İhsan Fazlıoğlu: "Eleştiri ve Uyum Kıskacında Müslümanlar
[Muslims Amidst the Tension of Critique and Conformity]"
Uluslararası Sempozyumun'un Açış Konuşması
Bielefeld/Almanya
28-29 Nisan 2012
Muhterem hocalarım,
Değerli meslektaşlarım,
Kıymetli katılımcılar,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Başlamadan önce bu toplantıyı düşünen, düzenleyen ve bu hale gelmesine katkıda bulunan İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı'na ve onun değerli görevlilerine ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum...
Benim konuşmam çok da felsefî olmayacak. Daha çok, düzenleyici heyetin talebi doğrultusunda, biraz sonra yapılacak felsefî ve tarihî konuşmalara bir hazırlık mahiyetinde olacak. Bu yüzden amacım salondaki gerginliği gidermek, biraz gevşetmek; zihnî bir masaj yapmak ama bu zihnî masajı yaparken mesaj vermek... Konuşmamın tüm içeriğini bu şekilde özetleyebilirim.
Ünlü düşünür Herakleitos uykuda olan insanların kendi dünyasında yaşadığını söyler. Ama uyandıklarında herkesin tek bir dünyada yaşadığını fark ettiğini belirtir. Uykuyu yalnızca biyolojik olarak düşünmeyelim. İnsanlar içlerine gömülü oldukları psikolojik durumları bir uyku durumu olarak kullanabilirler. Ya da içerisinde yaşadıkları anlam-değer dünyasını, ideolojilerini, dinlerini, tek başına, başkalarını dikkate almadan, kendi uykuları haline getirebilirler. Dolayısıyla bu tür konferanslar, bu tür sempozyumlar insanların dürtülmelerine ve içerisinde gömülü oldukları bu uykulardan uyanmalarına neden olabilir. Bu açıdan, bizi dürten, bizi kargılayan, bizi rahatsız eden, bizi gerçekliğe dönmeye çağıran bu bildirilere dikkat kesilelim ve içerisinde yaşadığımız o tek dünyanın anlamını idrak etmeye çalışalım.
Ancak burada bir sorun var; bunu da daha baştan ifade etmek gerek...: Uyuyan bir insanı uyandırmak kolaydır; ama uyuma numarası yapan bir insanı uyandırmak çok zordur. Dolayısıyla bu tür toplantıların ya da bu tür konuşmaların en önemli açmazlarından bir tanesi, uyuma numarası yapmak ve konuyu, konunun içeriğini doğru ya da yanlış yargıları verebilecek bir yapıdan çıkartıp, politik, ideolojik vb. konular için enstrüman olarak kullanmaktır. Bu açıdan sunumlarımızda ya da bu konularla ilgili özellikle yabancı coğrafyalarda, mekanlarda yapacağımız konuşmalarda ileri süreceğimiz tezlerde sahici olmak, konuştuğumuz konuyu bir enstrüman olarak değil, bizatihi konunun kendi değeri açısından ele almak zorundayız. Bu dikkat çekmek istediğim birinci mesele...; ikinci mesele ise birincisinden daha da önemli. Genelde bu tür konferanslarda, konuşmaların, bizim mantık dilinde hakikî önermeler dediğimiz alan içerisinde cereyan etmesi, mahiyetler üzerinden gitmesi ve belirli özsellikler üzerine inşa edilmesidir. Masa başında kavramlar üzerinden ve kavramlar içerisinde yürütülen tüm bu konuşmalar, pratik hayatın gerçekliğiyle yüzleştiğinde sapmalar ve sapıtmalar gösterir.
Bunun nedeni nedir? Bunu bir örnek üzerinden ifade etmeye çalışayım: Her akıllı insan, psikolojik bir sorunu yoksa, insan hakları dediğimiz terkibi ciddiye alır ve insan üzerine, hak kavramı üzerine ciddiyet göstererek konuşur. Ama gündelik hayata gittiğimizde, artık hem insan hem de hak kavramı, güce, sınıfa, mensup olunan devlete, siyasî örgüte göre değişir. Artık insanların hakları, insan hakları hakkında yaptığımız konuşmayla mutabık olmaz. İnsanlar derecelenir: Kızılderililerin hakları mı? Zencilerin hakları mı? Kısaca kimin hakları? Muhatabın kim olduğu, hak kavramını belirlemeye başlar; bu da eşitsizlik doğurur. Dolayısıyla bu tür konuşmalarda kavramlar içerisinde icat ettiğimiz içeriklerin ya da kavramlar üzerinde inşa ettiğimiz düşüncelerin günlük hayattaki karşılıklarıyla samimi bir şekilde yüzleşmemiz gerekir. Aliya İzzetbegoviç'in dediği gibi: "Tek tek insanları sevemeyenler insanlık kavramına sığınırlar". İşte bu tür konuşmalarda en büyük sorun, kavramlara aşık olmak, kavramların içerikleri üzerine rahatça konuşurken o kavramların karşılık geldiği gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmak ve yüzleşmeye başladığımızda ise örtmek, bütün çöplüğü halının altına süpürerek temiz olduğumuzu göstermeye çalışmaktır... Burada dile getirilen durumu günlük siyasî olaylarda görmek mümkündür. Hatta kişisel olarak Aliya İzzetbegovic'in bu cümlesinin Müslümanlar için de uyarlanabileceğini düşünüyorum: "Tek tek Müslümanları sevemeyenler İslamcılık kavramına sığınırlar". Hatta İslamcılık kavramı etrafında edebiyat yaparlar. Halbuki İslamcılık bir ideoloji, bir dünya görüşü, bir siyasî duruş, bir ekonomik program; artık ne derseniz deyin, son derece zengin içeriklere, çağrışımlara sahip, felsefî tahlilleri kaldırabilecek bir yapı gösterebilir. Ama bu yapıyı tek tek Müslümanların durumuna uyguladığınız vakit, salt değerler üzerinde kurulmuş yapıların içi boş, anlamsız olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız.
Bu noktaya, son derece dikkat edilmesi gerekir: Özellikle siyasî ve ideolojik konularda düşünceler genelde değerler üzerinden yürütülür; halbuki değerler insanı tatmin eder, düşündürtmez. Bunun yerine nesneler üzerinden, tekillikleri olan olgu ve olaylar üzerinden hareketle düşünülmesi gerekir. Değerler üzerinden konuşmak insanların dikkatini çekebilir; vicdanlarını rahatlatabilir ama çözüm üretmez. Bu açıdan, tek başına inandığımız değerlerin her şeyi çözeceğini düşünmemeliyiz. İslam ya da mensup olduğumuz başka bir dinin veya ideolojinin içeriği, tek başına olgu ve olaylara ilişkin soru ve sorunları çözmeye yetmez. Doğrudan bu olgu ve olaylarla yüzleşmemiz gerekir...
Peki neden? Nedeni şudur: Her zaman yaptığım benzetmeyi, açıklayıcı gücünden dolayı, burada da tekrar etmek istiyorum: Bir terzi düşünelim; her terzi dikeceği pantolon için bir modele sahiptir; ancak o modeli tek tek insanlara uyguladığı zaman insanların ölçüsünü almak zorundadır. Masa başı konuşmaları genelde model konuşmalarıdır. Eğer siz kafanızdaki modeli, mutlak ve son aşama olarak benimseyip, insanlığın pantolon modelinde ulaşabileceği son durum kabul edip, insanlara onu dikte etmeye çalışırsanız, pantolonun denk gelmediği, uymadığı insanlara zulmetmeye başlarsınız: Uzunsa ayaklarını kesersiniz, zayıfsa kilo almasını isterseniz, kiloluysa zayıflamasını istersiniz. Halbuki model bir şart olmakla birlikte yeterli değildir; çünkü her terzi pantolon modeline sahip olmakla birlikte o pantolonu isteyen kişinin, yani bireyin, tekilliğin ölçüsünü almak zorundadır.
Bu örneği insan durumuna uyguladığımız zaman hangi tür dine, hangi tür dünya görüşüne, hangi tür ideolojiye, hangi tür politik mensubiyete sahip olursak olalım, insanlarla muhatap olduğumuzda onların ölçüsünü almak zorundayız, onlara kendimizi dayatmak değil! İnsanın ölçüsünü almak niceliksel bir şey değildir. Matematikten bahsetmiyorum; insanları anlamaktan bahsediyorum. Çünkü insanlar yalnızca formlar dünyasında değil, bir anlam-değer dünyasında yaşarlar. Bu nedenle insanlarla iletişim kurabilmenin asgari şartı, o insanın anlam-değer dünyasına nüfuz etmek, ona muhatap olmaktır. Bunun asgari şartı ise bilmek değildir. İnsan söz konusu olduğunda bilmeyi çok abartıyoruz; halbuki insanî için asl olan tanımaktır/anlamaktır. İnsanların anlam-değer dünyaları hakkında kitap okumak, ansiklopediler devirmek, Molla Google'dan taramalar yapmak tek başına o insanı tanımamızı sağlamaz. Siz Almanya'da yaşayan Türkler olarak, Alman tarihi, edebiyatı ve kültürü hakkında ciltler dolusu kitap okuyabilirsiniz; ama bu Alman milletini tanımanızı/anlamınızı sağlamaz. Evet! Bilmek gereklidir ama yeterli değildir.
Öte yandan tanımanın asgari koşulu ise saygıdır. Öncelikle karşımızdaki insanı bir Hıristiyan, bir Yahudî, bir Budist ya da bir Alman, bir İngiliz olarak değil...; yani sıfatlarıyla değil doğrudan cevheriyle, insan olarak dikkate almak ve saygı göstermek zorundayız. Bildiğiniz gibi, klasik felsefenin diliyle söylersek, arazlar, nitelikler, sıfatlar gelip geçicidir; esas olan, kalıcı olan, öz, cevherdir; dolayısıyla özü dikkate almak zorundayız. İnsanın tek bir özü vardır, o da insan olmaklıktır; diğer herşey sıfattır. Bu açıdan, burada, başta İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı olmak üzere tüm Avrupa'da yaşayan, hatta dünyada bulunan hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan diğer insanlara şunu öneriyorum. Bilmek, evet; fakat yeterli değil; birbirimizi tanımalıyız. Müslümanlar için bunun özel, başka bir anlamı olmalı; o da şudur: Yalnızca ilim geleneğimizi değil, aynı zamanda irfan geleneğimizi de ihya etmek zorundayız. Anadolu'da, Konya'da inşa edilmiş ilimle, fıkıhla, kelamla iç içe olan irfan geleneğimizi dikkate almadığımız müddetçe modern dünyanın meydan okumalarına anlamlı bir karşılık vermek zordur. Nitekim bu dünyanın önemli ismi Yunus Emre'nin "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım" sözüne baktığımız zaman, "gelin birbirimizi bilelim" demiyor. Gelin tanış olalım, tanışalım; birbirimize gidip gelelim; birbirimizle oturup konuşalım. Hatta bazı versiyonlarında bu tanış olmak, "birlik olmak" şeklinde geçer: "gelin birlik olalım". Birlik kelimesi kullanılınca, hemen insanların zihninde farklılıkların ortadan kaldırılması, niteliklerin giderilmesi uyanıyor. Halbuki bir kümenin elemanları farklı niteliklerde olan unsurlardan oluşabilir; bu da bir birliktir. Dolayısıyla insanlık kümesi, eğer evrensel bir küme olarak düşünülürse, bu kümenin tek tek mensuplarının farklı olması, onların insanlık kavramında müşterekliklerinden dolayı bir birlik olmalarını zaten mümkün kılar. Bu nedenle tanış olmak, birbirini tanımak; sadece birbirini bilmekle ifade edilemez; birbirini bilmeye indirgenemez...
Şimdiye kadar söylediklerim, başta yaptığım eleştiriyle muhatap olmamı sağlayabilir: Çok güzel, edebî, felsefî ifadeler ve vecizeler; ama gerçeklikle alakası nedir tüm bunların? Tamda burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: Genelde insanın zihnî tutumu, felsefî açıdan bakarsak iki uç arasına gidip gelir: Ya 'a'dır ya 'değil-a'dır. Bir tarafta eleştiri, bir tarafta uyum; bir tarafta iyi, bir tarafta kötü; bir tarafta doğru, bir tarafta yanlış deriz ve, daha sonra da, bu iki ucu birleştirmeye; orta-yolu bulmaya çalışırız. Kanımca, tüm orta yol arayışları tembelliktir. İki farklı ucu matematiksel olarak tahlil edip, ikiye bölüp, ortasını almak çözüm olarak görülür genelde; oysa bu doğru değildir. Doğrusu, insanın doğasına ilişkin olanla yüzleşmektir; insanın doğasını tasfiye etmek, temizlemek değil. Tüm tartıştığımız kavramlar, ister uyum, ister eleştiri, ister doğru, ister yanlış, hangi kavram çiftini düşünürsek düşünelim, herbiri insan doğasıyla alakalıdır. İnsan doğası çatışmacı bir yapı üzerine kuruludur; dolayısıyla insan doğasını tırnak içerisine alarak iş göremeyiz. Gerginlik de, uyum da, eleştiri de, övgü de lazımdır. Eleştiri ile övgünün ortasını almanın bir anlamı yoktur. Fazla gererseniz kopar; fazla uyum sağlarsanız uyursunuz. Sınırsız bir uyum insanları uyutur; sınırsız bir gerginlik insanları kopartır.
Bu nedenle korkmaktan korkmadan insanın doğasıyla yüzleşmemiz gerekir. İbn Sina'nın öğrencilerinden Ömer Sehlan el-Savî'nin güzel bir sözünü burada hatırlatmak isterim: "Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir". Bu cümleyi şöyle de yorumlayabiliriz: "Yönlendirilen korku insanın en büyük mürşididir!". Bundan dolayı iki aşırı ucu dikkate alarak, belirli sabiteler yaratmak insanî meseleleri çözmemizi sağlamaz; sadece geçiştirmemizi sağlar. Çünkü tabiatta olduğu gibi, hayatta da esas olan saf sabiteler ya da saf değişkenler değildir; süreçlerdir, örüntülerdir; harekettir. Bu sebeple, bugün sabit olarak gördüğümüz bir şey yarın bir değişkene dönüşebilir; bunun tersi de doğrudur, dün değişken olan bir şey, bugün bir sabite halini almış olabilir. Tarihe baktığımızda, belirli bir dönemde mutlak kabul ettiğimiz şeylerin, başka bir dönemde saçma olduğuna hükmetmiş bir insanlık geçmişi var önümüzde. Bunu felsefe-bilim tarihinden birçok örnekle temellendirmek mümkün. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, 3000 yıllık kozmolojinin ne kadar garip bir şey olduğunu yine biz tesbit ettik. Fakat bir gerçek hiç değişmedi: Eski kozmolojiyi de, yenisini de üreten insan. Bu noktaya dikkat kesilmemiz gerekiyor... Başka bir deyişle insanlığın ma-cerasında üretilen cevaplara takılmamamız gerekiyor. İnsanlar genelde cevaplar üzerinden düşünüyor. Halbuki sorular üzerinden düşünmek gerek; ve en büyük soru insandır. Dolayısıyla insanın tarih boyunca ürettiği yanıtları öne çıkartıp -bunlar dinî, ideolojik, siyasî, felsefî, bilimsel yanıtlar olabilir; hiç fark etmez- soruları görmezden gelmek talihsizliktir. Unutmayalım ki tüm ürettiklerimiz yarın efsane halini alacaktır. Dünün bilimi nasıl bugünün efsanesi ise, bugünün bilimi de yarının efsanesi olacaktır; ama insan, bunları üreten bir varlık olarak, devamlı duracaktır.
Bu açıdan, İbn Sinacı felsefenin insanı tanımlarken kullandığı kavramın karşısına -(yerine değil; çünkü birbirini tamamlarlar)- İbn Tufeyl'in insanı tanımlarken kullandığı tanımı koymayı teklif ediyorum. İbn Sina insanı, düşünen canlı (hayvan nâtık); İbn Tufeyl ise uyanık canlı; yani şuur halinde olan; hay b. yekzan: Uyanığın oğlu diri diye tanımlar. Elbette düşünmek insanîdir; ancak insanın tavsifi için tek başına yeterli değildir. İnsanın sürekli ayık, sürekli şuur halinde, sürekli gergin olması da önemlidir. Bu nedenle insanî meseleler için orta yol yoktur; sürekli bir yüzleşme söz konusudur. Buradaki ölçü şudur: İnsan, kendi varlığını başkasının yokluğuna bağlamadığı sürece, her türlü konu müzakere edilmeye açıktır. Biz insanlar genelde meselelerimizi çözerken, başkalarını yok ederek kendi varlığımızı idame ettirmeye çalışmayı tercih ederiz; savaşlar da çoğunlukla bunun için çıkar. Halbuki kendi varlığımızı ancak başkasının varlığı ile zenginleştirebileceğimizi düşünürsek ve kabul edersek, başkasının varlığını kendi varlığımızın olumlaması olarak görürsek, o zaman daha insanî işler yapmamız mümkün olur. Bu açıdan başta söylediğim gibi anlamaya çalışmak, anlaşılmanın ilk şartıdır. Siz anlamaya gayret etmezseniz anlaşılmayı bekleyemezsiniz. Sizi anlamaya çalışan kişi, ancak siz onu anlamaya çalıştığınız, bir gayret gösterdiğiniz zaman sizi anlamaya yönelir; çünkü yönelme tek yönlü değildir. Şunu unutmamamız gerekir. "Ne kadar bilirsek bilelim", Hz. Mevlana'nın dediği gibi, "bildiğimiz karşı taraftan anlaşıldığı kadardır". Büyük alim, büyük filozof olabiliriz ama karşımızdakiyle irtibat kurmada, o bilgimizi ona aktarmada zaaflarımız varsa, o kişinin bizim bilgimizle ilişkisi kesinlikle üretici bir yapı göstermez.
Şimdiye değin söylediklerimi Türkçe'nin güzel bir ifadesiyle temellendirmek isterim. İnsanî .çözümlerin yalnızca tek uçlu olamayacağı üzerine özellikle durdum... yani ne uyum ne eleştiri tek başına çözüm değildir; ikisi de insan tarafından belirli derecelerde yaşanılan gerçekliklerdir. İnsan tedirgin bir varlıktır. Türkçede tedirgin kelimesi söylemek, konuşmak, demek anlamına gelir; kök anlamı da dedirticidir. Bu nedenle, Türkçe açısından olaya baktığımız zaman, insan yaşamasının kökeninde varoluş tedirginliği yatar. Tedirginlik insanı sarkaç misali ümit ile korku arasında salınım halinde kılar; hiçbir sabiti yoktur. Sabiteler ve değişkenler bu sarkaç içerisinde bizatihi değişkendir. Çünkü insanın tedirgin olması bizatihi var olması hakkındaki endişesine dayanır. Endişenin Farsça'da düşünmekle ilişkili olduğunu hatırlamalıyız. Eşya önünde bir ürperti hissederiz. Hayat karşısında gerginizdir. Yaşamak bizatihi bize bir telaş verir. Anlamımız konusunda sürekli bir sorgulama içindeyizdir. Çünkü insan Evren'e baktığı zaman kendisini varlığın bir devamı olarak hissedince, hem bir güvenlik hem bir kaygı hem bir tedirginlik hisseder. Modern Kuantum Teorisi açısından baktığımızda bile Evren'deki tüm kıpırtının kaynağı maddenin tedirginliğidir. Madde de tedirgindir çünkü. Dolayısıyla tedirgin olmak bizi var kılar. Güvenli limanlar aramak insan için bir hayaldir. Bundan dolayı insan ancak uykuya daldığında kendini güvende hisseder; yani ancak kendi dünyasına çekildiğinde; Herakleitos'un cümlesinde dile gelen kendi rüyasına daldığında, kendi uykusuna kapaklandığında kendini güvende hisseder. Ama uyandığında o tedirginlik tekrar yakasına yapışacaktır ki bundan korkmamamız lazım. Tedirgin olmak bizi var kılan, bizi insan kılan en önemli özelliktir. Tedirgin olmak bizatihi insan olmakla eşdeğer ise, çözüm herkesin kendi uykusuna çekilmesi, kendi rüyasına dalması değil, tam tersine kendi cinsleriyle, türdeşleriyle muhatap olması, onlarla konuşması, tanışmasıdır.
Bu ifadelerden sonra, sosyal bilimci meslektaşlarıma şöyle bir teklifte bulunuyorum: Genelde sosyal teoride inşa edilen modeller, sabitelere dayalı modellerdir. Bunun yerine çok değişkenli, parametrik ilişkilere sahip, kinematik kavramsal örüntüler geliştirmek zorundayız. Başka bir deyişle, insana, hayata ve topluma ilişkin soru ve sorunları sabit, tek yönlü, hareketsiz modellerle çözmeye çalışmak yeni uykular yaratmaktan başka bir şey değildir. Tekrar etmek faydadan hali değil: Çok değişkenimiz var; değişkinler arasında parametrik ilişkiler mevcut; yani her ilişkinin doğası, diğer değişkenleri belirliyor. Kinematik yani hareketli kavramsal örüntülere ihtiyacımız var; sabit modellere değil!
Bunu niçin ne yapmalıyız? Genelde insanlar gündelik hayatlarında doğru bilgiyle ve iyi davranışla yetinirler. Fizikte, matematikte, sosyolojide, hangi alanda olursa olsun doğru bilgiyi bilmek...; halbuki doğru, teori-bağımlıdır! Yani doğru o bilimin ya da o paradigmanın ürettiği teorilerle ilişkilidir. Ya da iyi davranmak? İyi davranmak da insanların değer dünyasıyla kayıtlıdır; değer-bağımlıdır; bu dinî, ideolojik, felsefî ya da saf geleneksel bir değer olabilir. Bu nedenle hem doğru, hem iyi kayıtlı olan şeylerdir. Burada üçüncü bir kavrama ihtiyacımız var; bu kavramı da Osmanlı dönemi düşünürlerinden Mehmet Kafiyeci'den alabiliriz. Bergamalı Mehmet Kafiyeci, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış bir Osmanlı düşünürü... İnsan hayatının olmazsa olmaz üç temel kavramından bahseder: el-sıdk fi el-hak: gerçeklik hakkında, olgu ve olaylar hakkında doğru bilgi; el-hayr fi el-amel: davranışlarımızda, yaşadığımız toplumun, mensub olduğumuz dinî ve felsefî ortamın kabul ettiği iyi davranış biçimleri. Ve dahi el-istikame fi el-ahval: yaşantımızdaki/hallerimizdeki yön. Bu nedenle yalnızca doğru ve iyi yetmez; bir de istikamet sahibi olmamız gerek... Felsefî olarak doğruyu, iyiyi tahlil edebiliriz; ama gündelik hayatımızdaki ahval, -ki hal kelimesinin çoğuludur-, klasik felsefî literatürde-, değişken olanlar demektir; çünkü insanın halleri sürekli değişime konudur. Burada önemli olan hale, ahvale takılıp kalmadan, istikameti iyi belirlemektir. Bu açıdan Fatiha Suresi'ndeki "el-sırât el-müstâkim" ifadesini doğru yol olarak değil istikameti olan yol olarak çevirmek daha uygundur. Çünkü bize, yalnızca doğru ve iyi değil, istikameti olan bir yön, bir yol gereklidir.
Ahval kelimesini değişken olarak ifade eden irfanî geleneğimiz şunu söyler: Nasıl ki Tabiat'ta Cenab-ı Hakk'ın tecellilerinin tekrarı yoktur; insan hayatında da tecelliyatın tekrarı yoktur: "La tekrare fi el-tecelliyat". Tecelli, Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarından sürekli sadır olan şeydir. Bu nedenle, tabiattaki tecelli süreklidir. Bu açıdan baktığımızda insan hayatında da tecellinin sürekli olduğunu, insan hallerinin sürekli farklılaştığını görmemiz gerekir... Bunu sadece toplumsal olanda değil, kendi kişisel, nefsî hayatımızda da görebiliriz. Başka bir deyişle, felsefî olarak ifade edersek, Tabiat'ın bilgisi nasıl insan gözlemciye bağlıysa(gözlem-bağımlı); Hayat'ın bilgisi de, insan yorumcuya bağlıdır (yorum-bağımlı). Yormak/yorumlamak ancak belirli bir yorgunlukla elde edilir. Bu nedenle her türlü insanî edimin, hayata ilişkin her türlü olgu ve olayın bir yorum meselesi olduğunu idrak etmemiz lazım. Zaten bugün pek çok uzman hocamız da bu yorumları bizimle paylaşacak. Çok güzel bir kelime yormak kelimesi, yorgunluktan geliyor; çünkü ancak yorulursanız yorumlamış olursunuz; biz de, hep birlikte o yorumlara katılıp, dinlemeye ilişkin bir yorgunlukla, pay alacağız.
Hint düşüncesinde ilginç bir ifade vardır: Yalnızca doğru düşünmeyi sağlayacak bir mantık kurmak yeterli değildir der Hintli bilgeler; aynı zamanda aklı da barışa kavuşturacak bir mantık kurmalıyız. Çünkü aklı barışık olmayan, karışık olan; kendisiyle barışık olmayan, dışarıyla da barışık olamaz. Kendisiyle barışık olmayan insanın dışarıya teklif edecek bir şeyi yoktur. Zira maddî ve manevî güvenlik sorunu yaşayan bir insan dışarıya ancak saldırır. Yine yarına ilişkin bir öngörüsü olmayan insan bugününü kurtarmaya çalışır ve bunun için de her türlü vasıtayı mubah görür.
Bugün özellikle Avrupa'da ekonomik kriz neticesinde ortaya çıkan durumun en önemli gerekçesi ve nedeni ne dinî ne de ideolojiktir. Bunlar bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Nedeni, insanların yarına ilişkin ön-görüden kaynaklanan bir güvenlik sendromu yaşımalarıdır. Maddî ve manevî açıdan yarını ön-göremeyen insan kesinlikle saldırgan olur. Onun için insanlara yarınlarını ön görebilecekleri hem maddî hem de manevî bir dünya sunmamız lazım. Başka bir açıdan olaya baktığımızda irfanî geleneğimiz bunu şöyle ifade eder: Önemli olan insanın kendisini dünyadan ve diğer insanlardan koruması değildir; önemli olan insanın dünyayı ve diğer insanları kendisinden korumasıdır. Biz genelde dışarıya yönelik bir güvenlik arayışı içerisinde oluruz. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kendimizi hazırlarız, tedbir alırız. Halbuki dışarıya vereceğimiz tehlikeleri de kontrol etmemiz gerekir. Bu nefsî terbiyeyi, bu irfanî dili geliştirmemiz lazım. Çünkü insanlar kendilerini kontrol edebilecek, kendilerini terbiye edebilecek ve insanları, hatta çevreyi, hayvanları, bitkileri kendilerinden koruyabilecek bir anlam-değer dünyasını geliştirirlerse, zaten insanlar onlardan emin olurlar. Hadis-i Şerif'i hatırlayalım: Mümin olmanın kemal şartlarındandır insanların elinden ve dilinden salim olmak. Kısaca, irfanî geleneğimiz açısından olaya baktığımız zaman, tedbir ve emniyeti dışarıda değil kendi içimizde aramalıyız.
Şimdiye değin dile getirdiklerimizi bir dil oyunu olarak görebilirsiniz. Bu tehlike tüm kavramsal konuşmalar için geçerlidir. Ancak benim mensubiyet duyduğum felsefî gelenek düşünceyi sözcüklere indirgeyen bir gelenek değildir; doğrudan anlama indirgeyen bir gelenektir. Anlam kaybedilince o anlamı üreten insan da kaybolur; çünkü anlam bu gelenekte bizatihi insanın kendisi olarak kabul edilir. Bu nedenle, düşünceyi yalnızca verili bir dilin sentaksına ve semantiğine indirgeyemeyiz. Başka bir deyişle ne Heidegger'in ne de Wittgenstein'ın dediği gibi dil dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade eder ve dile getirir. Çünkü dünyayı kuran dil değil, insandır ve insan benim mensubiyet duyduğum felsefî geleneğe göre anlamın bizatihi kendisidir. Bu nedenle söylenenler bir dil oyunu değil, doğrudan insanın anlam dünyasından devşirilen cümlelerdir. Yine bu nedenle insanı dikkate almayan, bırakın insana zarar vermeyi insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm değildir; çözümsüzlüktür. Çünkü tüm çözümler, ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister felsefî, ister ideolojik, tüm çözümler insan içindir; insan için var olmalıdır. İnsanı yok eden, insanı tırnak içine alan, insana zarar veren ve insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm olarak anlamlandırılamaz.
Son olarak, bizim geleneğimizde, Bağdat'ta yapılan bir uygulamayı hatırlatarak cümlelerime son vereceğim. Geleneğime, söylediklerimin geleneğimdeki karşılığına bir atıfta bulunmak istiyorum kısaca... Bağdat'ta 9. ve 10. Yüzyıllarda, kaynakların bize bildirdiğine göre düşünürler, entelektüeller, elitler bir mekan tahsis etmişler; bu mekana girmenin en önemli şartı şu: Mekanın kapısından girerken herkes mensubiyetlerini kapının dışına bırakacak; içeride yaptıkları konuşmalarda, mensup oldukları dine, siyasi gruplara, ekonomik sınıflara atıf yapmadan meseleleri tartışacaklar. Çünkü bu mekanın kapısında şöyle bir cümle yazar: Eşkele el-nas ala el-nas... İki şekilde tercüme edebiliriz: İnsan, insana soru sorabilir; ya da insan, insan için soru sorabilir.
Son söz: Herhangi bir mensubiyeti öne çıkartmaksızın, insan üzerine, insanlarla, insanca konuşmak mümkündür...
Teşekkür eder; saygılar sunarım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder