İhsan Fazlıoğlu: "Osmanlı: Bilim ve Düşünce"
Kısaltılmış hali için bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXXIII, İstanbul 2007, s. 548-556
|
Kişi ve eser düzeyinde bile tam bir dökümü çıkarılmamış, muhteva açısından üzerinde hemen hiç çalışma yapılmamış, metinleri yayımlanmamış, büyük oranda yazma kültür özelliğini koruyan Osmanlı ilim hayatı hakkında toplu bir bakış ortaya koyabilmek son derece zordur. Burada şimdiye değin yapılan araştırmalardan hareketle genel bir çerçeve çizilmeye çalışılacak, konuların teknik içeriğine ilişkin nihaî değerlendirmeler ise ihtiyatla serd edilecektir.
Osmanlı hem coğrafî açıdan çok geniş bir mekana hem de tarihî açıdan çok uzun bir zamana delalet eder. Bu nedenle burada İstanbul merkezli Osmanlı ilim hayatı öncelenecek; Balkanlar olmak üzere, Afrika ile Arap ve Farsça kültürün etkili olduğu çevreler merkeze etkisi oranında dikkate alınacaktır. Öte yandan Osmanlı coğrafyasında, başta İstanbul'daki Ortodoks Hıristiyan düşünür-alim çevresi olmak üzere gayr-i Müslim unsurların ürettiği bilgi, değerlendirme dışı bırakılacak; ancak karşılıklı alışveriş söz konusu olduğunda işaret edilecektir. Yine araştırmaların yetersizliğinden ötürü, Batı Avrupa ile Osmanlı entelektüel hayatı arasında vuku bulan karşılıklı etkileşim ve alışveriş, ana hatlarıyla göz önünde bulundurulacak; sorunun siyasî, dinî, iktisadî ve kültürel boyutları ihmal edilecektir. Tarihî açıdan uzun bir zaman dilimini kapsayan Osmanlı, tarım toplumu olarak kuruldu; Sanayi devrimini yaşayan bir devlet olarak tarihten çekildi. Bu nedenle doğal bir devamı olduğu İslam medeniyetinin ilim paradigması içerisinde yaşadı; ancak XVII. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, kuruluşundan beri alışveriş içerisinde bulunduğu Batı Avrupa'da 1543'den itibaren gelişmeye başlayan yeni deneysel matematik-mekanik doğa felsefesiyle yüzleşti, etkilendi; özellikle Sanayi devrimi akabinde (1773) artık felsefe'den bilim'e dönüşen ve teknolojiyi yaratan modern bilme tarzını benimsedi. Belirli bir oranda kadim bilgi anlayışını muhafaza etmesine karşın, herhangi velut bir terkip gerçekleştiremeden, bütün birikimini bağrından kurulan yeni devlete, Türkiye Cumhuriyeti'ne devrederek tarih sahnesinden çekildi. Osmanlı ilim hayatı ele alınırken yukarıda özetlenen tarihî-coğrafî çerçevenin yanında, medeniyet perspektifinin klasik İslam olduğu göz önünde bulundurulmalı, Tanrı-Evren-İnsan temel kavramlarına ilişkin anlam-değer dünyasının İslam medeniyetinde gelişen farklı düşünce okullarının izlerini taşıdığına dikkat edilmeli; ayrıca bu anlam-değer dünyasının yenileşme döneminde yavaşça evrildiği hesaba katılmalıdır. En genel anlamıyla Osmanlı bilgi hayatına bugün benimsenen belirli bir bilgi tanımından hareketle yaklaşmaktan kaçınılmalı; bunun yerine Osmanlı bilgininin kendi benimsediği dünya görüşü içerisinde şekillenen farklı dünya tasavvurları ile yorumlarını yine kendi teorik lisanları içerisinde anlamaya çalışmalıdır. En nihayet bütün bu bilme eyleminin içerisinde gerçekleştiği hayat ilişkilerini, dinî, siyasî, içtimaî, iktisadî gibi değerlerin oluşturduğu sistem ile bu sistemin, üretilen bilgi yapılarıyla girdiği karmaşık etkileşimleri daima dikkate almalıdır. İlim hayatının kaynakları Siyasî ve içtimaî açıdan Osmanlı devleti, Anadolu Selçuklu devleti ile Beylikler'in doğal bir devamı olarak tarih sahnesine çıktı. Özellikle Moğol tazyiki neticesinde yerleşik ve medenî seviyesi yüksek nüfusun Batı Anadolu'ya doğru hareket ettiği dikkate alınırsa, başta Osmanlı olmak üzere Batı Anadolu Beylikleri'nin tarımla uğraşan ve nispeten kültürlü bir tabana sahip olduğu söylenebilir. XII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren şehirleşen Anadolu Selçuklu Devleti'nin XIII. yüzyıldan başlayarak ilmî üretim yapmaya başladığı görülür. Özellikle aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra başkent Konya'da İbn Arabî ve öğrencisi Sadreddin Konevî ile Celaleddin Rumî ve çevresinin irfan-i nazarî sahasındaki üretimleri, hem Anadolu'yu hem de Anadolu dışına ciddi etkilerde bulunmuştur. Merağa matematik-astronomi okulu mensuplarının İlhanlılar döneminde Anadolu'ya gelmeleri neticesinde ise başta Sivas, Kayserî, Tokat, Aksaray gibi şehirler olmak üzere Anadolu'nun pek çok şehrinde nazarî hikmet sahasında üst seviyede bir eğitim verilmeye başlanmış, ilimler tarihi açısından son derece önemli eserler kaleme alınmıştır. Bu hareketin merkezinde Merağa matematik-astronomi okulunun kurucu ismi Nasiruddin Tusî'nin büyük öğrencisi Kutbuddin Şirazî bulunmaktadır. Kutbuddin, Sivas ve Kayseri'deki medreselerde verdiği yüksek eğitimin yanısıra, gezegenler teorisi için son derece önemli, Nihayetu'l-idrak fi dirayeti'l-eflak, et-Tuhfetu'ş-şahiyye fi ilmi'l-hey'e ile klasik astronomi tarihini de son derece ilgilendiren Faaltu fela telum adlı eserlerini kaleme aldı; bu Arapça eserlerde incelediği konuları Farsça yeniden üreterek İhtiyarat-i muzafferî isimli eserini Çobanoğlu hükümdarı Yavlak Aslan'a takdim etti. Bu astronomi eserlerinde yalnızca Doğu İslam dünyasının değil başta Endülüs olmak üzere Batı İslam dünyasında geliştirilen astronomi teorileri ile matematiği de dikkate alan Kutbuddin, bu görüşlerin Anadolu ile İran'da yaygınlaşmasına neden oldu; özellikle Semerkant matematik astronomi okulunda bu fikirlerin eserleri üzerinden ele alınmasını sağladı. Öyle ki, Osmanlıya göç eden Semerkant okulu mensupları, Bircendî örneğinde görüldüğü üzere, eserlerinde bu fikirlere yer verdi, Osmanlı ilmî çevrelerinde tanınmalarını sağladı. İşrakî felsefenin en önemli eseri, Şihabeddin Sühreverdî'nin Hikmetul'-işrak'ine yazdığı şerhle, bu felsefeyi o dönemde carî olan entelektüel dile aktaran Kutbuddin, İşrakî felsefenin Anadolu ile İran bölgesinde yaygınlaşmasını vesile oldu, özellikle optik teorilerinin İbn Heysem'in bıraktığı yerden yeniden ele alınmasını sağladı. Kutbuddin'in hem nazarî hem de amelî tıpla ilgilenmesi, özellikle yirmi yılı aşkın emek verdiği ve üç versiyonu bulunan el-Kanun fi't-tıb şerhi, Anadolu'da zaten yaygın kullanılan eserin daha da yaygınlaşmasını sağladı. Kutbuddin Şirazî'nin Anadolu'daki istikrarsızlıktan dolayı Tebriz'e Gazan Han'ın kurduğu Şenb-i Gazan'a gitmesi uzun yıllar bulunduğu Anadolu ile İran bölgesi arasında, her iki coğrafyada yetiştirdiği öğrencilerle sürekli bir bağ yaratmış; Anadolu ile İran ve Türkistan arasında Safevî Devletinin kuruluşuna kadar fiilî süren bir entelektüel birliktelik oluşturmuştur. Merağa okulu mensuplarının aktif üretimleri, farklı entelektüel çevrelerin faaliyetleri Anadolu'daki ilmi hayatı beslemiştir. Öyle ki, ilk Osmanlı medresesi İznik medresesinin kurucu ismi Davud Kayserî böyle bir ortamda yetişmiş, özellikle Tokat/Niksar'da Nizamiye medresesinde Merağa matematik-astronomi okulunun ikinci kuşak temsilcisi Çobanoğlu İbn Sertak'ın öğrenciliğini yapmıştır. İbn Sertak'ın yüksek seviyede bir matematik alimi olması, Mutemen b. Hud'un el-İstikmal fi'l-hendese adlı eserini el-İkmal fi'l-hendese adıyla tahrir etmesi ve okutması, Davud Kayserî'nin hem Merağa hem de Endülüs ilim hayatını şahsında birleştirmesine neden olmuştur. Osmanlı ilim hayatının, merkezinde Merağa matematik-astronomi okulunun bulunduğu Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminden gelen altyapısı, başta Mısır, Suriye, Irak, İran ve Türkistan gibi klasik İslam coğrafyasına tahsil için giden, eğitimini tamamladıktan sonra dönenler ile bu coğrafyalara mensup alimler tarafından zenginleştirilmiştir. Özellikle Altın-Orda Devleti'nin zayıflamasıyla bu bölgedeki bazı âlimler Anadolu'ya XV. Yüzyıldan itibaren de Osmanlı coğrafyasına göç etmiş; Kırım'ın fethine kadar bu göç sürmüştür. İstanbul'un fethiyle beraber İslam dünyasında merkezî bir yer edinen Osmanlı Devleti, sahip olduğu istikrar neticesinde dışarıdan âlimleri çekmeye başlamıştır. Kurucuları arasında Osmanlı ilmiye teşkilatının örgütleyicisi Mehmed Fenarî'nin öğrencilerinden Musa Kadı-zade'nin de bulunduğu Semerkant matematik-astronomi okulunun mensupları Osmanlı coğrafyasına gelmeye başlamış, özellikle Fethullah Şirvanî, Ali Kuşçu, Abdülalî Bircendî gibi alimler ve öğrencileri Osmanlı ilim hayatını beslemiş; Semerkant'tan gelen eserler yeniden üretilerek Osmanlı ilmî hayatı içerisinde tedavüle sokulmuştur. Türkistan ve İran coğrafyasından gelen göç Safevîlerin kurulmasıyla XVI. yüzyılın ilk yarısında yoğunlaşmış, bu yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Muslihiddin Larî örneğinde görüldüğü üzere Hint kıtasından dahi Osmanlı coğrafyasına ilmî göç vuku bulmuştur. Endülüs'ün düşmesi ve Kuzey Afrika coğrafyasında vuku bulan istikrarsızlık bu bölgedeki Müslüman ve Müslüman olmayan ilim adamlarını başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasına çekmiş, Memluk devletinin yıkılmasıyla pek çok bilgin Osmanlı merkezine gelerek ilmî hayata katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı devletinin teşekkül ettiği ve yayıldığı coğrafyada bulunan mevcut ilmî hayatın da belirli oranlarda Osmanlı ilmî hayatına katkılarda bulunduğu söylenebilir. Bizanslı Ortodoks Hıristiyan düşünürler, Palamas ve Plethon örneğinde olduğu üzere yeni güç Osmanlı karşısında alternatif arayışlara girmiş; İstanbul'un fethiyle pek çok Bizanslı bilgin yeni siyasî güce ilmî ve fikrî katkılarda bulunmuştur. Başta Ortodokslar olmak üzere gayr-i Müslim unsurların hem kendi içlerindeki ilmî faaliyetleri hem de Osmanlı alimleri ile ilişkileri, Katip Çelebî ve Esad Yanyevî örneklerinde görüldüğü üzere, son dönemlere kadar sürmüş, özellikle yenileşme döneminde gayr-i Müslim unsurların katkıları artmıştır. Bunun yanında Avrupa ile ilmî ilişkiler, başta askerî teknoloji, haritacılık, coğrafya, tıp, astronomi ve matematik gibi ilim dallarında her zaman sürekliliğini korumuştur. Bu süreklilik içerisindeki nicel birikimler süreç içerisinde söz konusu dallarda nitel değişimlerin de nedeni haline gelmiştir. Yenileşme döneminde pratik ilim dallarından teorik ilim dallarına doğru yavaş seyreden bir ivmeyle klasik paradigma terk edilmeye başlanmış; özellikle yeni kurulan eğitim kurumlarıyla Batı Avrupa'da tahsil gören öğrencilerin Osmanlı eğitim hayatı içerisindeki yerlerini almaya başlamasıyla kadim ilmî gelenek çok özel sahalar haricinde tamamen terkedilmiştir. İlim hayatının bölümlenmesi Bir konuyu temel alınan belirli bir ölçüte göre tasnif etmek, konun anlaşılması ve içerisinde vuku bulan dönüşümleri tespit etmek bakımından önemlidir. Osmanlı ilim hayatını içerisinde hayat sürdüğü teolojik-kozmolojik-antropolojik çerçeve ile bu çerçevenin epistemolojisi açısından bölümlediğimizde karşımıza üç ana dönem çıkar: 1. Devletin kuruluşundan Müneccimbaşı Ahmed Dede'nin 1702'deki ölümüne kadar süren Klasik Dönem; 2. 1702'den modern eğitim kurumlarının kurulduğu 1773'e kadar devam eden Bunalım ve Arayış Dönemi; 3. 1773'ten itibaren Devlet'in siyasî bir örgüt olarak ortadan kalktığı 1923'e kadar süren Klasik paradigmanın terk edilmeye başlandığı Yenileşme Dönemi. Yukarıda işaret edildiği üzere Osmanlı ilim zihniyeti, Anadolu Selçuklu, dolayısıyla İslam medeniyetinin doğal bir devamı olduğundan bir kuruluş veya başlangıç dönemine sahip değildir. Ancak yeni fethedilen coğrafyada kurumsallaşma ve toplumsallaşma bakımından farklı zaman dilimleri başlangıç noktaları olarak alınabilir. Bu açıdan Bursa ile Edirne veya Balkanlar ile İstanbul farklı tarihlere sahip olacaktır. Klasik dönem Osmanlı ilim zihniyeti, kendisinden önceki İslam medeniyetinin bütün renklerini ihtiva eden, ancak farklı zamanlarda değişik görüşlerin ön plana çıktığı bir dönemdir. Devletin kuruluş aşamasında hem siyasî iradenin hem de bulunulan coğrafya ile toplumsal yapının talebine uygun olarak, ilk Osmanlı medresesi İznik Medresesi'nin baş müderrisi Davud Kayserî'nin şahsında cisimleştiği şekilde kelamî renkli ancak irfanî ağırlıklı bir düşünsel yapı tercih edilmiştir. Bu tercihin bilinçli olduğu, Davud Kayserî'nin günümüze gelen eserlerinde açıkça müşahede edilebilir. Ayrıca ilk medresenin başkent Bursa'da değil de İznik'te kurulmuş olması, Halil İnalcık'ın işaret ettiği İznik İdeolojisi ile ilgisi olmalıdır. Klasik dönemde ikinci aşama, Yıldırım Bayezid'in beylikten sultanlığa geçiş siyasetine uygun olarak tercih ettiği ve Osmanlı ilmiye teşkilatını yeniden örgütleyen Mehmed Fenarî okulu tarafından temsil edilir. Bu okul, Davud Kayserî'yle başlayan irfanî çizgiyi sürdürürken Fahreddin Razî'nin temsil ettiği kelamî zihniyetin vurgusunu artırır; özellikle mantık ile usul eğitimine ağırlık verir. Mehmed Fenarî'nin mantık, kelam ve usul'de, ders arkadaşı Seyyid Şerif'in fikirlerine değil de vahdet-i vücut anlamındaki irfanî çizgiye karşı duran Taftazanî'ye ağırlık vermesi, üzerinde durulması gereken bir husustur. Öte yandan İstanbul'u fetheden ve fetihten sonraki siyasî ve idarî kadroları yetiştiren, en azından etkileyen, Hızır Bey, Sinan Paşa, Hocazade, Molla Hüsrev gibi pek çok bilginin bu okulun mensubu olduğu dikkate alınmalıdır. İstanbul'un fethinden sonra yeniden yapılanan Osmanlı ilim zihniyeti Bursalı Kadı-zade'nin öğrencisi Ali Kuşçu'nun davet edilmesiyle yeni bir boyut kazanır. Fethullah Şirvanî gibi Semerkant matematik-astronomi okulunun bazı mensupları Kuşçu'dan önce Hem Osmanlı coğrafyasında hem de Anadolu'nun diğer bazı şehirlerinde faaliyet halindeydiler. Kuşçu ve öğrencileri Osmanlı ilim zihniyetine Merağa ve Semerkant birikimini işlenmiş bir biçimde aktararak, riyazî hikmeti mevcut kelamî ve irfanî çizgiye kattılar. Klasik dönemin bu üçüncü aşaması Mirim Çelebî üzerinden devam eder ve Takiyüddin Rasıd'da zirveye ulaşır. Takiyüddin Rasıd'ın ölümününden (1585) klasik dönemin sonuna kadar Osmanlı ilmî zihniyeti bu süreçte oluşan birikim içerisinde iş görür. Müneccimbaşı Ahmed Dede klasik dönemin son, arayış döneminin ilk ismi olarak dikkati çeker. Osmanlı ilim zihniyetinde merkezî konumda bulunan kelamî doğa felsefesi ile bu felsefenin rakibi durumunda bulunan ve karşı-görüş amacıyla eleştirel nedenlerle dikkate alınan İbn Sinacı doğa felsefesini bir kenara bırakarak Pitagorasçı adedî teolojiye ve kozmolojiye, dolayısıyla doğa felsefesine yönelir. Osmanlı ilim zihniyetinin temel bilgi formu olan önerme ile önermenin dış dünyayla ilişkisi, özellikle önermedeki nispetin ontolojisini tartışan Müneccimbaşı böylece mensup olduğu klasik bilgi anlayışının temellerini sorgulamaya başlar. Müneccimbaşı'nın bu arayışı XVIII. Yüzyıl Osmanlı ilim hayatının en önemli sorusunu şekillendirecektir: Önerme, önermenin unsurları, önermenin formu, önerme ile dış-dünya ilişkisi gibi konular bu yüzyıldaki pek çok düşünürün ana sorunu halini alır. Bunalım ve arayış döneminin en önemli özellikleri, bilginin ne olduğu ile bilgi-dış dünya ilişkisi ve doğru-kesin bilginin yapısı şeklinde ifade edilebilir. Bu arayışın en önemli nedeni hiç şüphesiz Batı Avrupa'dan gelen bilgide nicel artış ve bu artışın yarattığı nitel değişimlerdir. Arayışa çıkan Osman bilginleri ilk defa sistemli olarak klasik paradigmanın dışına, İbn Sina ile İbn Heysem ötesine geçerler ve kendi kadim köklerindeki eser ve fikirleri gündemlerine alırlar. Batı Avrupa kökenli bilgiler dışında, Sokrates öncesi felsefe, Platon, Aristoteles, Helenistik dönem felsefesi, Farabî, İbn Rüşd gibi filozoflar ile İskenderiye dönemi riyazî hikmete ilişkin eserler bu dönemin düşünürlerinin üzerinde en çok durduğu konulardır. Esad Yanyevî ve oğlu Mehmed, Darendeli Mehmet Efendi, Mustafa Sıdkı ve öğrencileri, Gelenbevî İsmail Efendi gibi pek çok düşünür ve bilgin bu faaliyete katkıda bulunur. Bu dönemin çabalarını şu şekilde özetleyebiliriz: Geleceği geçmişten hareketle kurmak. Ancak sanayi devrimi ve bu devrimin askerî sahadaki etkisi, arayış için vakit kalmadığına; hakikat arayışı yerine siyasî arayışın geçtiğine, Katip Çelebi'den bu yana hakikat merkezli değil siyaset merkezli düşünen idarî ve siyasî mekanizmaların beka-i devlet adına hızlı çözüm talep ettiklerine işaret eder. Kurulan yeni eğitim kurumları, mühendishanelerde yetişen öğrenciler ile Batı Avrupa'da eğitim gören talebelerin nicel artışı, Osmanlı entelektüel hayatında köktenci değişimleri beraberinde getirir. Hüseyin Rıfkı Tamanî ile Seyyid Ali Paşa'nın dikkatli yönelimleri İshak Hoca ile radikal bir şekil kazanır. Yeni doğa felsefesinin temel kavramları ile disiplinleri hızla Osmanlı ilmî çevrelerine akar; bu bilgiler devletin siyasî arayışlarıyla birleşince ortaya geçmişten kopuşu dert edinmeyen, yeni bilgileri de kaynakları bakımından sorgulamayan, yalnızca sonuçlarını kullanım cihetinden dikkate alan yeni bir zihniyet yavaş yavaş ortaya çıkar. Tanzimat sonrası dönemde klasik metafizikten kopmuş büyük yekun tutan Osmanlı münevverlerinin yanında kadim geleneği dikkate alarak yeni ile eski arasında kavramsal düzeyde bir terkibe gitmeye çalışan az sayıdaki düşünürler ana damarı belirleyemezler. Bu dönemde daha köktenci bir hal alan siyasî arayış ile toplumsal sorunlar, kavramsal analiz ile nedensel düşünceyi ve eleştirel tavrı ihmal ettiğinden nazarî düşünce çekilir, bireysel bunalım ile toplumsal pratik sorunlar için üretilen edebî karakteri ağır basan vecizevî düşünce kök salar. Batı Avrupa'daki felsefî ve bilimsel düşünceyi yüksek seviyede temsil etmeye çalışan Vidinli Tevfik Paşa ve Salih Zeki ile bu düşünceyi kendi tarihî birikimiyle beraberce dikkate almayı deneyen Cevdet Paşa, oğlu Ali Sedad ile kızı Fatma Âliye gibi düşünürler ise çabalarında sürdürülebilir ciddi bir karşılık bulamazlar. Bütün bu arayış ve bunalımlar ile sorun ve çözümlerin oluşturduğu bilgi stoku her şeyiyle beraber Cumhuriyete aktarılır. Nazarî hikmet [Metafizik, kozmoloji, doğa felsefesi, doğa araştırmaları, mantık, dil felsefesi] İslam medeniyetinin doğal bir devamı olarak, Osmanlı entelektüel hayatında kendisinden önceki hemen bütün düşünce akımlarını ve bu fikir akımları arasında meydan gelen etkileşimlerden kaynaklanan yeni oluşumları görmek mümkündür. İbn Sinacı meşşaî ilahiyat yanında, İşrakîlerin nur metafiziği, irfanî okulların, özellikle vahdet-i vücud anlayışının transendent metafiziği ve ilm-i kelam'ın Tanrı'nın varlığı ile birliğini konu alan aklî ilahiyatı yanında sem'î ilahiyatı, hem ilahî alana ilişkin konuları ele alırlar hem de Tanrı ile varolanların ilişkisini köken, süreç ve müdahale kavramları çerçevesinde incelerler. Her bir yaklaşımın kendine has yöntemlerle kendi kavramsal-nesne alanını araştırması yanında, yine kendilerine ait olan teorik lisanlarının neden oldukları sorunları çözmeye çalışır; ayrıca karşılıklı eleştirilerle hem birbirlerinin zayıf yanlarını göstererek teorik lisanlarının yeniden ele alınmasını sağlar hem de çıkmazları aşmak için daha üst terkiplere girişirler. Özellikle ortak bir varlık kavramına dayalı varlık metafiziği için, meşşaî mantık teknikleriyle, başta nahivciler olmak üzere dilbilimcilerin teknikleri arasında Selçuklu döneminde vuku bulan uzlaşının Fahreddin Razi çizgisinde kazandığı ivme Osmanlı döneminde devam ettirilmiş, Molla Fenarî ile okulunun yarattığı ortamda, Seyyid Şerif Cürcanî'nin Şerhu'l-mevakıf fi ilmi'l-kelam adlı eseri çerçevesinde son döneme kadar sürmüştür. Ayrıca Meşşaî-kelamî çizginin varlık tasavvuru, nazarî irfan, özellikle vahdet-i vücud dilinde yeniden formüle edilir; Sadreddin Konevî'nin gerçekleştirdiği bu terkip Davud Kayserî ve Molla Fenarî üzerinde Ahmed Avnî Konuk'a kadar uzun bir süreçte devam eder. Her bir çizginin yalnızca Tanrı merkezli varlık metafiziği değil, doğa felsefesini de yakından ilgilendiren Tanrı ile kainat ilişkisini temellendirmesi, özel bir dikkat ister. Bu çerçevede her bir yaklaşımın hem varlık metafiziğini hem de varolan felsefesini(ontoloji) kurarken kullandığı, varlık, yokluk, mahiyet, imkan, zorunluluk, imtina, birlik, çokluk, nedensellik gibi temel kavramlar konusundaki görüşleri oldukça farklı bütünler kuracak biçimde gelişir. Tanzimat'tan itibaren yeni doğa felsefesinin temel kavramları ile ana iddialarının Osmanlı düşünce ortamına girmesiyle başlayan tartışmalar, kadim dönemden beri sürüp gelen transendent metafizik yaklaşımlarının eleştirisine neden olur. Özellikle natüralist ve materyalist düşünceleri benimseyen son dönem bazı Osmanlı düşünürleri varlık yerine varolanı merkeze alan bir yaklaşımı öne çıkartacaklardır. Bu tartışmalar, hem iddiaların hem de karşı iddiaların Batı Avrupa merkezli olması, dile getirilen tez ve karşı-tezlerin tarihî bağlamının iyi bilinmemesi nedeniyle verimli sonuçlara yol açmamıştır. Hakikat yerine siyaset'in merkeze alındığı bu dönemde, Harputî gibi kelamcıların kadim çerçeveden yeni'ye bakışları ile Cevdet Paşa başta olmak üzere oğlu Ali Sedad ve kızı Fatma Aliye'nin yeni'yi kadim'in bir devamı gibi görmeye çalışarak değerlendirmede sürekliliğe önem vermeye çalışmaları doğurgan bir senteze varmamış; bunun yerine köktenci bir kopuş tercih edilmiştir. Osmanlı döneminde İbn Sinacı doğa felsefesi hem klasik dönemde bu sahada yazılan eserlerin bilgi kamuoyunda mütedavil olmasıyla hem de bu sahada yazılan yeni eserlerle canlı tutulur. Hareket, mekan, zaman, madde, cisim gibi bütün varolanları ilgilendiren temel kavramlar yanında hem gökyüzü cirimleri hem de yeryüzü cisimlerinin bütün türleriyle özelliklerinin ele alınması, yekpare bütüncül bir sistem kurulması, kozmolojik doğal ilke ve yasalarla, gökyüzü cirimlerinin ilişkisi ve özellikleri (astronomi) ile yeryüzü cisimlerinin ilişkisi ve özellikleri (cemedat, nebatat ve hayvanat) bir bütün olarak ele alınır ve incelenir (Tabiiyyat). Öte yandan İşrakî doğa felsefesi ışığa verdiği özel önem nedeniyle, bir yandan optiğe ilişkin konuları öne çıkartır, öte yandan da İbn Sinacı teorileri sıkı bir eleştiriye tabi tutar. Ancak bu konuda, İbn Heysem'in, Kutbuddin Şirazî ile Kemaleddin Farisî tarafından geliştirilen yaklaşımı, tıpkı astronomi de olduğu gibi, takip edilir; neticede Mirim Çelebî, Hasan Dihlevî, Kehhal Musa üzerinden Takiyeddin Rasıd eliyle İslam optik bilimi en son sınırlarına taşınır. Kelamî doğa felsefesinde de ele alınan optik konuları modern optik teorilerinin İshak Hoca eliyle sistematik bir biçimde Osmanlıya girişine kadar sürekliliğini korur. Osmanlı döneminde -deyiş yerindeyse- resmî doğa felsefesi kelamî doğa felsefesi'dir. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmasına karşın, madde-suret ayırımına dayanan, sürekli niceliği, dolayısıyla mekanın hendesî kavranışını esas alan, İbn Sinacı doğa felsefesi sistemi değil, monad (zerre, cüzün la-yetecezze) kavramına dayalı, süreksiz niceliği, dolayısıyla 'atomik' mekan ve zaman anlayışını temel alam kelamî doğa felsefesi benimsenmiştir. Madde, cisim, mekan, zaman, hareket, yön, nedensellik gibi doğa felsefesinin pek çok konusunda farklı görüşlere ulaşan kelamî doğa felsefesi, yine İbn Sinacı sistemden farklı bir varlık felsefesi(ontoloji) geliştirmiştir. Her iki ontoloji'nin Tanrı kavramı ve Tanrı ile kainat ilişkisi de, temele alınan ilkelere bağlı olarak farklı yönlerde gelişmiştir. Özellikle İbn Sinacı doğa felsefesi ile kelamî doğa felsefesi arasında pek çok kavram etrafında vuku bulan tartışma ve bu konularda kaleme alınan eserler, Osmanlı döneminde zengin bir literatür oluşturur. Bu tartışmaların astronomi ve matematik olmak üzere değişik disiplinlere yansıması ile Avrupa'ya aktarılması özellikle üzerinde durulması gereken hususlardır. Her iki ontolojinin dışından kalan, daha çok adedî bir varlık tasavvurunu benimseyen Müneccimbaşı'nın yaklaşımı istisnaî olsa da, Lale devrinden itibaren Osmanlı coğrafyasına girmeye başlayan Batı Avrupa kökenli, Evren'in, dolayısıyla doğa'nın niceliksel tasavvuruna giden yolda bir hazırlık aşamasıdır. Osmanlı döneminde mantık, günümüzdeki matematiğin yerine benzer biçimde, nazarî hikmetin bir aracı olarak, en çok işlenen konulardan birisidir. İlm-i delalet ile başlayan konu hiç şüphesiz, diğer bir âlet bilimi olan dil bilimlerin felsefesine gider. Ortak varlık kavramının inşa edilmesi sürecinde dil bilimleri ile mantık arasında vuku bulan izdivaç dil felsefesi ile mantık arasındaki ilişkiye de yansır. İlm-i vad adıyla rasyonel dil teorisinin kelamcılar tarafından kurulmasıyla başlayan süreç, Ali Kuşçu'nun bu disiplini hem medrese müfredatına sokması hem de bu sahada pek çok eser kalem alması, rasyonel dil teorisini XX. Yüzyılın ilk yarısına değin temel uğraşı alanlarından birisi haline getirir. Mantık'taki kavram ve tanım teorisi, beş tümel ile kategoriler araştırmasıyla birleşerek aynı zamanda bir ontoloji soruşturmasına dönüşür. Mantık'ın tasavvurat kısmını oluşturan kavram ve tanım teorisi, dil felsefesinin bir konusu olarak, belagat ile usul-i fıkıh sahalarında da geniş bir biçimde ele alınır. Mantık'ın tasdikat kısmını oluşturan önerme ve yargı teorisinde önermenin unsurları konu, yüklem, bağlaç ile konunun ve yüklemin niceliği, bağlacın ontolojisi, tutarlılık; çıkarım ile çıkarımın doğruluğu ve yanlışlığı, doğruluk değeri ve dereceleri incelenir. Öte yandan önermede zamanı dikkate alan temporal mantık, zorunluluk, imkan ve ihtimali dikkate alan modal mantık, mantık ile gerçeklik ilişkisi, bu bağlamda nefsu'l-emr teorisi ve varolmanın ontolojik hiyerarşisi gibi pek çok konu araştırılır. Osmanlı coğrafyasında Molla Fenarî'yle başlayan bu araştırmalar, XX. Yüzyıla kadar kesintisiz devam etmiş, son dönemlerde bile Abdünnafî (ö. 1891) gibi önemli mantıkçılar yetiştirmiştir. XVIII. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan arayışlara paralel biçimde, İbn Sina öncesi mantık eserlerini dikkate alarak mantıkta yeni bir atılımı gerçekleştirmeyi hedefleyen Osmanlı mantıkçıları, İsmail Gelenbevî örneğinde görüldüğü üzere başarılı da olmuşlardır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Batı Avrupa'da üretilen çalışmalardan faydalanarak hem tercüme hem telif eserler vermeye başlamış, Ali Sedad gibi hem modern sembolik mantığı anlayan hem de eleştirebilen isimler yetiştirmişlerdir. Salih Zekî'yle beraber ise modern sembolik mantığa tam bir geçiş yapmışlardır. Mantık üzerine yapılan çalışmalar, tanım, yargı ve çıkarım süreçleri ile önermelerin vakıaya mutabakatı gibi sorunlar, bilginin(ilim) tanımı, çeşitleri, sınıflandırmaları gibi pek çok sorunun ele alınmasını doğurmuş, hem mantık biliminde hem de nefis teorisinde, idrak psikolojisi çerçevesinde, bilgi teorisi konularını incelemişlerdir. Taşköprülüzade'nin Miftahu's-saade ve misbahu's-siyade adlı eserinde görüldüğü üzere, hem bilgi ontolojik bir sınıflandırmaya tabi tutulmuş hem de farklı nesne alanlarına ilişkin üretilen bilginin, üretim süreçleri gözden geçirilmiştir. Özellikle yakinî bilgi veren burhan ile çeşitleri (innî ve limmî) mantık kitaplarında incelenirken, kelamî bilgi teorisi, meşşaî burhan teorisini yakinî bilginin tek ölçütü kabul etmemiş, tersine burhanî bilgiyi nazarî faaliyetin bir üretimi olarak görmüştür. Böylece kelamî nazar teorisi aklî düşünme tarzlarının bir incelemesi halini almıştır. Osmanlı döneminde farklı ilmî disiplinlerin ürettiği bilginin kaynakları, yapıları, yöntemleri ve değerleri incelenmiş; bu bilgilerin gerçeklikle ilişkisi üzerinde durulmuştur. Bahusus evrene, doğaya ilişkin bilginin nasıl olması gerektiği, nasıl denetlenebileceği, kullanılan âletlerin üretilen bilgiye ve gerçeklik algısına nasıl etki edebileceği üzerinde durulmuş, matematiksel tasvirlerin gerçekliği verip veremeyeceği tartışılmıştır. Bir tür bilim felsefesi olan bu araştırmalar, doğaya ilişkin farklı disiplinlerin yapısını, kavramsal çerçevesini, ilkelerini ve bilgi üretme yöntemlerini ele almaya neden olmuştur. Ali Kuşçu, İbn Nakib gibi bazı isimler doğanın bilgisini elde ederken mevcut felsefî kabullerin kullanılmasının ne kadar sağlıklı olup olamayacağını sorgulamış; başta Mirim Çelebî olmak üzere bazı isimler doğa bilgisindeki zihnî ve ampirik aşamalar ile âlet kullanılmasını tartışmış, varsayımların bilgi üretimindeki yerini soru konusu kılmışlardır. Takiyeddin Rasıd gibi bazı isimler ise doğa bilgisinde niceliksel dakikliğin üretilen bilginin kesinliğindeki katkısına dikkat etmişlerdir. İlmî disiplinlerin üzerinde kurulduğu temel kavramlar da felsefî soruşturmaya tabi tutulmuştur. Bu tür soruşturmalar hiç şüphesiz o dönemde genel felsefe içerisinde ele alınırken, matematik gibi bazı disiplinlerde özel olarak incelenmiş, örnek olarak sayı, doğru, şekil ve cisim gibi pek çok kavram tartışılmış; Enmuzec türü kitaplarda ise muhtelif ilmî disiplinlerin dönemlerindeki önemli sorunları ele alınmıştır. XVIII. yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa'dan gelen bilgilerin niceliksel artışı, daha önce başka açılardan ele alınan din ile bilgi ilişkisini, yeniden gündeme getirmiştir. Özellikle Lale devrinde Abbas Vesim Efendi'nin tıp eserlerinde görülmeye başlanan tıp ile din ilişkisi, Bakülü Kudsî (ö. 1846), Hayatî-zade Şeref Halil (ö. 1267/1851), Abdullah Fikrî Paşa (ö. 1307/1890) ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa (ö. 1336/1918) gibi isimler tarafından yeni astronomi açısından işlenmiştir. Tanzimat'tan sonra değişik felsefî ve ideolojik, özellikle pozitivizm ve bilimcilik akımlarının Osmanlı kültürüne girmesiyle tartışma alevlenmiş, farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bahusus 1860'dan sonra hızını artıran, Ernest Renan'ın "İslam ve Bilim" konferansıyla şiddetlenen bu tartışmalar, siyaset'in merkezinde bulunduğu gelecek kaygısıyla, Batı Avrupa'da ortaya çıkan yeni doğa felsefesi ile bilimin doğasını sorgulamaksızın, dinî ve siyasî tartışmaların odağına yerleşmiştir. Giderek medeniyet sorgulamasına dönen bu tartışmalarda, geçmişin mirası dikkate alınmaksızın sorunlar, Batı Avrupa'nın kendi tarihî bağlamında üretilen kavramlar ve yargılar çerçevesinde sürdürülmüş; dolayısıyla sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşılamamıştır. Amelî hikmet [Ahlak, toplum, siyaset, tarih] Amelî hikmetin ahlak, toplum ve siyaset gibi üç ana sahasında Osmanlı döneminde yapılan çalışmalar büyük bir yekun tutar. Bu çalışmalardan bir kısmı tercüme-telif olup amelî hikmetin klasik formunda ve meşşâî çizgiyi takip ederken, bir kısmı klasik Hint-İran çizgisinde siyaset-name geleneğini izler. Kelamî ahlak eserleri ise XIII. yüzyıldan sonra kaleme alınmaya başlanan Fahredin Razî çizgisindeki rasyonel ahlak anlayışını takip ederek, meşşâî felsefenin erdem öğretisiyle birleşirler. Erdem kavramı, nazarî hikmetteki müşterek metafiziği mümkün kılan ortak-varlık kavramı gibi, meşşâî ve kelamî amelî hikmeti birleştirir. Osmanlı tarihinde süreç içerisinde amelî hikmetin temel kavramlarını irfanî geleneğe bağlayan çalışmalara da rastlanır. Özellikle vahdet-i vücud çizgisindeki irfanî geleneğin, insan-i kamil kavramsallaştırmasının, Kınalı-zade'nin Ahlak-i âlaî'sinde de görüldüğü üzere, erdem öğretisiyle birleştirildiği görülür. Meşşâî rasyonel erdem öğretisinin büyük oranda, Nasirüddin Tusî ile Celaleddin Devvanî'nin eserlerinde temsil edilen formunun takip edildiği söylenebilir. Ancak bu öğretinin saf meşşâî formalarının kelamî hassasiyetler dikkate alınarak yeniden yapılandırıldığı görülmektedir. Adududdin İcî'nin kelamî ahlak eserinin ise, Taşköprülü-zade ile Müneccimbaşı başta olmak üzere bir çok Osmanlı düşünürü tarafından şerh edilmiştir. Hem meşşâî hem de amelî hikmet eserlerinin Osmanlı ilmî hayatında önemli bir miktar tuttuğu diğer bir alan ise siyasettir. Türk devlet geleneğini kısmen temsil eden Yusuf Has Hacib'in Kutadgubilig ile Eski İran devlet geleneğini esas alan Nizamülmülk'ün Siyaset-name'si ve diğer nasihat-name türü eserler daha İstanbul'un fethinden önce tercüme-telif yoluyla hazırlanmaya başlanmış, bu sahada manzum pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu türün dışında dinî-fıkhî görünüm arz eden Gazalî ve İbn Teymiye gibi düşünürlerin siyasetle ilgili eserlerini takip eden teliflere de rastlanmaktadır. XVI. yüzyılda Osmanlı devletinin kendi ben-idrakinin gelişmeye başlamasıyla beraber ivme kazanan bu çalışmalar, aynı yüzyılın sonunda yine devletin sorunlarıyla paralel olarak yeni bir form edinmiş; ele alınan sorunlar ile ele alış biçimleri güncellenmiştir. XVII. Yüzyılda başta Sultanlar olmak üzere diğer devlet adamlarına sunulan ıslahat-name türü eserler pratik sorunlara ilişkin çözüm önerileri sunarken genel kurallar koymaktan da çekinmezler. Yenileşme döneminde, Batı Avrupa'dan gelen yeni ahlakî, içtimaî ve siyasî kavram ve değerler, Tanzimat'ın ilanının doğurduğu zihniyetle birleşince XIX. yüzyılın ikinci yarısında psikolojiyle bağlantılı ahlak eserleri ile tarih ve sosyolojiyle ilişkili toplum çalışmaları; ideal devlet kavramı ile çağdaş devlet ve siyaset teorilerine bağlı yeni arayışlar devreye girmiştir. Osmanlı devletinde pratik yaşama felsefesi pek çok form içerisinde cisimleşmiştir. Özellikle dergah ve tekke gibi kurumlar nazarî irfanın yaşama geçirildiği alanlar olarak görülebilirler. Bunun yanında aşıklık geleneği ile ozanlık ve başta divan edebiyatı olmak üzere pek çok edebî türde cisimleşen şairlik yaşama felsefesinin değişik türlerini temsil ederler. Ahilîk teşkilatı ile diğer esnaf kuruluşları da bu pratik yaşama felsefesinin diğer tezahürleridir. Osmanlı dönemi söz konusu olduğunda tarih bir yönüyle dinî bir yönüyle amelî felsefenin bir şubesi olarak görülebilir. Geçmişten ibret almak şeklinde düşünüldüğünde ahlak, toplum ve siyasetin içerisinde değerlendirilebilecek tarih çalışmaları, bir varlık alanı biçiminde idrak edildiğinde ise nazarî karakter kazanır. Sistematik olarak İbn Haldun'un eserinin başlattığı bu çizgi Mehmed Kafiyecî, öğrencisi Sehavî ile belirli bir olgunluğa ulaşır. Osmanlı tarih yazıcılığında farklı şekillerde tezahür eden bu anlayış İbrahim Karamanî, Katip Çelebî ve Naima üzerinden geçerek, İbn Haldun mütercimi Piri-zade'ye, buradan da Ahmet Cevdet Paşa ile Gelenbevî-zade'ye ulaşır. Bu düşünürler için bir varolan olarak düşünülen toplumların tarihî süreçte ne tür yasalar çerçevesinde yol aldığı, nasıl oluştuğu, geliştiği ve yok olduğu sorusu yalnızca bir merak'ın değil aynı zamanda bir kaygı'nın da ürünüdür. İçerisinde yaşadıkları toplumların geleceklerini ön-görmek için tarihî yasalılığı araştırmak, esasen onlar için bir bakıma insanı da araştırmak demektir. Astronomi [ilm-i hey'et, ilm-i felek, ilm-i âlat-i felekiye] Kadim bilgi tasnifinde nazarî hikmetin bir dalı olan astronomi hem kozmoloji hem gökyüzü cisimleri hem de gündelik hayatla ilişkilidir. Bundan daha önemlisi, modern doğa felsefesinin hayat bulmasından çok önce matematiksel inşa edilen en önemli ilmî disiplindir. Muhtevası Sümer-Babil'de aritmetik, Greklerde ise geometrik bir dille tasvir edilen bu disiplin felsefî tartışmaların da merkezinde yer almıştır. Modern doğa felsefesinin yükselişinin astronomi bilimiyle yakından alakalı olması denilenlere bir delildir. Klasik İslam ile Selçuklu-Osmanlı döneminde bile antik ilmî sistem ile kelamî doğa felsefesinin en sıkı tartıştığı ve çatıştığı alan astronomi sahasıdır. Öte yandan İslam medeniyeti'nde hem dinî hem resmî (idarî) hem de içtimaî hayatta hedeflenen mükemmellik, dakik hesap ve bunu sağlayacak aletlere dayanır. Bu da dinî ve içtimaî meşruiyetin bir yönüyle matematik bilimlere, özellikle de astronomi bilimine bağlı olduğunu gösterir. Nitekim Osmanlı devleti'nde de ibadet zamanlarının ayarlanması, Mekke'de bulanan Kabe'nin geometrik-trigonometrik yönünün tayin edilmesi, başta Ramazan ayı olmak üzere dinî ve siyasî açıdan önemli olan ay, gün ve yılların başlangıç ve sonlarının belirlenmesi gibi bir çok konunun devletin başkentine göre düzenlenmesi için gerekli astronomik, geometrik-trigonometrik tablo ve tekniklerin geliştirilmesi; mevcut aletlerin daha doğru ve kullanışlı hale getirilmesi, dakik hesaplamaların yapılması gerekiyordu. Öte yandan gemilerin seyr ü seferi, mesafe ölçümü, güzergâh tayini; hatta astroloji gibi konular kısmen matematik ile usturlap, rubu-i müceyyeb vb. astronomi aletlerine dayanıyordu. Bu çerçevede, İslam medeniyeti'nin doğal bir devamı olan Osmanlı devleti'nde astronomi geleneği, Selçuklu döneminde gelişen, özellikle İlhanlılar döneminde Merağa matematik-astronomi okulunun temsilcileri eliyle Anadolu'da teşekkül eden ortam içerisinde hayat buldu. Sivas ve Kayseri'deki medreselerde uzun süre ders veren ve astronomi tarihinin en önemli teorik astronomlarından kabul edilen Kutbuddin Şirazî'nin (ö. 710/1311) eserleri ile yetiştirdiği öğrencilerin yanında diğer pek çok astronomun bu teşekküle katkıda bulunduğu söylenebilir. Nitekim İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesinin baş müderrisi Davud Kayserî'nin (ö. 751/1350) Tokat/Niksar'daki hocası İbn Sertak'ın (ö. 728/ civ.) Merağa okulu mensubu olması bu sürekliliğin en önemli göstergesidir. Kuruluş döneminde, medreselerde teorik astronomi okutulmasına, kelam ve felsefe eserlerinde astronomiyle ilgili pek çok konunun ele alınmasına karşın, Ahmed-i Dai (824/1421'de sağ) örneğinde görüldüğü üzere çalışmalar toplumun ihtiyaçlarına paralel biçimde, büyük oranda başta takvim olmak üzere uygulamalı astronomi sahasına aittir. Ancak Abdülvacid b. Muhammed'in (öl. 838/1435) Kütahya'da rasat yapması, az da olsa gözleme yönelik astronomi çalışmalarının varlığına işaret eder. Bazı zicler üzerinde şerhler yazılması, uygulamada kullanılan usturlab, rub-i müceyyeb gibi astronomi aletleri hakkında eser telif edilmesi, bu dönemdeki astronominin pratik karakterini göstermesi açısından dikkat değerdir. Semerkand'ta Uluğ Bey'in kurduğu medresenin baş müderrisi olan ve rasathanenin bir dönem müdürlüğünü yapan Musa Kadı-zade (ö. 847/1444'den sonra), Osmanlı dışında yaşamasına karşın hem o dönemdeki Osmanlı başkenti Bursa'dandır hem Osmanlı ilmiye teşkilatını düzenleyen Mehmed Fenarî'nin (ö. 834/1431) öğrencisidir hem de teorik astronomi sahasında kaleme aldığı eserler ve yetiştirdiği öğrencilerle Osmanlı teorik astronomi geleneğini belirlemiştir. Kadı-zade'nin önde gelen öğrencilerinden Fethullah Şirvanî (ö. 891/1486), hocasının eserlerine şerhle yazmış, ayrıca Nasiruddin Tusî'nin (ö. 672/1273) astronomi tarihindeki önemli teorik eseri et-Tezkire fi ilmi'l-hey'e üzerine önemli bir şerh kaleme almıştır. Ancak Osmanlılarda hem teorik ve gezegen astronomisi hem de pratik astronomi İstanbul'da, Kadı-zade ile Uluğ Bey'in öğrencisi, Semerkand okulu mensubu Ali Kuşçu (öl. 1474) ile arkadaşları ve öğrencileri tarafından inşa edilmiştir. Teorik ve gezegen astronomisi büyük oranda, Merağa ile Semerkand okullarının birikimine dayanırken, pratik astronomi, ilm-i mikat, XIV. yüzyılda Şemseddin el-Halilî ile İbn Şatır (ö. 777/1375) eliyle Şam'da zirvesine ulaştırılan klasik İslam ilm-i mikat geleneğine bağlıydı. Matematik ilimlerden Hermetik-Pitagorasçı mistisizmi, astronomi ve optik'ten de Aristotelesçi fizik ve metazifik ilkeleri temizlemeye çalışan Ali Kuşçu, Merkür'un hareketleri konusunda yeni bir kinematik-geometrik model önerdi. Ayrıca Regiomontanus üzerinden Copernic'e giden yolda güneş merkezli bir kosmoloji-astronomi için hayatî öneme sahip, hem iç hem de dış gezegenler için episaykil modeller yerine eksentrik bir modeli geliştirdi. Ali Kuşçu'nun bu teorik çalışmaları, Ahaveyn (ö. 904/1499) ile torunu Mirim Çelebî (931/1524) tarafından sürdürüldü; Abdülali Bircendi (ö. 935/1528'de sağ) tarafından eleştirildi; İbn Nakib (ö. 971/1563) tarafından ise İbn Şatır'ın yeni-astronomisi temel alınarak radikal bir teklife dönüştürüldü. Merağa matematik-astronomi okulunda köklerini bulan bu teorik sorunlarla, Osmanlı astronomları, Fahri-zade el-Mevsilî (ö. 1188/1774) ve Kuyucaklızade Mehmed Atıf (ö. 1263/1847) örneklerinde görüldüğü üzere, XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar uğraşmaya devam etti. Pratik astronomi sahasında Şeyh Vefa'nın (ö. 1491) uzun yıllar kullanılan devr-i daim takvimi yanında, Mehmed Konevî (ö. 930/1523), Osmanlı Devleti'nin yükselme döneminde yaşadığından, bu dönemin astronomik ihtiyaçlarını dikkate alarak faaliyet gösterdi. Helenistik ve İslam astronomi mirasını İstanbul'a göre yeniden düzenleyen Mehmed Konevî, Türkçe kaleme aldığı eserlerle, özellikle pratik astronomi sahasında söz konusu mirasın XVI. yüzyılın başlarından itibaren Arapça ve Farsça'dan Türkçe'ye aktarımına giden yolu açtı ve hem kendisinden sonra gelen astronomlara örnek oldu hem de astronomi dilinin Türkçeleşmesine zemin hazırladı. Özellikle halefi Mustafa el-Muvakkit (ö. 979/1571) elinde, Osmanlı ilm-i mikat geleneği ile pratik astronomi ve matematiksel coğrafya gerçek manasıyla İstanbul merkez alınarak Türkçe olarak yeniden üretildi. Bu süreç, Seydi Ali Reis eliyle hem ilk Türkçe teorik astronomi metninin telifine yol açtı hem de büyük denizciler İbn Macit ile Süleyman el-Mehrî'nin ürettikleri de dikkate alınarak deniz astronomisi ile coğrafyası geliştirildi. Osmanlı devletinde klasik İslam mirasına dayalı olarak gelişen teorik ve pratik astronomi, Merağa, Semerkant ile Kahire-Şam matematik-astronomi okullarını şahsında birleştiren, İstanbul Rasathanesi'nin kurucusu matematikçi, astronom, fizikçi ve mekanik bilimci Takiyüddin Rasıd (ö. 1585) tarafından zirveye ulaştırıldı. Takiyüddin eski rasat aletlerini geliştirdi, pek çok yeni alet icat etti; mekanik-otomatik saati ilk olarak rasat faaliyetinde kullandı. Hazırladığı ziclerde (astronomi tablo ve cetvelleri) tarihte ilk defa Babil'den beri kullanılan altmış tabanlı hesap sistemini terk ederek hem astronomide hem de trigonometride ondalık kesirleri kullandı; bu hesaba uygun sinüs ve tanjant tabloları hazırladı. En önemli amacı matematiksel dakiklik olan Takiyüddin çalışmalarıyla Semerkant astronomi okulunun eksikliklerini tamamladı. Çalışmaları Avrupa'daki çağdaşları, Copernicus ve Thyco Brahe'nin çalışmalarıyla kıyaslandığında, bazı âletler, hesapta dakiklik ve bazı yeni tespitlerde onlardan ileride olduğu görülür. Osmanlı devletinde rasada dayalı astronomi çalışmaları yalnızca Takiyüddin'in inşa ettiği İstanbul Rasathanesi'yle sınırlı değildir. Kaynaklar, Sultan II. Bayezid döneminde İstanbul'da Güneş rasadı yapıldığını kaydederken, Abdülali Bircendî'nin Trabzon'da küçük çaplı bir rasathane kurarak gözlemde bulunduğu bizzat kendisi tarafından kaleme alınan eserde ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. XVI. yüzyıldan sonra da hem teorik hem de pratik astronomi çalışmaları klasik paradigma içerisinde, Kuhn'nun deyişiyle 'normal bilim' olarak devam etti. Osmanlı astronomları pek çok konuda teorik ve pratik eserler vermeyi, pek çok astronomi âletini konu alan risaleler yazmayı XX. Yüzyılın başına kadar sürdürdü. O dönemdeki astronominin yarattığı kozmolojiye ilişkin sorunlar ile astronomi-din ilişkisi konuları üzerinde de duruldu. Örnek olarak Mehmed Darendevî'nin (ö. 1739) hazırladığı yeni ruzname yalnızca Osmanlı coğrafyasında değil, Albert Toderini'nin söylediği üzere Batı Avrupa'da da kullanıldı. XVII. yüzyılın ikinci yarısında, 1660-1664 yılları arasında modern astronomi İbrahim Efendi'nin tercümesiyle Osmanlı astronomi dünyasına girdi. Bu süreç Ebu Bekr Dımeşkî'nin (ö. 1692) çevirileriyle devam etti. İbrahim Müteferrika'nın çalışmalarıyla kamuoyuna iyice yerleşen yeni astronomi bilgileri, Osmanlı zihniyetinde Batı Avrupa'da olduğu gibi bir çatışma yaratmadı, yeni bilgiler teknik birer ayrıntı gibi görüldü. Osman b. Abdülmennan'ın tercümeleriyle devam eden bu süreçte, Osmanlı astronomları Avrupalı pek çok astronomun ziçlerini Türkçeye çevirmeye başladı ve Osmanlı devletinde takvimler artık bu yeni ziçlere göre hazırlandı. 1773'de kurulan yeni yüksek eğitim kurumları mühendishanelerde ders veren hocalar, Hüseyin Rıfkı, Seyyid Ali Paşa, özellikle İshak Hoca bu bilgilerin yerleşmesine katkıda bulundular. İshak Hoca, dönemimin bütün sahalarındaki yeni bilgileri içeren Mecmua-ı ulum-ı riyaziye adlı eserinde konuyu ayrıntılı bir biçimde verdi; böylece resmî olarak kadim astronomi terk edilerek yeni astronomi benimsendi. Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Muhtar Paşa, Salih Zeki gibi isimlerle devam eden astronomi çalışmaları, Mehmet Fatin Gökmen'in Rasathane-i amire (kuruluşu 1867) müdürlüğüne atanmasıyla yeni bir boyut kazandı; Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Kandilli Rasathanesi'ni inşa ettirerek Osmanlı birikimini Cumhuriyete taşıdı ve Osmanlı'dan Cumhuriyete astronomi çalışmalarının sürekliliğini sağladı. Matematik [İlm-i aded, ilm-i hendese, ilm-i musikî, ilm-i hiyel] Astronomi kısmında dile getirildiği üzere, İslam medeniyeti'nde hem dinî hem resmî (idarî) hem de içtimaî hayatta hedeflenen mükemmellik, dolayısıyla dinî ve içtimaî meşruiyet bir yönüyle matematik bilimlere dayanır. Bu çerçevede kadim dönemde matematiğin üç yönlü bir işleve sahip olduğu söylenebilir. Birincisi, ya adedî ya da hendesî yaklaşımları esas alan felsefî tavırdır. Bu tavır varlığı adedî veya hendesî tasavvur etmeye yöneltmiş, bu da başta adedî ya da hendesî sayılar teorisi olmak üzere, pek çok matematik teoremin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İkincisi adedî ve hendesî matematiğin başta astronomi olmak üzere diğer bazı disiplinlere tatbikidir. Bu yön, özellikle astronomi disiplinin gerektirdiği pek çok yeni matematik tekniğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Üçüncüsü ise matematiğin hem adedî hem de hendesî yönünün sosyal ve siyasî hayatta, arazî ölçümü, vergi sistemi, mesafe ölçümü gibi pek çok konuda kullanılmasıdır. Fetihten önce her üç yönün bilgisinin mevcut olduğu, özellikle bu konuda Anadolu'daki birikimin kullanıldığı söylenebilir. Davud Kayserî'nin Tokat/Niksar'da gördüğü yüksek seviyedeki matematik eğitim, eserlerinde temsil cihetinden verdiği matematik örnekler ile İthafu's-Süleymanî fi Ahdi'l-Orhanî'de konuyla ilgili kaydettiği bilgiler buna delil teşkil ederler. Osmanlı öncesinde kaleme alınmış, ancak bu dönemde Anadolu ve Osmanlı coğrafyasında istinsah edilmiş doğrudan matematik sahasına ait eserler ile Aydınlı Hacı Paşa'nın kelam çalışmalarında görülen matematik bilgiler, öncesi ile sonrası arasındaki sürekliliğin mevcudiyetine küçük birer işarettir. Aşık Paşa-zade'nin Tarihi'nde zikrettiği "defter tutma" olayı, Karamanlı âlimlerin bu sahalardaki geçmiş tecrübelerini Osmanlı'ya aktardığını gösterir. Yıldırım Bayezid döneminde Ali b. Hibetullah'ın kaleme aldığı Hulasatu'l-mihnac fi ilmi'l-hisab adlı bir eser ile Abdurrahman Bistamî'nin divan katipleri ve muhasipler için yazdığı eserler, Osmanlı matematiğinin oluşumunun toplumsal ve siyasî gelişimle paralel gittiğine bir delildir. Matematiğin sosyal ve siyasî hayattaki tezahürü hem muhasebe hem de misaha eserlerinde açıkça görülür. Hacı Atmaca'nın Mecmau'l-kavaid adlı eseriyle sistematik olarak başlayan muhasebe matematiğinin Türkçe karakteri, bütün Osmanlı devleti boyunca sürmüş, özellikle 1480 ile 1600 arasında en önemli eserlerini vermiştir. Nasuh el-Matrakî'nin eserleriyle devam eden bu süreç, Ali b. Veli b. Hazma el-Mağribî'nin Tuhfetu'l-adad lizevî rüşd ve's-sedad'ıyla zirveye ulaşmış; algoritmik hesap teknikleri yanında cebir, misaha gibi disiplinler de, özellikle uygulamaya dönük yönleriyle Türkçe olarak üretilmişlerdir. Bu eserlerde sistemin pratik karakterine uygun olarak kullanılan harezmiyat, farklı kültür ve bölgelerden devşirilen bilgilerle zenginleştirilmiş; ayrıca müellifler de kendi yaratıcılıklarıyla bu pratik içeriğe katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan Ali el-Mağribî'nin eserinde olduğu gibi bazı eserler, sosyal ve siyasî hayata ilişkin problemlerin çözümünde, teorik katkıları da tetiklemiş; adedî sayılar teorisine katkıda bulunulmasını sağlamıştır. Muhasebe matematik eserlerinin bir bölümü olarak işlenen misaha, önemine binaen, daha XV. yüzyıldan sonuna doğru Fatih Sultan Mehmed'e sunulan el-İkna fi ilm'il-misaha adlı eserle bağımsız bir disiplin haline gelmiş, Emrî Çelebî eliyle de XVI. yüzyılda Türkçeleşmiştir. Hem muhasebe matematiği hem de misaha teknikleri'nin yaygın uygulama alanı bulduğu Osmanlı döneminde, Batı Avrupa'dan XVIII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan tercümelerin bu sahalarda olması bir tesadüf değildir. Numan el-Eğinî'nin Tebyinu'l-amali'l-misaha ile Osman b. Abdülmennan'ın Hediyyetü'l-mühtedî adlı eserleri yanında Hüseyin Rıfkî, Kuyucaklı-zade Mehmet Atıf Efendi ile Ahmet Tevhid Efendi'nin çalışmaları bu duruma güzel birer örnektir. Bu eserlerde bütün hendesî şekil ve cisimlerin çevre, alan ve hacim formülleri ile uzaklık, yükseklik, derinlik gibi mesafe ölçümleri, bazı eserlerde temel madenlerin özgül ağırlıkları gibi konular incelenmekte, bazı eserlerde ise misaha'nın temel kavram ve önermeleriyle ilgili hendesî felsefe bilgileri verilmektedir. Misaha problemleri yalnızca adedî olarak değil, cebirle de çözülmekte; cebir biliminin tatbiki yönü öne çıkartılmaktadır. Öte yandan misaha'da kullanılan değişik ölçü ve tartı değerleri ile bunun için kullanılan âletlerin tanıtımı da yapılmaktadır. Yukarıda kısaca özetlenen ve pek çok yeni pratik tekniği içeren Türkçe hesap ve misaha kitapları yanında Osmanlı medreselerinde okutulan veya Osmanlı matematikçilerinin kaleme aldığı Arapça veya Farsça eserler, hindî, hevaî ve sittinî aritmetik; başta cebir olmak üzere, bilinmeyen niceliği tespit için geliştirilmiş, çift yanlış hesabı, dört orantılı sayı gibi teknikler ile misaha'yı içerirdi. Bu sahalarda kaleme alınan pek çok ana metin ispatsız iken, şerh ve haşiyeler zikredilen kuralların hem misalî hem de hendesî ispatlarını verirdi. Başta Ali Kuşçu'nun el-Muhammediyye fi'l-hisab'ı olmak üzere, temel ders kitabı Bahaeddin Amilî'nin Hulasatu'l-hisab'ı ve üzerine yazılan onlarca şerh ve haşiye ile diğer metinler aritmetik ile uygulamalı geometri'nin ne kadar yaygınlaştığı ve toplumsallaştığını gösterir. Semerkant okulu mensubu Giyaseddin Cemşid Kaşî'nin ileri seviyede okutulan Miftahu'l-hussab'ı hem teorik hem de pratik kuralları içeren, ondalık kesirler hakkında ilk bilgileri veren, mimarî matematik konularını da ele alan bir eser olarak teorik karakteri yanında pratik matematiği ileri seviyede beslemiş ve etkilemiştir. Kadim dönemde musikî'nin bir matematik bilimi sayılması, musikî'nin adedî sayılar teorisinden, özellikle oran-orantı kavramlarından hareketle kurulmasından dolayıdır. Bu ve diğer başka nedenlerle oran-orantı teorisi hem genel hesap kitaplarında hem de müstakil yazılan pek çok risalede ele alınmıştır. Sayılar teorisiyle alakalı diğer sahalar ilm-i vefk ile kombinatör analizdir. Özellikle İbrahim Halebî'nin (ö. 1190/1776) kombinatör analiz konusundaki çalışması hem bu konudaki İslamî geleneğin İbn Sina'dan itibaren gelen sürekliliğini gösterir hem de sudur gibi felsefî bir teorinin matematiksel dille nasıl ele alındığına işaret eder. Genel hesap kitapları içerisinde ele alınan sayılar teorisi, Osmanlı öncesi telifler yanında, Muhammed el-Şabramallisî (ö. 1032/1623'den sonra), Müneccimbaşı Ahmed Dede ve Ahmed el-Damanhurî (ö. 1192/1778) gibi bazı isimler tarafından müstakil eserlerde incelenir. Cebir bir bilim olarak genel hesap kitapları ile bir teknik olarak muhasebe eserlerinde ele alınmasının yanında, üzerinde pek çok müstakil eser yazılmıştır. Osmanlı cebir okulu, deyiş yerindeyse, Endülüs-Mağrib-Mısır-Suriye-Bağdad-İran-Türkistan çizgisini birleştiren bir yerde durmaktadır. Ana uğraş konusu temel cebirsel ifadeler, polinomlar hesabı ve denklemler olan Osmanlı cebri, analitik(aritmetik) bir karakter gösterir; bu nedenle hendesî cebire fazlaca yer vermez. Uygulama yönünün belirleyiciliğinden genelde ikinci derece denklemlerle sınırlı olmasına karşın, pek çok cebir eserinde daha yüksek dereceli denklemlerin varlığına işaret edilir. Osmanlı cebrinin en önemli karakterlerinden birisi de, Endülüs ve Mağrip okullarından devr aldığı cebirsel notasyon ve semboller konusunda en gelişmiş geleneği temsil etmesidir. Öyle ki, Mustafa Sıdkı (ö. 1183/1769) ve öğrencileri eliyle hem Osmanlı cebri hem de genel olarak matematiği sözel karakterden kurtulma yoluna girmiştir. Osmanlı döneminde teorik hendese Nasirdüddin Tus'inin Tahrir usuli'l-hendese'si ile İbn Sertak'ın el-İkmal fi usuli'l-hendese'si çerçevesinde göz önünde bulundurulmuştur. Hendese'nin hem mesaha hem ilm-i hiyel hem de astronomi ile ilgisi nedeniyle daima dikkate alındığı açıktır. Ancak bundan daha önemlisi İbn Heysem'den itibaren hendese, mantık ile beraber doğru ve kesin bilginin bir âleti olarak da okutulmaktaydı. Özellikle hem İbn Sinacı hem de kelamî doğa felsefelerinin farklı hendesî tasavvurlara dayanması, sistemlerini temellendirmek için büyük oranda hendesî delilleri kullanmaları bu disipline özel bir önem verilmesine neden olmuştur. Öyle ki varlık ve evren üzerine yürütülen pek çok iddia hendesî temsillerle gösterilmekteydi. Bu nedenlerle hendese Osmanlı medreselerinde daima dikkate alınmış bir disiplindir. Kadı-zade'nin Şerh eşkali't-tesis'i ve üzerine yazılan pek çok haşiye, Ebu İshak'ın İlhaku İshak'ı, Müneccimbaşı'nın Tahrir'i, Mehmed el-Yanyevî'nin Şerh'i ile Mustafa Sıdkı'nın pek çok esere yazdığı tahrir ve tehzib'i bu sahada yazılan müstakil eserlere örnektir. Batı Avrupa'da yeni doğa felsefesinin mekanik-matematik karakteri Newton eliyle teşekkül edinceye değin, matematik yukarıda özetlenen siyasî-içtimaî-dini uygulama alanları dışında, astronomi biliminin diliydi; bu nedenle matematik teoriler ve teknikler büyük oranda astronomi araştırmalarında ortaya çıkmıştır. Gezegenler teorisi için olmaz ise olmaz kinematik-geometrik modellemeler ile bu modellere göre çalıştığı düşünülen evren sisteminin içerisinde bulunan cirimlerin hem büyüklüklerini hem ilişkilerini hem de hareketlerini hesaplamak ve model içerisinde öngörülerde bulunmak kaçınılmaz olarak düzlemsel ve uzay geometrisinin geliştirilmesini zorunlu kılıyordu. Bu nedenle özellikle küresel astronomi, kosinüs, sinüs, tanjant gibi trigonometri hesap ve tekniklerinin gelişmesinde önemli bir yer tutar. Küre araştırmalarının da bu çerçevede öne çıkması kaçınılmazdır. Nitekim Kadı-zade, Ali Kuşçu, Mirim Çelebî, Kehhal Musa, Takiyüddin Rasıd ve Abbas Vesim Efendi gibi âlimlerin konuyla ilgili tüm çalışmalarının astronomi sahasında verdikleri eserlerde görülmesi sahanın bu karakteriyle ilgilidir. Bazı trigonometri problemlerinin cebirle çözülmesi, cebrin astronomi biliminde dahi uygulama alanı bulduğunu gösterir. Öte yandan Mustafa Muvakkit ile sistematik bir hal alan matematiksel coğrafya ve deniz astronomisi ve coğrafyası da matematik tekniklere bağlıydı. Matematik yapıların tatbik alanı bulduğu, hem düzlemsel hem de küresel geometri tekniklerinin kullanıldığı diğer bir alan da usturlap, rub-i muceyyeb, rub-i mukantara, küre vb? pek çok astronomi aletidir. Daire, hiperbol, parabol ve elips gibi koni kesitleri büyük oranda ileri seviyedeki genel hesap kitapları içerisinde ele alınmaktaydı. Bu sahada, İbnu'l-Havvam, Kemaleddin Farisî, İmaduddin el-Kaşi gibi, Osmanlı öncesi müelliflerin eserlerinin kullanılması yanında, Osmanlı döneminde telif edilen pek çok hesap kitabında da bu konulara yer verilirdi. İbn Hamza'nın Türkçe Tuhfe'sinde dahi geniş bir biçimde ele alınan koni kesitleri sahasında, bağımsız eserler olarak başta Semerkant matematik-okulu'nun ürettiği metinler ile klasik İslamî dönemde kaleme alınmış çalışmalar göz önünde bulundurulurdu. Bu sahada Osmanlı matematiğinde müstakil olarak yazılan tek eser Seyyid Ali Paşa'nın (ö. 1262/1846) kaleme aldığı Kutu'u'l-mahrutat adlı çalışmadır. Seyyid Ali Paşa'nın önsözde, konunun hep cebirsel ele alındığından şikayet edip saf hendesî bir eser yazdığını vurgulaması dikkate değerdir. Osmanlı döneminde trigonometrik değerlerin cebirsel hesaplanmaya çalışılması, Giyaseddin Cemşid el-Kaşî'nin bu konudaki öncü çalışmalarını takip eden, Kadı-zade, Ali Kuşçu, Mirim Çelebî, Takiyüddin Rasıd, Abbas Vesim gibi pek çok isimde görülmektedir. Ancak Takiyüddin bu konuda genel astronomi ve matematik tarihinde bir devrim yapmıştır. Bu devrim de astronomik ziclerde ve trigonometrik fonksiyonlarda Mezopotamya'dan beri kullanılan sittini sistemi terk ederek ondalık konumsal sisteme dayalı ondalık kesirleri kullanmasıdır. Bu hem hesap anlayışı ve tekniklerinde bir dönüşümü öngörmüş hem de hesaplarda dakikliği artırmıştır. Batı Avrupa'ya aktarılmasına karşın içerdiği teknik, sembolik ve ifade ile gösterim zorluğu nedeniyle Osmanlı'da takip edilmeyen bu anlayış, Ahmed Tevhid Efendi'nin (ö. 1286/1870) Nuhbetu'l-hisab adlı eserine kadar unutulmuştur. Matematiğin hem hendese hem de hesap yönünün uyguluma bulduğu diğer bir alan da mekanik bilimidir. Benu Musa ve Ebu'l-İzz el-Cezerî'den bu yana devam eden çalışmalar Osmanlı döneminde de sürdülmüştür. Alauddin el-Kirmanî'nin Fatih Sultan Mehmed'e sunduğu Bedayiu'l-amel fi senayii'l-hiyel'i ve Ali Kuşçu'nun et-Tezkire'si ile Takiyüddin Rasıd'ın hem klasik geleneği izleyen el-Alatu'r-ruhaniyye hem de mekanik-otomatik saatleri ele alan el-Kevakibu'd-durriyye fi vad'i'l-benkemati't-devriyye adlı eserleri bu konuda İslam dünyasındaki en ileri aşamayı temsil ederler. Bu eserlerde yalnızca farklı mekanik âletler tasarlanmakla kalınmaz, bu âletlerin dayandığı fizik, mekanik ve geometrik ilkeler de uygulamalı olarak gösterilir. Eserlerde antik dönemden beri bilinen âletler yanında yeni âletlerin icat ettiği de görülür. Modern matematiği yoğun olarak Osmanlı ülkesine aktaran İshak Hoca'nın Mecmua-i ulum-i riyaziye adlı eseriyle beraber matematiğin uygulama alanının geliştiğinin ve matematiğin yeni doğa felsefesinin dili olduğunun farkına varıldı. Öyle ki, eserin adı bile bu bilinci verecek biçimde konulmuştur. Öte yandan Hüseyin Rıfkı Tamanî'nin geometri sahasında tercümeleri ile İshak Hoca'nın diğer eserleri, modern matematiğin sayılar teorisi, analitik geometri, diferansiyel ve entegral hesap gibi yeni tekniklerinden haberdar olunuldu. Emin Paşa'nın (ö. 1267/1851) Fransızca önemli matematik eserler kaleme alması ve Cambridge Üniversitesi üyeliğine kabul edilmesi, Osmanlı matematikçilerinin, İsmail Gelenbevî'nin erken bir tarihte logaritma sahasında yaptığı gibi, modern matematik alanında üretime erken bir tarihte başladıklarını gösterir. Nitekim Vidinli Tevfik Paşa, Mehmed Nadir ve Salih Zekî gibi isimlerin çalışmaları bu tespiti destekler mahiyettedir. Simya-kimya ve Batınî ilimler Osmanlı simya ve kimya geleneği, Cabir b. Hayan - Ebu Bekir Razî - Aydemir Cildekî çizgisinde gelişen İslam simya-kimya geleneğine dayanır. Bu sahada pek çok çalışma yapılmış olsa da Osmanlı coğrafyasında simyevî-kimyevî doğa felsefesinin en büyük temsilcisi, İznikli Fazıl Ali Bey'dir (ö. 1609). Eserlerinde İşrakî renkler yanında kadim hermetik geleneklerin de bulunduğu Ali Bey'in, Mücerrebat adlı eserinin delalet ettiği gibi bizzat kendisi de İstanbul'da kurduğu bir labarotuvarda kimyevî tecrübelerde bulunmuştur. Kırka yakın eseri bulunan Ali Bey, kimya sahasında kendisine en çok atıfta bulunulan isim olmuş; çalışmalarıyla yarattığı ortam Paracelcus'un kimyevî tıbbının Osmanlı ülkesinde yer edinmesini sağlamıştır. Paracelcus'un kimyevî tıbbı yanında klasik gelenek içerisinde kaleme alınan pek çok çalışmanın bulunduğu Osmanlı simya-kimya geleneği, İshak Hoca'nın Mecmua-i ulum-i riyaziye adlı eseriyle Lavosier'in yeni kimyasıyla tanışmış, Kimyager Derviş Paşa ve akabinde gelen pek çok kimyacıyla modern kimyanın hem teorik hem de pratik konularıyla hemhal olarak başta sanayi olmak üzere, ilaç ve tarım gibi sahalarda kullanmaya başlamıştır. Kadim kültürlerde, bugün bağımsız bir ilmî disiplin olarak görülmeyen, başta simya ve astroloji olmak üzere pek çok alan, kendi bağlamında düşünülmek kaydıyla, bilginin tarihî gelişimini anlamak için son derece önemlidir. Bu durum, Newtoncu mekanik-deneysel-matematik doğa felsefesinin oluşumunu incelerken Newton'un simya çalışmalarını dikkate almaya benzer. Bu çerçevede, pek çok batınî çalışma alanı kadim dünya görüşlerini ve tasavvurlarını anlamak için zorunludur. Örnek olarak, ilm-i vefk gibi, gizlî ilişkiler varsayılarak üretilen pek çok adedî ilişki sayılar teorisi araştırmalarında son derece önemlidir. Bu bilimlerin başlangıç noktaları, batını oldukları bilimlerin bitiş/sınır noktalarıdır; başka bir deyişle her bir zahirî bilimin tıkandığı nokta/noktaları tespit etmek açısından önemlidirler. Gizli bilimler, insan merakının sınırsızlığını gösterirler; bu nedenle bu bilimlerde yanıtlardan çok sorulara dikkat edilmelidir; çünkü bu bilimler dahilinde sorulan pek çok soru, daha sonra zahirî sahaya aktarılmış ve ufuk açıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Her şeyden önemlisi, bu bilimler doğayı ve insan kaderini kontrol etme fikrini içeren, geleceği yönlendirmeyi amaçlayan dost için iyi'yi düşman için kötü'yü hedefleyen özelliklere sahiptirler. Kısaca, gizli bilimler, gizli'nin/occult araştırılması, Evren'de içkin sırrın keşfedilmesi konusunda ortaya konulan insan emeğinin bir göstergesidirler. Bunun yanında gizli'yi bildiğine ve yönlendirdiğine inanılan insanların birey, toplum ve özellikle siyasî hayata etkisi konusu da ayrı bir araştırma sorunudur. Sonuç Sonuç olarak, Osmanlılar doğal mirasçısı oldukları İslam medeniyeti paradigması içerisinde bilgi'yi örgütlemiş, bilgiyi muhafaza eden eserleri kütüphaneler kurarak korumuş, istinsah yoluyla yeniden üretmiş, başta medreseler olmak üzere inşa ettikleri eğitim kurumlarında talim ettirerek toplumsallaştırmış, ayrıntılarda geliştirmiş, yeni katkılarda bulunmuştur. Osmanlılar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken Batı Avrupa'da gelişen yeni bilgi stokuyla karşılaştılar. Ancak Osmanlılar ilk elde, matematik-mekanik-deneysel yeni doğa felsefesinin kendisiyle değil de yarattığı sanayi devrimi ve sonuçlarıyla muhatap oldular. Grek ve klasik İslam medeniyetinde kökenlerini bulan ortak zihniyete rağmen, yeni doğa felsefesi ve bilimle merak değil kaygı sâikıyla ve hakikat arayışının değil siyaset'in pragmatik amaçları doğrultusunda ilişki kurdular, ancak kısa zamanda yeniye nüfuz ederek katkıda bulunmaya başladılar, neticede bütün bu menfi ve müspet tecrübe ve birikimi zihniyetiyle birlikte kendilerinden sonra gelen Türkiye Cumhuriyeti'ne aktardılar. KAYNAKLAR I. Yazmalar 1. Fethullah el-Şirvânî, Haşiye ala Şerhi'l-mulahhas fi'l-hey'e, III. Ahmed, nr. 3294, 2a. 2. Mirim Çelebi, Dusturu'l-amel, Hasan Hüsnî, nr. 1284, yaprak 52a, 56a-56b. 3. Numan el-Eğinî, Ebu Sehl b. Salih, Tebyinu amali'l-misaha, Kandilli Rasathanesi, nr. 86, müellif nüshası. 4. Osman b. Abdülmennan el-Muhtedî, Hediyyetu'l-muhtedî, Askeri Müze, nr. 3027, müellif nüshası. II. Ana kaynaklar 1. Taşköprülü-zade, Miftah el-saade ve misbah el-siyade, c. I, Beyrut 1985. 2. Şekâik el-numaniyye, nşr. A. Subhi Furat. 3. Mecdî, Hadâik, nşr. Abdülkadir Özcan. 4. Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmanî. 5. Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri. 6. Muhammed Suveysi (tahkik), Eşkâlu't-tesis li's-Semerkandî bi-Şerh Kâdi-zâde el-Rûmî, Tunus 1984, s. 23-26, 63-65, 119-125. III. Genel kaynaklar 1. Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, Hazırlayanlar: Ramazan Şeşen - Cevat İzgi - Cemil Akpınar - İhsan Fazlıoğlu (Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu), c. I-II, İstanbul 1997. 2. Ramazan Şeşen - Cevat İzgi (edit. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi, İstanbul: 1999, I-II. 3. Osmanlı Musiki Literatürü Tarihi 4. Osmanlı Askerlik Literatürü Tarihi 5. Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi 6. Ramazan Şeşen - M. Serdar Bekar - Gülcan Gündüz - A. Hamdi Furat (edit. Ekmeleddin İhsanoğlu) Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi, İstanbul: 2000, I-II. 7. Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, c. I-II, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999. 8. Osmanlılar'da Bilim ve Teknoloji, Aykut Kazancıgil, İstanbul 1999 9. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim 10. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, "Türk Bilim Tarihi", c. II, S. 2, İstanbul 2004 11. George Saliba, el-Fikr el-ilmî el-Arabî: Neş'etuhu ve tatavvuruhu, Beyrut 1998. 12. Adil Fahurî, Mantık el-Arab min vuchet nazar el-mantık el-hadis, Beyrut 1980. 13. Abdelhamid I. Sabra - Jan P Hogendijk, The Enterprise of Science in Islam: New Perspectives, London 2003. 14. Remzi Demir, Takiyüddin'de Matematik ve Astronomi, Ankara: 2000. 15. Hüseyin Gazi Topdemir, Takiyüddin'in Optik Kitabı, Ankara: 1999. 16. Sayılı, Aydın Sayılı, The Observatory in Islam, Ankara: 1960. 17. Cevat İzgi, Osmanlı Türklerinde İlim, c. I-II. 18. George Saliba, A History of Arabic Astronomy: Platenory Theories during the Golden Age of Islam, New York 1994, s. 282-284. 19. Mehmet Bayraktar, La Philosophie Mystique Chez Dawud De Kayserî, Ankara 1990. 20. Hüseyin Tevfik Paşa, Linear Algebra, nşr: Kazım Çeçen, İTÜ, Bilim ve Teknoloji Tarihi Araştırma Merkezi, İstanbul 1988, s. 18-41. 21. Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi. 22. Ünver, Süheyl, Astronom Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri, İstanbul: 1948. 23. 16'ıncı Asırda Osmanlılar'da Saat ve Takiyüddin'in "Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair En Parlak Yıldızlar" Adlı Eseri (Türkçe-İngilizce-Arapça metin), Ankara 1966. IV. Makaleler 1. "Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz", Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, edit. Ahmet Yaşar Ocak, c. I (Sosyal ve Siyasal Hayat), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 413-427. 2. İhsan Fazlıoğlu, "Türk Felsefe-Bilim Tarihi'nin Seyir Defteri (Bir Önsöz)", Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2005/1, S. 18, s. 1-57. 3. İhsan Fazlıoğlu, "İki Ucu Müphem Bir Köprü: 'Bilim' ile 'Tarih' ya da 'Bilim Tarihi'", Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, (Türk Bilim Tarihi), 2004, c. II, S. 2, s. 24-26. 4. İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı felsefe-biliminin arkaplanı: Semerkand matematik-astronomi okulu", Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2003/1, S. 14, s. 1.57. (?) 5. İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Dâvûd el-Kayserî (656-660/1258-1261-751/1350)", Uluslararası Dâvûd el-Kayserî Sempozyumu Tebliğleri, Kayseri 1998, s. 25-42. 6. İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı Düşünce Geleneği'nde 'Siyasî Metin' olarak Kelam Kitapları", Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, c. I, S. 2, İstanbul 2003, s. 7. İhsan Fazlıoğlu, Uygulamalı Geometrinin Tarihine Giriş -el-İkna fî İlmi'l-Misaha-, İstanbul 2004. 8. İhsan Fazlıoğlu, "Ali Kuşçu'nun Bir Hendese Problemi ve Sinan Paşa'ya Nisbet Edilen Cevabı", Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul 1996/1, s. 85-105. 9. İhsan Fazlıoğlu, "İlk Dönem Osmanlı İlim ve Kültür Hayatında İhvânu's-Safâ ve Abdurrahmân Bistâmî", Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul 1996/2, s. 229-240. 10. İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı Klasik Muhasebe Matematik Eserleri Üzerine Bir Değerlendirme", Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Sayı: 1, Cilt: 1, İstanbul 2003, s. 345-367. 11. İhsan Fazlıoğlu, "Ali Kuşçu'nun el-Muhammediyye fî el-hisâb'ının 'Çift Yanlış' ile 'Tahlîl' Hesabı Bölümü", Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, Sayı: 4, Ekim 2003, s. 135-155. [3. sayıda yayımlanan aynı adlı makalenin düzeltilmiş halidir]. 12. İhsan Fazlıoğlu, "İrşad el-Tullab ila İlm el-Hisab [Hesap Biliminde Öğrencilere Kılavuz]", Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2002/2, S. 13, s. 315-340. 13. F. Jamil Ragep, Ali Qushji and Regiomontanus: Eccentric Transformations and Copernican Revolutions, Journal History of Astronomy, xxxvi (2005), 359-371. 14. F. Jamil Ragep, "Freeing Astronomy from Philosophy -An Aspect of Islamic Influence on Science-, Osiris, 2001, 16, s. 49-71. 15. Ragep, F. Jamil, "Tusi and Copernicus: The Earth's Motion in Context", Science in Context 14(1/2), 145-163, Cambridge: 2001. 16. .George Saliba, "Al-Qushji's Reform of the Ptolemaic Model for Mercury." Arabic Sciences and Philosophy 3 (1993): 161-203. 17. Sevim Tekeli (edit.), Alat el-Rasadiyye li Zic-i Şehinşahiyye, İTED, III/1-2, 1960, s. 1-30. 18. Sevim Tekeli, "Nasiruddin, Takiyüddin ve Tycho Brahe'nin Rasad Aletlerinin Mukayesesi", Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, vol. XVI/3-4, 301-353. 19. Sevim Tekeli, 'Onaltıncı Yüzyıl Trigonometri Çalışmaları Üzerine Bir Araştırma: Copernicus ve Takiyuddin", Erdem, C. II/4, Ankara 1986, s. 219-272; 20. R. Şeşen, The Translator of the Belgrade Council Osman b. Abdülmennan and his Place in the Translation Activities, Transfer of Moden Science...., s. 371-383; 21. Semihi Soner, "İbrahim Edhem Paşa'nın Usul el-Hendesesi Hakkında Araştırma", Araştırma, II, 1964, s. 145-178; 22. Aydın Sayılı, Alauddin Mansur'un İstanbul Rasadhanesi Hakkındaki Şiirleri, Belleten, c. XX, Sayı 79, 1956, s. 411-484. 23. King, David A., "Astronomical Timekeeping in Ottoman Turkey", Islamic Mathematical Astronomy içerisinde, London: 1986, 247, 249-250. 24. Salim Aydüz, "Lale Devri'nde yapılan ilmî faaliyetler", Divan -İlmî Araştırmalar-, 1997/1, İstanbul: 1997, 143-170. V. İslam Ansiklopedisi Maddeler 1. "Cebir", c. VII, İstanbul 1993, s. 195-201. 2. "Hendese: Osmanlı Dönemi", c. XVII, İstanbul 1998, s. 199-208. 3. "Hesap: Osmanlılar'da Hesap", c. XVII, İstanbul 1998, s. 244-257; "Osmanlılar'da Hesâb-ı Hevâî", s. 257-260; "Osmanlılar'da Hesâb-ı Hindî", s. 262-265; "Osmanlılar'da Hesâb-ı Sittînî", s. 266-268; "Hesap Yöntemleri: A- Hesâb-ı A'dâd-i Erbaat Mütenâsibei, s. 268-269, B- Hesâb-ı Hataeyn, s. 269-271, C- Hesâb-ı Tahlîl ve Teâküs, s. 271. 4. "Hulâsat el-hisâb", c. XVIII, İstanbul 1998, s. 322-324. 5. "İlm-i menâzir (Optik): Osmanlılar'da ilm-i menâzir", c. XXII, İstanbul 2000, s. 131-132. 6. "Kadızade-i Rumi", c. XXIV, İstanbul 2001, s. 98-100. 7. "Konevi, Mehmed", c. XXVI, İstanbul 2002, s. 165. 8. "Mehmed Atıf Efendi", c. XXVIII, Ankara 2003, s. 444. 9. "Mehmed Nadir", c. XXVIII, Ankara 2003, s. 499-500. 10. "Mesaha", c. XXIX, Ankara 2004, s. 261-264. 11. Mirim Çelebî", c. XXX, İstanbul 2005, s. 160-161. 12. "Muhammed Ebu'l-Hayr", c. XXX, İstanbul 2005, s. 524. 13. "Mustafa b. Ali el-Muvakkit", c. XXXI, İstanbul 2006, s. 287-288. 14. "Mustafa Sıdkı", c. XXXI, İstanbul 2006, s. 356-357. VI. Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi 1. "Abdurrahman Bistâmî", c. I, İstanbul 1999, s. 24-25. 2. "Abdulalî Bircendî", c. I, İstanbul 1999, s. 33-34. 3. "Abdurrahim Maraşî", c. I, İstanbul 1999, s. 73. 4. "Ahmed Efendi (Taşköprülü-zâde)", c. I, İstanbul 1999, s. 122-124. 5. "Ahmed Tevhîd Efendi", c. I, İstanbul 1999, s. 164-165. 6. "Ali Efendi (İbn Hamza), c. I, İstanbul 1999, s. 204-205. 7. "Ali Kuşçu", c. I, İstanbul 1999, s. 216-219. 8. "Davud Kayserî", c. I, İstanbul 1999, s. 370-371. 9. "Emrî Çelebi [Matematikçiliği]", c. I, İstanbul 1999, s. 407. 10. "Fâzıl Ali Bey", c. I, İstanbul 1999, s. 441-443. 11. "İsmail Efendi (Gelenbevî)", c. I, İstanbul 1999, s. 666-669. 12. "Mûsâ (Kâdî-zâde)", c. II, İstanbul 1999, s. 255-258. 13. "Nasuh (Matrakçı), [Matematikçiliği]", c. II, İstanbul 1999, s. 351. 14. "Seyyid Ali Paşa", c. II, İstanbul 1999, s. 529. VII. Tezler 1. Sâlim Aydüz, Osmanlı Devleti'nde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar, İ. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 1993. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder