İhsan Fazlıoğlu: "Modernleşme Sürecinde Din-Devlet-Toplum İlişkileri Çalıştayı: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Din Algısı"

İhsan Fazlıoğlu: "Modernleşme Sürecinde Din-Devlet-Toplum İlişkileri Çalıştayı: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Din Algısı"

( Türk Ocaklarının 100. Kuruluş yıldönümü dolayısıyla )
( Gerede - Bolu )
( 04 - 06 Mayıs 2012 ) 

Sunumuma başlamadan önce, iyi akşamlar diler saygılar sunarım.

Konuşmamı girişten sonra, tespit, teşhis ve teklif şeklinde üç bölüm haline yapacağım...

Giriş

Kâtib Çelebi, Mizan el-Hak adlı eserinde "İlim, bir düstûr üzere kîl ü kâldir" der; yani "İlim, bir yöntem üzere, bir konu hakkında yargıda bulunmaktır." Bu gerekçe ile öncelikle konuşmamın dayanacağı ilkeleri, fazla ayrıntıya girmeden kısaca ve fırça darbeleriyle dile getirmek istiyorum.

1. Özellikle Hayata ilişkin nazarî mülahazalarda katı ve sert, ucu kapalı uzayda işleyen teorik modeller yerine, çok değişkenli, parametrik ilişkilere sahip, kinematik kavramsal örüntüleri öneriyorum...

2. Felsefî düşünceyi bir kavram matematiği olarak gördüğümden, söylemlerimizin lafız - mefhum - tasavvur - misdak ayrımını göz önünde bulundurması; kısaca kullandığımız dilin, ne-yi demek istediğini elden geldiğince açık ve seçik bir biçimde veren analitik bir dil olması gerektiğini düşünüyorum...

3. Bir kavramın mutlak kullanımı ile mukayyet kullanımı arasındaki farka dikkat edilmesi gerekir. Örnek olarak mutlak anlamda bilgi ile mukayyet anlamda bilgi (fizik bilgi, matematik bilgi, vb.) farklı konulardır; başka bir deyişle bilginin kendisi ile bir şey'in bilgisi değişik açıklamaları talep ederler...

4. Tabiata ilişkin konularda şey'in bilgisi yeterli iken, Hayata ilişkin konularda şey'in bilgisi yanında şey'in nedeninin bilgisi de gereklidir. Elbette, feriyyet kuralı gereği, konunun varlığı, konu hakkındaki tüm yargılardan önce gelir. Öte yandan bir şeyin mevcudiyeti ile bir şeyin idraki farklı değerlendirilmelidir. Örnek olarak, Tabiat'ın varlığı bize bağlı değildir; ancak idraki bize bağlıdır; benzer durum Tanrı için de geçerlidir; çünkü idrak eden insandır. Bu gerekçe ile herhangi bir disiplinde önce, o disiplinin nesne-alanları tespit edilmeli; akabinde o nesnelere ilişkin söz konusu disiplinin gerektirdiği yöntemle elde edilen bilgi tanımlanmalıdır.

5. Tarihî ya da güncel konuları okurken, hâlis sorular ile bu hâlis sorulara yanıt olarak üretilen teorik lisanların yarattığı sorunlar ayrı ayrı göz önünde bulundurulmalıdır.

6. Tabiata ilişkin bilginin açıklamaya; Hayat'a ilişkin bilginin anlamaya dayalı olduğunu; dolayısıyla Tabiat'ın bilgisinin insan-gözlemciden; Hayat'ın bilgisinin ise insan-yorumcudan bağımsız olmadığını kabul etmemiz gerekir. Buradaki ayrım, -açıklama dolayısıyla gözlem-bağımlı ile anlama dolayısıyla yorum-bağımlı olma-, iki ayrı nesne-alanının faslına göre yapılmıştır; levazımları ve levahıkları açısından değil; elbette levazımları ve levahıkları açısından tabiata ilişkin bilgi anlamayı; hayata ilişkin bilgi de açıklamayı kullanabilir. Bunun nedeni şu biçimde verilebilir: Tabiat'taki nesneler, insan irade ve ihtiyarının dışında var-olan nesnelerdir; Hayat'a dair nesneler ise büyük oranda insan irade ve ihtiyarının tecessüm etmiş hallerdir; ve bu nedenle insana ilişkin anlamları içkindirler. Dolayısıyla, Hayat'a ilişkin nesneleri bilmek demek; o nesnelerde içkin anlamları tanımak/anlamak demektir...

I. Tespit
Bu bölümde fazla ayrıntıya girmeden felsefî açıdan din duyuşunun kaynağına işaret etmek istiyorum.
İbn Sinacı meşşaî felsefe geleneğinin önemli ismi Lisanü'l-Hak Zeynüddin Ömer b. Sehlan el-Savî şöyle der:

"Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir".

Din duyuşunun en önemli kaynağı korkudur; ancak bu korku insanın kendi anlamına ilişkin kaygısından kaynaklanır. Anlam endişesi kökünü, insanın varoluşuna ilişkin tedirginliğinde bulur. Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, tedirginliğin en önemli nedeni, insanın kendisini Varlık'ın bir devamı olarak idrak etmesidir. Bir sarkaç misali ümit ile korku arasında salınan insan bir güvenlik (emniyet) bunalımı yaşar ve kendisini ön-görmek ister... Söz konusu güvenlik bunalımı, dolayısıyla ön-görme isteği hem gaibe imanın hem de eskatalojinin kaynağıdır. Nitekim Hoca-zade, insanın bilgi arayışının köken(mebde) ve dönüş(mead) ile ikisi arasındaki(beyne-huma) şeylere taalluk ettiğini dile getirir. Benzer biçimde Fuzulî, itikadın kökeninde köken ve dönüş sorularının bulunduğuna işaret eder.

Dinî inancın en önemli kaynağının insanın anlam kaygısı olduğunu söylemek temelde iki soruna yanıt bulmak için önemlidir. Birincisi, Ben'in sürdürülebilirliğini temin etmek ki, hiç olmak, hiçlik insanî varoluşun dolayısıyla Varlık'ın anlamsızlığını imler... İkincisi ise, eylemlerimiz için hesap sorulması ki, her şeye karşın ahlaklı yaşayan kişinin adalet duyuşunun sürekliliğini sağlar; tersi durumda Hayat'ın anlamsızlığı söz konusudur. İki soruna ilişkin bu yanıt aynı zamanda Hayat'ın sürekliliğini gösterir... Nitekim el-Din, Yakın Hayat(el-Hayat el-Dünya) ile Öteki Hayat(el-Hayat el-Ahire)'i birlikte kuşatır.

Yukarıda dile getirilenler her şeyden önce dinin bir anlam arayışı, Hayatı bir anlamlandırma işi olduğunu, kısaca bir Dünya-görüşü olarak telakki edilmesi gerektiğini gösterir... Dolayısıyla bu sunumda, dindarlaşma ya da dinî olandan uzaklaşma deyişlerinde kullanılan din, ritüel anlamında değil, dünya görüşü anlamında dine işaret eder...

II. Teşhis

Bu bölümde dünya görüşü anlamındaki dinin Türkiye'deki tezahürlerine temas ve ortaya çıkan tehlikeye işaret etmek istiyorum...

Kişisel gözlemlerime göre, Türkiye'de, sosyo-ekonomik statü ve öğretim ile dünya görüşü anlamındaki din arasında ters bir orantı mevcuttur. Zenginleşme ve öğretim seviyesinin artışı, ritüel anlamındaki dindarlaşmayı, daha doğru bir ifadeyle muhafazakarlığı artırsa da, dünya görüşü anlamındaki dinî tavır zayıflamaktadır. İnanılan anlam-değer dünyası ile iş görülen anlam-değer dünyası farkı bunun en açık delilidir. Başka bir deyişle, dilde olan değerler ele inmemektedir. Basit bir deyişle, bir dine inanılmakta ancak piyasaya göre iş görülmektedir. Daha edebî bir ifadeyle, kişi ile aynadaki görüntüsü arasındaki ilişki bile inanılan değerler üzerinden kurulamamaktadır. Bu çerçevede, kanaatimizce, Türkiye'de dinin iki türlü tezahürü vardır:

1. Halk seviyesinde mitolojik din: Mitoloji ile yalnızca hurafeler kast edilmemektedir. Bilinç içeriği halini almamış; tanımsız ve belirsiz bir mensubiyet... Bu terimle mitolojik dinin içeriğinin yanlışlığı değil, mensubiyetin tarzı imlenmektedir.

2. Okumuşlar, tahsilliler seviyesinde psikolojik din: Buna vicdana hapsedilmiş din de denebilir. Vicdanî din, inancını ciddiye alan kişilerde ideolojiye, bazen de yıkıcı bir ideolojiye dönüşmekte; bilinç içeriği halini almamış kişiler nezdinde ise ahlakî çürümeye neden olmaktadır...

Teolojik ya da daha yerli bir ifadeyle kelâmî din, Türkiye'de çok az kişinin uzmanlık alanı haline dönüşmüştür. Kelâmî dinden kast edilen şudur: Hesabı verilmiş, temellendirilmiş; varlık - bilgi -değer dizgesini ifade etmiş makul bir din... Burada makul deyince kast edilen istidlalî, istikraî ya da aklın diğer tecellileriyle ilgili muayyen-sınırlı bir yapı değil; doğrudan mücerred aklın idrak ettiği nazarî bir dille kurulmuş dünya görüşü anlamındaki dindir.

Bu anlamdaki dinin çekilmesi basit bir hadise değildir. Anadolu-Balkanlarda bin yıl boyunca oluşmuş dinî tecrübe, dolayısıyla dünya görüşü anlamındaki din hızla mevzi kaybetmektedir. Fıkıh - Kelam - İrfan'ın terkibi olan bu dinî tecrübe aynı zamanda Anadolu - Balkanlar'da oluşan Türk kimliğinin de mukavvim bir unsurudur. Bu nedenle hem dünya görüşü anlamındaki din çekilmekte hem de buna bağlı olarak Türk kimliği erimektedir. Bugün günümüzde Türkiye'de en önemli olaylardan birisi gizli bir Selefîliğin, giderayak Vehhabîliğin yayılmasıdır; daha da tehlikelisi bunun Ehl el-Sünnet ve el-Cemaat adına yapılıyor olmasıdır...

III. Teklif

Teklifimizi sunmadan önce bazı sözcüklerin anlamını açıklığa kavuşturmak da fayda mülahaza ediyorum... Her şeyden önce tarih bir çuvala benzetilirse, teklif edilen geçmişe giderek çuvalın içine girip kendini denize atmak ya da çuvalı sırtlayıp bugüne taşımak değildir. Teklifimiz tarihî tecrübenin sürekliliğini muhafaza etmektir; çünkü icad ancak ve ancak mevcud'dan hareketle mümkündür. Tarihî tecrübe bizim mevcudumuzdur ve ancak o tecrübeden hareketle bir icad'da bulunabiliriz. Hayat, geleceğe doğru yaşanır, geçmişe doğru idrak edilir/anlaşılır.

Öte yandan tarihî tecrübede üretilen hiç bir şeyin başına 'İslam' sıfatı getirtilerek kutsanamaz... Tarihte İslam değil, bu dünya görüşüne mensup Müslümanlar bir şeyler yapmışlardır. Dolayısıyla tarihte İslam matematiği yoktur; Müslümanların yaptığı matematik vardır; benzer biçimde tarihte İslam Devleti mevcut değildir; Müslüman insanların kurduğu devletler söz konusudur. Söylenenler basit bir kelime oyunu değil; doğrudan anlama ilişkin yargılardır. Tersi durumda tarihî olan ideal hale getirilir ve eleştiriden azade kılınır. Öte yandan tarihî olanı küçümseyip görmemezlikten gelmek ve tarih-üstü soyut bir İslamî olana sığınmak da başka bir ideal hale getirme tarzıdır.

Bu mukaddemelerden sonra, dünya görüşü anlamındaki dinin çekilmesini ve köklerini Anadolu -Balkanlardaki bin yıllık tarihî tecrübede bulan Türk kimliğinin erimesini engelleyecek teklifimizi aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1. Anadolu - Balkanların tarihteki dinî tecrübesi ihya edilmelidir. Özünü, özellikle Sadreddin Konevî, Siraceddin Urmevî, Celaleddin Rumî ve Kutbuddin Şirazî'nin yoğurduğu Konya'daki terkibin oluşturduğu bu tecrübenin mukavvim unsurları şu şekilde ifade edilebilir:

i. İtikad: Değer/amelî
ii. İlim: Bilgi/nazarî
iii. İrfan: Varlık/hadsî

Konuşmada kullanılan ihyâ sözcüğünden kasıt, tekrar pahasına, yukarıda dile getirdiğimiz üzere, tarihî tecrübedeki sürekliliği ihyadır.

2. Günümüzde, özellikle Türkiye'de dinî düşüncenin en önemli sorunu, mantık terimleriyle ifade edecek olursak, suğraları değişmiş kübraların kullanılmaya devam edilmesidir. Bu da kelamî/makul bir din idrakinin önündeki en büyük engeldir. Başka bir deyişle, fizik değişmiş ancak bu fizik üzerine kurulu metafizik kullanılmaya devam etmektedir. Bu durum diğer pek çok ilim alanı için de geçerlidir. Öte yandan bu soruna bağlı olarak, beşinci ilkede dile getirilen, -'Tarihî ya da güncel konuları okurken, hâlis sorular ile bu hâlis sorulara yanıt olarak üretilen teorik lisanların yarattığı sorunlar ayrı ayrı göz önünde bulundurulmalıdır.'- düşüncenin ihmal edilmesidir. Örnek olarak, İbn Sinacı illiyet anlayışına karşı geliştirilmiş Gazalî'nin eleştirisi, mutlak nedensellik anlayışı gibi dikkate alınmaya devam etmektedir; ya da İbn Sinacı tanım teorisinin yarattığı 'Tanrı tikelleri bilebilir mi?'sorusu, İbn Sinacı tanım teorisi değiştiği halde bağlamından kopuk bir biçimde tartışılmaya devam edilmektedir. Başka bir deyişle, bugün Harizmî cebri, İbn Sina fiziği, İbn Heysem optiği, Nasireddin Tusî astronomisi vb... kullanılmamakta, ancak onların üzerine inşa edilen ilahiyat ya da metafizik ifadeler kullanılmaya devam edilmektedir. Dolayısıyla günümüzde yalnızca insan - toplum - devlet gibi konuları içeren Hayat odaklı düşünce yanında, biraz da, tarihimizde olduğu gibi, fizik, kozmoloji, astronomi gibi konuları içeren Tabiat odaklı bilim dallarını dikkate almalıyız.

3. 'Ehl el-Sünnet ve el-Cemaat' terkibini basit bir biçimde dinî bir mezhep biçiminde görme anlayışından kurtulmalıyız. Bize göre, Sünnîlik, Şiîlik ve Zahirîlik/Selefîlik/Vahhabîlik vahyî metni okuma biçimiyle ilgilidir ve bu biçim İslam'ın bir dünya görüşü olarak idrak edilmesinin de doğasını belirler. Şiîlik bâtınî okuma biçimini öne çıkartıp bu hakkı da ilahî-seçilmiş-kozmik bir aileye tahsis ederken, Zahirîlik, literal okuma biçimiyle yetinir. Sünnîlik ise nazarî okuma biçimini kabul eder ve belirli bir eğitimi almış her kişinin bu okumayı yapabileceğini belirtir. Buradaki okuma biçimi, kamusal alanı ilzam edici olması bakımından tanımlanmıştır; yoksa Sünnîlik de, kişisel ve tercihe bağlı olarak batınî okuma biçimini irfan tanımı çerçevesinde kabul eder... Nasireddin Tusî ve özellikle Allame Hillî'den sonra Şiilîğin de, bazı formlarıyla, nazarî okuma biçimine yaklaştığını belirtmeliyiz...
4. Türkçe düş görme ve Türkçe düşünme iddiamızı canlı tutmalıyız. İlginçtir ki Türkiye'de Üniversitelerde İngilizce eğitim ve öğretimi eleştirirken, şimdi de Arapça ve İngilizce İlahiyat fakülteleri açılmaya başlamıştır. Osmanlı döneminde bile medreselerde ders takrirleri Türkçe ile yapılırken, günümüzdeki bu anlayış son derece dikkat çekicidir. Türkiye'de Arapça kültür emperyalizmi söz konusudur ve bunu da özellikle Türk asıllı Arap milliyetçileri yürütmektedirler... Cumhuriyetin alfabe ve dil devrimine karşı çıkan milliyetçi ve muhafazakar çevreler son yaptıklarıyla eleştirilerinin meşru zeminini kaybetmişlerdir. Uluslararası olma adına yakın bir zamanda İngilizce ezan ve İngilizce namazın gündeme geleceği söylenebilir... Öte yandan, kişisel gözlemlerime göre, özellikle Yurt dışında yaşayan Türklerin ibadet tarzları, gittikçe Araplaşmaktadır...

Son olarak, Goethe, 'Türkler, tarihten tasfiye için İslamsızlaştırılmalıdır' (de-Islamization) der... Şüphesiz onun temennisi XVI. Yüzyıldaki Postel'in Türkleri Hristiyanlık için ikna etme; olmaz ise icbar etme; bu da olmaz ise ifna etme denklemi ile Leibniz'in Avrupa ile Çin'in Türkleri sandviç yapma arzusunun bir devamıdır. Ama burada kast edilen İslam, basit bir şekilde ritüel, biçim, vicdanî günah çıkartma, kapitalist üretim-tüketim denklemini meşrulaştırma aracı anlamında değil; varlığı, bilgiyi ve değeri kendi ilkelerine göre idrak eden ve Tevhid'i sade bir itikad olmaktan çıkartıp Tabiat ve Hayat'ı yorumlayan metafizik bir ilke haline getiren dünya görüşü anlamındaki İslam'dır...
İşte bu nedenlerden dolayı bu topraklarda ya mutlu bir hayvan gibi yaşayacağız ya da atalarımız gibi mustarip birer insan olacağız... Tercih bize kalmış...

Saygılarımla; teşekkür ederim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts