İhsan Fazlıoğlu: "Hedef konuşulabilir Türk'ü yaratmak"
Anlayış Dergisi, (Sayı 10), Mart 2004
İddia sahibi tarihî toplumlar tarihî süreç içerisinde altı aşamadan geçerler. Kuruluş aşamasında insanlığa yön vermeyi hedefleyen toplum, kendisine biçtiği misyon'un öngördüğü ilkelere göre hareket eder, savaşır, barışır, ileri gider, geri çekilir. Yükseliş aşamasında elde ettiği güce paralel olarak kendisini ve temsil ettiği misyonu tarihin merkezine koyar; geçmişi, şimdiyi ve geleceği kendisine göre kurar ve yorumlar. Merkez olarak kendisini tüm insanlık için sorumlu sayar; bu sorumluluğunu yerine getirecek şekilde düşünür ve eyler. Yayılış/İstikrar aşamasında toplum kurduğu organizasyonun içerdiği imkanları son sınırlarına kadar açar; hem maddî hem de manevî güçlerini mevcut durumu sürdürebilecek biçimde sefer eder. Bu aşamada yeni yaratımdan çok eskiyi, ayrıntılarda derinleştirse de, muhafaza eder ve savunur. Ortaya çıkan eksiklikleri ve aksaklıkları, kendisini mümkün kılan, varlığa getiren misyonun ilkelerine geri giderek gidermeye çalışır. Bu nedenle geçmiş sözel/hamasî üretim yoluyla atıf sistemi haline getirilerek sürekli üretilir; bu üretim de hem toplumu sahip olduğu konusunda ayık tutar hem atılım gücünü korumayı sağlar hem de yeni bir şey yapamamanın psikolojik eksiliği geçmişte yapılanlara vurguyla giderilmeye çalışılır. Zayıflayış aşamasında toplum, her şeyden önce kendi zayıflığını dışarıdan yükselen, kendisini tehdit eden ve kendisine meydan okuyan yeni bir güce göre fark eder.
Bu dönemde toplumun dikkati, yükselen yeni gücün ne-olduğunu anlamaya yönelir; kendini toparlamaya çalışır, gerektiğinde yeni-gücü zahiri bakımından taklit etmeye başlar. Yeni-güç sahip olduğu güç bakımından, başka bir deyişle bu gücü elde etme açısından ulaşılması gereken bir örnek ve model olarak görülür. Bu gücü mümkün kılan şartların ne olduğu araştırılır; bu şartların yapay üretiminin gücünü kaybeden topluma yeniden eski günlerini geri vereceği zannına düşülür. Çöküş aşamasında ise toplum artık, en azından kısa vadede, yeni-güce rakip olamayacağını anlayarak yeni-güç ile kendisi arasında müşterek noktalar üretmeye başlar. Özellikle yeni-gücü mümkün kılan bazı unsurların kendisinden devşirildiği vurgulanır ve kendi geçmişinin yeni güce olan katkıları sürekli gündemde tutulmaya çalışılır. Bu tavrın sonucunda toplum, kendisinin de yeni-güç ile aynı tarihi paylaştığını, dışarıda olmadığını; başka bir deyişle kendisinin de yeni-gücün tarihi içerisinde yer aldığını göstermeye uğraşır. Bu nedenlerle kendi tarihinin muhtelif sahalarda ve konularda yeni-güce yaptığı katkıları sürekli gündemde tutarak hem toplum içerisinde oluşan aşağılık psikozunu tedavi etmeye gayret eder hem de taklid sürecinde ortaya çıkacak zorlukları gidermeye. Ancak bu girişim bir yandan da, dialektik olarak, toplum içerisinde yeni-güce katılmayı hızlandırır ve kolaylaştırır. Bu da altıncı ve son aşamayı, eriyiş aşamasını doğurur. Bu aşamada toplum artık yeni güç içerisinde erir; hem şimdisine hem de geçmişine katılır; geleceğini de yeni-gücün geleceğine bağlı görür. Artık sahiplenmesi gereken bir geçmişi olmadığından -çünkü hem hissî hem de aklî seviyede ondan kopmuştur- yeni güce karşı farklı bir kimlik/tarih sahibi kişi gibi davranmaz; tersine yeni gücün bir bireyi gibi yaşamayı kendisine hedef seçer.
Yukarıda çizilen çerçeve bu toprakların hem maddî hem de manevî tarihine uygulandığında doğrulanabilir bir tabloyla karşılaşılır. Elbette tüm aşamaları tek tek ele alıp açıklamak, bu yazı çerçevesinde mümkün değil; ancak son iki aşamayı örneklendirmek mümkün. XVIII. yüzyılın başlarında, Eğinli Nu'man Efendi'den bu yana İslam medeniyeti'nin [eski-güç] yükselen Batı Avrupa medeniyetine [yeni-güç] yaptığı katkılar üzerine, hemen hemen dünyanın her yerinde, binlerce çalışma yapıldığını görmek kimseyi şaşırtmaz. Hatta pek çok kişi bu yüksek hakikatleri öğrenmekten zevk alır ve gurur duyar. Özellikle mühendishaneler ve diğer yeni okulların kurulmasıyla yetişen nesillerin Tanzimat'tan itibaren üzerinde en çok durdukları konulardan birisidir bu: İslam, Osmanlı, Türk, vs. medeniyetlerinin Batı Avrupa, ya da kısaca Batı medeniyetine etkisi. Elbette ilmî/akademik çalışmaların masum olduğu söylenebilir. Doğrudur, ancak bir şartla: Her ilmî-olan bir siyasî iradenin hizmetindedir. Örnek olarak, şu tür çalışmalar hemen hemen hiç görülmez: İslam medeniyeti'nin Çin medeniyetine etkisi: İlm-i vefk'in İslam ile Çin arasında ortak bir ilim dalı olması, Çinli astronom Fao-mun-ji'nin Nasiruddin Tusî'nin Merağa Rasathanesi'nde çalışması, İslam rasathane ilkelerine göre Çin'de rasathane kurulması, Çinceye tercüme edilen eserler vs. Yahut İslam, Türk medeniyetlerinin Hind'e etkisi: Nasiruddin Tusî, Kutbuddin Şirazî, Ali Kuşçu, Abdulali Bircendî gibi pek çok ilim adamının eserlerinin Sanskritçeye çevirileri; Mevlana'nın Mesnevî'sinin Hindu rahipler tarafından tercümesi ve ayinlerde okunması vs. Çin'in yükselişi ve dünya gücü halini almasıyla belki de İslam dünyasında ilk yapılacak iş bu medeniyete olan katkılarımızın araştırılması, ortaya konulması ve güncelleştirilmesi olacak. Bu da bize Çinlileşme yolunda büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Çünkü ne de olsa bu hale gelmesinde ciddi katkılarımızın olduğu bir medeniyet bir bakıma bizim de eserimiz sayılır ve Çinlileşme aslında biraz da, ters yönden de olsa, biz-olmak demektir.
Dile getirilen bu durum en iyi Tanzimat ve Meşrutiyet münevverlerinin çocuklarında görülür. Bu konular üzerinde kafa yoranların çocuklarının günümüzde artık böyle bir dertleri kalmadı. Çünkü artık onlar son aşamadalar; oluşmasında katkıda bulundukları medeniyetin içerisinde eridiler, eriyorlar. Bu katkıları dedeleri, babaları araştırdı; kendilerinin sahiplenecekleri ve araştıracakları bir geçmişleri artık yok. Cumhuriyet döneminde şehirleşen muhafazakar kesimin Avrupa'ya [ya da Avrupa Birliği mi demeliyim] uyum sağlaması için yeniden gündeme getirtilen ve yalnızca Türkiye'de değil, ilginç bir şekilde bugünlerde hemen hemen başta tüm İslâm dünyası olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde ele alınan konu Avrupa/Batı medeniyetinin oluşmasında müslümanların katkıları konusudur. Yine ilginç olan bu katkı XIII. yüzyıl, yani İbn Rüşd'le büyük oranda bitirilir. Merağa, Semerkand matematik-astronomi okullarını geçiniz; A. Alpago, G. Postel vb. kişilerin gayretleri, XVII. yüzyıldan günümüze değin süren çalışmalar, mantık gibi pek çok konu, Brentano gibi pek çok filozofun eserleri üzerinde fazla durulmaz. Esas itibariyle bir etki varsa bu etki başlamış ve bitmiş bir etki değildir; tersine dinamiktir. Çünkü bu etki çerçevesinde Batı'da üretilen eserler ve fikirler, Suarez'de olduğu gibi, yeniden üretime sokularak çoğaltılmakta, XVIII. yüzyılda Farabî ve İbn Tufeyl'in, XIX. yüzyılda İbn Sina'nın, XX. yüzyılda İbn Sina ile İbnü'l-Arabî'nin yeniden üretiminde görüldüğü gibi işlenmektedir.
Ancak denildiği gibi sorun bir şey araştırmak değil yalnızca; muhafazakar kesimin [belki de muhafazakar demokrat kesimin demeliyim] Avrupa'yı ve Avrupa Birliğini kolayca benimsemesini; çocuklarının da tıpkı Tanzimat ve Meşruiyet münevverlerinin çocukları gibi, son aşamada erimesini sağlamaktır. Belki o zaman geri kalanları/nisbeten direnenleri 'konuşulabilir Türk' -ya da dialoğa hazır Türk- haline dönüştürebilirler. Kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder