nun muhatâbı olarak "küçük-o", İtibâr'ın Eylül sayısındaki "Kendilik-bilinci üzerine..." adlı yazımızda da ayrıntılı bir biçimde çözümlediğimiz gibi, yine O'nun tarafından mükellef kılınmış; böylece, Tarih'te "muhâtab - mükellef - mes′ûl ferd/birey/kişi" insan örneği ortaya çıkmıştır.
İslâm, insanı, o-olmasını, hem maddî(bâliğ), hem de manevî(âkil) zeminle ilişkilendirerek, ilkece eşref-i mahlukât kabul etmiş, ancak, eylemlerinin sonunda, esfel-i sâfilîn'e düşebileceğini belirtmiştir. İnsan, meta-fizik düzlemde, bir fıtrat sahibi olmakla birlikte, kendini mutlak anlamda belirleyen, sabit, değişmez bir doğa'ya mâlik değildir; bu nedenle, insan olarak doğulmaz ama insan olmak, öğrenilir. Bu çerçevede, İslâm, bir "insan olma öğretisi"dir; öğretmen ise Rab(=terbiye edici olan) Tanrı'dır ve ideal-örnek de, O'nun Resûlu Hz. İnsan...; öğretinin kendi de dîn'dir; nihâi amacı ise, insanı, meta-fizik koruma, güvenlik altına almadır. Nitekim, dinî tekliflerin mümâresesinin en temel derin metafizik nedenlerinden biri, İbn Haldûn'un dediği gibi, tevhîd inancının kendilik-bilinci'ndeki kökleşmesi ise; öteki nedeni, insanın birey ve tür olarak korunmasıdır. İnsanın birey ve tür olarak korunması, öncelikle cân(fizik), akıl(meta-fizik) ve neslin(hayat) korunması anlamına gelir... Bu nedenle, cân'a kıyılmaz; akıl ise, i. ihmâl edilmez ve ii. akla zarar verilmez... Aklın, meşgûl edilmesi ilimledir; ilimsiz akıl, muhmeldir; dolayısıyla âtıldır. Aklı korumak, tüm dinî öğretilerin vurguladığı üzere, aklın ayıklığını, yakaza hâlini korumaktır; bu nedenledir ki, tüm ma'kûl öğretilerde, aklı uyuşturan ve ayıklığı felç eden müsekkerât, yasak kılınmıştır. İrfânî öğretilerde, Yeryüzü'ndeki bir anlık kendinden habersiz olmak bile, Tanrı ile olan irtibâtı koparacağından, hoş görülmemiştir; uyku'nun bir tür ölüm kabul edilmesi ve elden geldiğince azaltılmasının önemli bir nedeni de budur... Neslin korunması ise, insanın tür-sel devamlılığının koşulu olduğundan, meşrû sınırlar içinde, birbirini tamamlayan cins-ler arasında uygun görülmüş; öteki sözde-türleri, doğa-dan sapmak anlamında cins-ten sapmak(redâet), Türkçe deyişiyle, cins-el sapkınlık, sayılmıştır; çünkü bu türler, cins-in doğal lâzımı değil; tersine sınâî'dirler... Unutulmamalıdır ki, tüm ma'kul öğretilerde, birey ve tür olarak insana zarar veren hiçbir şey, meşrû(=yürünülecek/yürünülebilir yol) kabul edilmemiştir.
İslâm'ın, 'muhâtab - mükellef - mes′ûl ferd/birey/kişi' olarak formüle ettiğimiz anlayışı, insanı, Tanrı'nın Yeryüzü'ndeki halîfesi kabul etmekle, mahkûm ve mazlûm insan kavrayışlarını tamamen reddetmez; ancak, onları mutlaklaştırmayarak, kendilik-bilinci'nde, birer mertebe/makâm olarak görür. Örnek olarak, bir yandan, tedbîr'i bile kaderin bir cüz'ü kabul etmekle birlikte, mümkün âlemin imkânının tahakkukunun, bir vâkı'a'ya dönüşmesinin, duâ ve sadaka ile engellenebileceğini söyler; bir yandan, kader'i idrâk eden kişinin, yaşadığı mekân-zamanda, herşeyin mukadder olduğunu, yani mikdârın kadrini, takdir edebilen kişi olduğunu dile getirir ve söz konusu takdîr'in cüzî irâde olarak adlandırıldığını ekler; bir yandan da, irfâni yaklaşımda olduğu gibi, cüzî irâdeye karşın, ârif'in, O'ndan izin almasını, edeb dâiresinde görür...
Şimdiye değin söylenilenler, kitâbî olarak, belirli bir zaman ve zeminde dile getirilmiş ve terk edilmiş yorumlar değildir. Örnek olarak, "namaz, müminin mirâcıdır" hadîsi-i şerîf'i dikkate alındığında, yukarıda dile getirilen, mirâc hâdisesinin, nasıl sürekli bir tekrara konu olduğu görülebilir. Başka bir deyişle, her mümîn, Tanrı'nın katına, huzura çıkarılır, muhâtab alınır, kendine namaz teklîf edilir ve mükellef olarak, emâneti yüklenmiş olarak geri döner; insanın en büyük emâneti, yine kendi-dir; çünkü, insan, kendine emânettir; kendine emânet edilmiştir. Bu hâliyle, insan, Yeryüzü'ne döndüğünde me′sûl bir kişi olduğu bilincine tekrar bürünür... İşte bu nedenle, dinî ve yaşama ilişkin diğer felsefî ve ideolojik öğretiler, temel ilkelerini, mensuplarına, sürekli tekrar ettirerek, o müşterek âidiyetten pay almalarını sağlarlar; ama aynı zamanda, o müşterek âidiyet içinde, kişilere, kendilerine hâs tarzlarını oluşturmaya da fırsat verirler. Bu nedenle, denilmiştir ki, dinî/felsefî bir dizgenin gücü, ona mensûbiyet duyan bir kişiye, dizge içinde kendi bakış-açısını üretme olanağı verip vermediği ile ölçülür.
İslâm'ın mes′ûl insanı, belki mahkûm ve mazlûm değildir ama, Mevlânâ'nın da dediği gibi, yine de, yaşadığı gurbet'ten ve çektiği öz-(i)-lem-den dolayı, hüzünlüdür; mahzûndur: Usûl'un ve Kelâm'ın, mes′ul insanına, tasavvuf'un kattığı mahzûn sıfatıyla hâllenmek, belki de günümüzde, bizi, vehhâbî-selefî katılıktan koruyacak yegâne sığınaktır... Kim bilir? Fark, yine, belki de, gülü, kantarla[usûl ve kelâm] tartmak ile gülle [irfân] tartmak arasındaki fark kadardır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder