İhsan Fazlıoğlu: "İdeolojik Savaş Başladı -mı?"
Anlayış Dergisi, (Sayı 1), Haziran 2003
Arnold Toynbee, XIX. yüzyılın ilk yarısında, Batı'nın 'var-oluş' savaşında çağdaşlarını, özellikle İslâm dünyasını ekonomi-politik ve askerî açıdan yendiğini, kendi ağları içerisinde hapsettiğini; ancak bütün gücüne karşın İslâm dünyasını kendisine has 'kültür'ünden koparamadığını, müslümanların 'çok zor durum'da olmalarına rağmen 'ruhlarını' korumaya devam ettiklerini söyler ve ekler: "... bu da ideolojik savaşın henüz başlamadığı anlamına gelmektedir".
Son zamanlarda, özellikle 11 Eylül 2001'den sonra, cereyan eden olaylar, Batı'nın 'ideolojik savaş'ı başlattığını gösteriyor. Artık Batılı güçler, sağ ve sol kanatlara hücum etmiyorlar; tersine merkeze, 'Otağ-ı humâyun'un bulunduğu merkeze saldırmaya başladılar. İslâm'ın tevhîd ilkesinin çoğulcu bir siyâsî rejime engel olduğunu söyleyen Latin Amerikalı yazar ile müslümanların 'şehit' inancının savaşı [terörü!] körüklediğini iddia eden Hintli-Amerikalı yazarın maksadı aynı: İslâmın temel ilkeleri ve kavramlarını vurmak... Buna bir de doğrudan Hz. Peygamberi hedef alan karalama kampanyaları eklenirse, ideolojik savaşın 'aniden' ve 'doğrudan' başladığı rahatlıkla söylenebilir.
Düşünce tarihiyle birlikte yürür; bugünü idrak etmek için düne göz atmak gerekir. Saint Pierre, 'Muhammetçi hataya karşı eyleme geçmek yani yazmak gerekir' demişti XII. yüzyılın ilk yarısında... XVII. yüzyılın ikinci yarısında ise Alman asıllı ancak Fransız siyasî erkine hizmet eden ünlü filozof-bilim adamı Leibniz, henüz 26 yaşında iken XIV. Louis için İslamı, bahusus İslam'ın o günkü temsilcileri olan Türkleri 'tarihten tasfiye etme projesini' geliştirmişti. Fransızlar için bu yabancı bir 'istek' ve 'hedef' sayılmazdı. Çünkü Fransız hariciyesinin önemli adlarından, bilim-casusu G. Postel daha XVI. yüzyılda Türkleri önce 'ikna etme'ye çalışmayı, olmazsa 'icbâr etme'yi, en nihayetinde de 'yok etme'yi önermişti. Ona göre, 'öteki-olan' Türkleri önce tanımayı, bulundukları durumu bilmeyi, oldukları hâli idrak etmeyi; akabinde Batı-Avrupa'nın menfaatlerine göre 'yeniden tanımlama'yı, kısaca olması-gerekene uygun hale getirmeyi; en nihayetinde direnirlerse de 'yok-etme'yi göze almak gerekirdi. Bossuet'in "Hristiyan Avrupa'nın Dünya üstündeki egemenliğini kurmada tek engel olarak gördüğü Türkleri"n ne yapılacağı sorusuna Careil ciddi (!) bir cevap buluvermişti: "Türk ırkının tamamen ortadan kaldırılması ve Osmanlı denen rezil güce bir son verilmesi"....
Yakın tarihimiz Saint Pierre'den başlayıp Postel, Leibniz ve Careil üzerinden devam eden fikirlerin tatbikine yeterli bir örnektir. Siyâsî-askerî açıdan bütün bir İslâm Dünyası'nın tarihten tasfiyesi, içeriden ve dışarıdan, hep birlikte gerçekleştirildi. Gerçi ideolojik-kültürel tasfiyenin, 'ateşli savaş' seviyesinde olmasa da, çeşitli bilimsel(!) tekniklerle uzun zamandan beri yürürlükte olduğu bir gerçek... Gibb "Onların herşeyini mahvettik: Felsefelerini, dinlerini.... Artık hiç bir şeye inanmıyorlar. İçlerinde sonsuz bir boşluk açıldı. Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler" derken bu durumu tasvir ediyordu; yani gelecekteki ateşli bir savaş için, direnci kırmak, ruhu esir almak. Bu hedefi gerçekleştirmek için de müslümanların kendilerine yani tarihlerine olan güvenlerini kırmak birinci hedefti. Nitekim Massignon bunu şöyle dile getirir: "Onları kendi vicdanları önünde küçük düşürdük". İfade açık: Biz başkalarına karşı değil, kendimize yani tarihimize karşı küçük düştük. Çünkü 'vicdan tarihtir'.
Şimdiye kadar söylenenenler 'min-vech' şöyle 'min-vech' böyle yorumlanabilir. Ancak açık olan bir şey var: Metafizik üstünlük ile tarihî üstünlüğünü his seviyesinde bile kaybetmiş bir kalabalık, bir yığın İslâm dünyası... XIII. yüzyılda Bağdad'da elinde kılıç olan bir Moğol kadının önünde arkalarına bakmadan kaçan bir düzine müslüman erkeğin durumu ile bugün, ruhumuzun ve kültürümüzün inşa edildiği Bağdad tarümar edilirken binbir türlü bahaneye sığınan (yani kaçan) bin düzine erkeğimizin durumu arasında mahiyetçe bir fark yok... Her ikisi de kaçıyor. Kimden? Kendisinden yani vicdanından yani tarihinden...
Büyük Medeniyetler dinî, siyasî ve iktisâdî emellerini tevhid edebilen, sentezleyebilen medeniyetlerdir. Roma'da, Abbasîler'de, Selçuklular'da, Osmanlılar'da, hatta İngilizler'de bir eylemin gücü, o eylemin üçlü yani dinî, siyasî ve iktisâdî özelliklerinin hemhal olmasından kaynaklanır. Bugün ABD'nin -henüz büyük bir Medeniyet değilse bile, iddiaları itibariyle- herhangi bir eylemi ne tek başına dine, ne siyasete ne de iktisada indirgenebilir. Dolayısıyla Bağdad, ne yalnızca petrol ne de ABD'nin siyasî amaçları için bombalanıyor, tersine aynı zamanda aniden ve doğrudan başlayan ideolojik savaşın bir hedefidir Bağdad: Herşeye rağmen kendisinden koparılamadığımız kültürümüzün, herşeye rağmen ele geçirilemeyen ruhumuzun inşa-edildiği Bağdad...
Bir kızılderili bilgesi beyaz-adamın (anglo-amerikalının) bir milleti 'kesin yenilgiye uğratması' için geliştirdiği taktiği şöyle özetler: 'Bir milletin sevdiği, uğrunda savaştığı, kendisi için varolduğu güzellikleri yok etmek; suyunu zehirlemek, hayvanlarını katletmek, kadınlarını kirletmek, çocuklarını boğazlamak, hasılı o milleti o millet yapan bütün değerleri bir daha geri döndürülemiyecek şekilde ortadan kaldırmak... Uğruna yaşadığı, kendisi için savaştığı güzelliklerin yok-edildiğini gören savaşçı-kişi ise iki seçenekle karşıkarşıyadır: Ya intihar etme ya da bilincini uyuşturma. Biz kızılderililer her ikisini de yaşadık". İşte anglo-amerikalının niçin Bağdad'la ideolojik savaşı başlattığını gösteren neden: Bağdad bizim güzelliklerimizin tecessüm ettiği şehrin adıdır: "Ana gibi yar Bağdad gibi diyar olmaz". Bağdadın işgal edilmesi, yok-edilmesi, medeniyetimizin, kültürümüzün, ruhumuzun, sevdiklerimizin 'Ana'sının işgal edilmesi, yok-edilmesidir; kısaca İstanbul'un 'ikiz-kardeşinin' işgal edilmesi ve yok-edilmesi... Bağdad'daki yazma eser kütüphanelerinin tarümar edilmesi Süleymaniye kütüphanesinin ana-kaynağının yok edilmesidir: Yani hafızamızın yok-edilmesi... Anglo-amerikan medeniyeti bir 'kan medeniyetidir'; bundan dolayıdır ki periyodik aralıklarla taze kana ihtiyaç duyar; kana yani yok edilecek, öldürülecek kızılderililere, yerlilere... Bağdad'lara... Yoksa anglo-amerikalının Türkiyeyi Sultan Ahmet Camii'ni bombalamakla tehdit etmesi başka türlü nasıl açıklanabilir?
Türklere gelince; Machiavelli "Türkler zor ele geçirilir; ama bir kere ele geçirildiler mi elde tutulurlar" demişti. 'Türkleri ele geçirmek' ne demek? Bu sorunun cevabı Temmuz 1098'de Antakya'da Türklere karşı savaşa katılan bir papazın günlüğünde mevcut: "Kesin yenildikleri zaman'. Anglo-Amerikalıların bütün derdi I. Dünya Savaşında 'kesin yenemedikleri', İstiklal Harbi'nde topraklarından kovuldukları bir milleti kesin ve nihâî olarak yenmek. Dirençleri kırılan, ruhları 'kesin' yenilen içimizdeki 'Gavurlar: anglo-amerikanlaşmış devşirmeler' bu duruma çok güzel bir örnektir... Ancak son zamanlarda yaygınlaşan gelişmeler ister istemez insana şunu düşündürtüyor: Yoksa kesin yenilmeye mi başladık?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder