İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi: "Mensubiyet Mesuliyeti Yaratır"
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Karabatak Dergisi'nin 35. sayısında yayımlanan "Mensubiyet Mesuliyeti Yaratır" başlıklı röportajını istifadenize sunuyorum. Bu sayede Karabatak Dergisi’ne ve Sayın Naime Erkovan'a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Muhammet Negiz
mnergiz@live.com
İhsan Fazlıoğlu, kendisine yöneltilen bir soruya yanıt olarak şu ifadeleri kullanmıştır;
“Hazır aklıma gelmişken, samimiyetle bir iş yapan genç arkadaşlarıma tavsiyem şudur: Başkasının sesini taklit eden, kaynaktaki değişikliklere göre, sesine ayar vermek zorunda kalır. Başka seslere ibret almak ve faydalanmak için dikkat kesiliniz; ancak en nihayetinde kendi sesinize kulak veriniz. Ne demiştik:
Hiçbir kulağı varsaymadan, kişinin kendi şarkısını terennüm edebilmesi, yaşama cesaretinin zirve ifadesidir. Bu şarkı terennümündeki tek ilke şudur: İş tutuşunuz kalbî; iş yapışınız aklî/istidlâlî olsun. Birincisi sizi samimi ve ihlaslı kılar, ikincisi titiz ve başarılı.”
İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi XIV:
“MENSUBİYET, MESULİYETİ YARATIR”
Ülkemizin
pek değerli mütefekkirlerini hür kalemiz olan mecmuamızda ağırlamaya ve onların
marifetlerine iltifat etmeye devam ediyoruz. Sayın Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Beyefendi
ile halleştik, dertleştik, sohbet ettik… Felsefî kültürümüzün yeniden inşasına,
birbirinden değerli eserleriyle büyük katkılar sunan ve bu minvalde uyanışımızı
güçlendiren İhsan Fazlıoğlu Beyefendi’nin sadece eserlerinden değil,
sohbetlerinden de çok şey öğreneceğimiz muhakkaktır. Bu anlamda, kendileriyle yanıt/çözüm arayışında olduğumuz soru/nları konuştuk. Bu hasbihal, tüm
değerlerimizi ve tarihî tecrübelerimizi hızla çürütmek ya da unutturmak için
elinden geleni yapan yeni dünya düzeninin
tahakkümüne karşı bir başkaldırıdır… Ayrıca, Sayın Hocamızın deyimiyle “Ya mücevher
olup tarihteki yerimizi almak yani kendimiz olmak ya da basit bir takı
olarak başkaları tarafından süs eşyası gibi kullanılmak” arasında tabii ki ümidimizi
her daim diri tutmak için mücevher olmayı tercih ve talep edeceğiz. Allah, bu
topraklardan fışkıran metafiziksel mücevherleri görmeyi ve keşfetmeyi her daim
nasip eylesin. Kendilerine bu derin söyleşi için müteşekkiriz… Bu minvalde
hocamızın neşredilmiş eserleri şunlardır:
•
Kendini Bulmak (Papersense
Yayınları)
•
Kendini Aramak (Papersense
Yayınları)
•
Fuzuli Ne Demek İstedi? (Papersense
Yayınları)
•
Akıllı Türk Makul Tarih (Papersense
Yayınları)
•
Kayıp Halka (Papersense Yayınları)
•
Derin Yapı (Papersense Yayınları)
•
Sözün Eşiğinde (Papersense
Yayınları)
•
Soruların Peşinde (Papersense
Yayınları)
•
Nazarî Ufuk (Papersense Yayınları)
Neşredilen
mühim eserlerinize tanık olduk ve olmaya da inşallah devam edeceğiz. Şu ana
kadar toplam dokuz kitabınız neşredildi. Bunun yanı sıra yayımlanmasında
katkıda bulunduğunuz Tercüme-i Hiyel,
Tahriru Usûli’l-Hendese ve’l-Hisâb
ve Cezeri’nin Olağanüstü Makineleri
gibi eserler de var. Bir de Taşköprülüzâde
Külliyâtı... Sanırım bu eserlerin sayısı daha da artacak. Bu eserlerin
peş peşe yayımlanması planlanmış mıydı? Başka ne türden eserlerle
karşılaşacağız acaba?
Eskilerin
tabiriyle tedbir takdirin bir cüzüdür. Şüphesiz eylemlerimize belirli
tedbirler, planlar eşlik ediyor. Ayrıca doğum ile ölüm arasındaki mesafeyi
anlamlı bir şekilde doldurmak da hayatın istikameti açısından önemli.
Akîdemizin tarihî yürüyüşünü sürekli kılmak için çalışmak gerekiyor. Akıl ile
ilim ve el ile amel bir temeddün hareketinin olmazsa olmazları. Yine de
sorunuzda vurguladığınız anlamda bir plan yoktu. Daha önceki söyleşilerimde de
dile getirdiğim üzere bu yayımlama işi daha çok genç yoldaşlarımın bir
düşüncesi; özellikle Mehmet Ali Çalışkan’ın. Ben daha çok makale ve deneme
yazmak, bir de ders, seminer, konferans vermek, ayrıca atölye tarzı çalışmalar
yapmakla yetinmek istiyordum; hâlâ da öyle. Çünkü kitabı daha çok kemâle ermiş
bir fikrin ifadesi olarak görüyorum. Hâlbuki hiçbir fikrimin kitaba dönüşecek
kadar bir kemâle sahip olduğunu düşünmüyorum. Açıkçası bundan sonra nelerle
karşılaşacağız, ben de merak ediyorum.
Tezgâhta
neler var peki hocam?
Tezgâhta
pek çok şey var: Denemelerin ve söyleşilerin kitaplaştırılması; akademik
makalelerin neşrine devam edilmesi yanında İslâm felsefe-bilim tarihi ile
ilgili araştırmalar; ilk Türkçe hesap, misaha ve matematik eserleri gibi bazı
önemli metinlerin neşri. Gerçekten ben de meraklar içindeyim. Ama benim duam
son nefesimi yazarken değil, ders anlatırken vermek...
Yazım
tarzınız Türkiye’de alışık olmadığımız ilmî seviyeyi ve edebî zevki mezcediyor.
Bunun yanı sıra gerek zihnî gerekse de kültürel sorunlarımızın özüne işaret
ederek ufkumuzu açıyorsunuz. İşaret ettiklerinizin, tespit ettiğiniz sorunların
ve soruların bizleri bir yerlere götüreceği muhakkak. Eserlerinizin bu anlamda
şu ana kadar müşahede ettiğiniz etkileri neler oldu acaba?
Mensubiyet,
mesuliyeti yaratır; mesuliyet de insanı söyletir. Söyleyemezseniz mahcubiyet
yaşarsınız. Gayretim en nihayetinde mahcup olmamak; emaneti yerine getirmektir.
Elden geldiğince bir vazife bilinci ile iş yapmayı önemsiyorum. Çünkü
şuna inanıyorum: Önceden
tanımlanmış bir beklentisi olan, kaybetmeyi ya da kazanmayı önemser; yalnızca
vazifesini yapan için yapmak yeterlidir. Ve yine inanıyorum ki,
akibetinden emin olmak kibirdir. İnsana düşen vazifesini yapmaktır; akibetini
hesaplamak değil; istikâmeti olan akibetini hesap etmez çünkü. Diğer
tespitler sizin hüsnüzannınız; buna müteşekkirim. Hazır aklıma gelmişken,
samimiyetle bir iş yapan genç arkadaşlarıma tavsiyem şudur: Başkasının sesini
taklit eden, kaynaktaki değişikliklere göre, sesine ayar vermek zorunda kalır.
Başka seslere ibret almak ve faydalanmak için dikkat kesiliniz; ancak en
nihayetinde kendi sesinize kulak veriniz. Ne demiştik: Hiçbir kulağı varsaymadan, kişinin
kendi şarkısını terennüm edebilmesi, yaşama cesaretinin zirve ifadesidir. Bu şarkı terennümündeki tek ilke şudur: İş tutuşunuz kalbî; iş yapışınız
aklî/istidlâlî olsun. Birincisi sizi samimi ve ihlaslı kılar, ikincisi titiz ve
başarılı.
Kendini
Aramak ve Kendini Bulmak adlı eserleriniz her
kesimden okuyucu tarafından okundu ve takdir edildi. Bu kitaplarda özellikle
kendilik arayışı peşinde olduğunuzu söylüyorsunuz. Kendilik arayışı sizin için
neden bu kadar önemli?
Bu sorunuzun
cevabı her iki eserde mündemiç aslında. Çok açık bir nedeni var bu arayışın;
kendilik bilgisi diğer tüm bilgilerin temelindedir de ondan. Tanrı'nın bilgisi
bile. Tanrı'nın bizi muhatap alması, mükellef kılması, halife yapması, tüm
bunlar kendilik bilgisi ile mümkündür. Ariflerin dediği gibi, insanlık bir
imkândır; bunu mümküne tahvil etmek, tahkîk-i zât yani kendilik bilgisi,
bilinci ile mümkündür. Niçin çocuklar ve deliler muhatap ve mükellef değildir;
kendiliklerinin idrakinde olmadıkları için değil mi? İnsan olmaklıktaki
derecemiz, kendilik bilincindeki seviyemizle doğru orantılıdır. Kanaatimce bir
insanın başına gelebilecek en büyük musibet, önce kendini ihmal etmesi, sonra
da unutmasıdır. Kendini unutan insanlığından vazgeçer, çünkü kendini unutmak
demek, kendini terk etmek demektir. İnsan
kalmakta direnmeli ve diretmeliyiz. Daha derinden bakılırsa Bezm-i Elestteki
-ki bu sahne daimdir- soruya muhatap olmanın asgari şartı kendilik
bilgisi/bilincidir. Ne kadar kötüdür değil mi, bir soruya muhatap olamamak;
Tanrı tarafından muhatap alınmamak. Yalnız vurgulamakta fayda var: Kendilik
kapalı bir uzay değildir; kendi kendini sürekli ören bir örüntüdür aynı
zamanda; kendimizi öreriz; yontarız; bir açıdan da inşa ederiz. Bu hakikati
şöyle ifade etmiştim: Her bir kişinin yaşamı kendi hakkındaki rüyasının
yorumudur. Yorum için hiçbir zaman oldu dememek kaydıyla; olan ölür
çünkü. Çok konuştuk. Sözü kendilik felsefesinin üstadı Âşık Paşa'ya
bırakalım: “Masiyetdür
bilmemek kendüzini / Düne degşürmişdür ol güngüzini” [Kendini bilmemek,
baş-günahtır; gündüzü, geceye değiştirmektir]. Ya da “Kendü hâlin bilmeyen âdem
değil / Ana hayvan der-isen gâm degül” [Kendi hâlini bilmeyen insan olamaz; ona
hayvan dense de olur]. Bundan daha ağırı da var: Muhatap alınmamak. Nitekim
şöyle diyor: Kendüzin bilmeyene davî haram / Ne diyem ben ol
kişiden ne soram. [Kendini bilmeyene dava haramdır; ona ne söyleyeyim ki, neyi
sorayım ki...] Sizce tüm
bu deyişlerden sonra başka söze hacet var mı?
Özellikle
Kendini Aramak adlı eserinizin
ilk denemesi çok önemli bir ufuk açıyor Sayın Hocam. “Soru da İnsandır, Yanıt
da” diyorsunuz. Bugün dünyaya hükmetmeye çalışan sermayeciliğin
küreselleştirdiği “yanıt(sızlık)” insan denilen soruyu yok etmeye mi yönelik acaba?
Bu dünyayı çıkmazdan hangi yanıt kurtarabilir?
Âlem bir cümle ise insan onun noktasıdır. Öyle bir nokta
ki, cümleyi ya anlamlı kılar ya da anlamsız. Bu nedenle, ariflerin dediği gibi
en temel sorumuz: “Varlık, insanı var-kılmakla ne demek istiyor?” İnsan, madde ile mananın tam ortasında ara-varlıktır;
işte bundan dolayı bilmeye başlarken ne maddeden ne de manadan,
orta-olan’dan/kendinden başlamak gerekir. Bu başlangıç o kadar önemlidir ki,
kudema, “kişi, Varlık’ı, kendi zâtına ircâ etmeden, küllî olarak idrâk edemez;
bu nedenle teemmül, tefekküre tekaddüm eder” der. Başka bir deyişle, varlık
insana yüklemdir; insan ise özne... Öyleyse özneyi bilmeden, yani bileni
bilmeden, dolayısıyla bilmeyi bilmeden, neyi bilebiliriz ki. Hz. Yunus boşuna
demiyor; “İlim, ilmi bilmektir / İlim kendin bilmektir.” Dikkat edilirse bu
ifadede ilmi bilmek ile kendin(i) bilmek özdeşleştiriliyor.
Çünkü ancak kendinizi bilirseniz, bilebilirsiniz.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, insan kendine
unutturulmaya çalışılıyor; kendini terk etmeye zorlanıyor. Başka bir deyişle,
kişinin kendini kendine soru konusu kılması zorlaştırılıyor. Her şey bir soru
ile başladı; soru ile devam edecek; soru ile bitecek. Bu nedenle köken ve son
soruları hayatımızdan çekildi. Nere-den ve nere-y-e soruları iptal edildi.
Sadece nere-de olduğumuzla ilgileniliyor; o da dışarısı olması bakımından maddi
yer ile yani Evren-ile. Bilgi artık üç boyutlu değil; isitkametin geliş ve
dönüş uçları belirsizleştirildi; köken maddileştirildi; dönüş ise
itibarsızlaştırıldı. Bunun için yaşam çoğaltılıyor; insanı meşgul edecek,
kendiyle baş başa kalmasını engelleyecek lüks ve konfor derinleştiriliyor. İnsan
hem maddi hem de manevi çürüyor. Halbuki, madde ile mana bizi birlikte var
eder; öncelik ve sonralıkları yoktur; birliktelikleri vardır. Hayat bir
sürekliliktir farklı var-olma tarzlarını süpüren. İnsanı tekrar üç-boyutlu bir
sorunun konusu kılmak gerekiyor. Yer, yol ve istikameti insanda tekrardan
tevhid etmeliyiz; tersi durumda kendi kendimizi imha edeceğiz. Yeni bir çıkış
ancak ve ancak kendimiz hakkındaki kanaatimizi yenilemekle mümkündür çünkü hem
büyük hem de küçük ölçekte bir insanın kendine ilişkin kanaati
değişmeden, olgu ve olaylara ilişkin bakış-açısı değişmez; çünkü insan
yenilenmeden hayat yenilenmez. Kapitalizme, sermayeciliğe dolayısıyla
emperyalizme, sömürgeciliğe gelince, o konudaki tavrın çok keskindir: Kapitalizm ve Emperyalizm ile
sorunu olmayan bir kişinin insan-ca yaşıyor olduğuna inanmamız için hiçbir
nedenimiz yoktur.
Hocam, ülkemizin
tarihî ilmî tecrübesini yeniden anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Bu
anlamlandırmanın, hakikat ve siyaset simetrisi açısından anlamı nedir?
Hakikat
ile siyaset hayatın birbirini tamamlayan iki farklı tecellisidir. Önemli olan
bu hakikatin sarih ve sahih olmasını temin etmektir ki, siyaset de istikamet
verici olsun. Siyasetin bir milletin varlık duyuşu olduğunu düşünüyorum; o
halde varlığa ilişkin bir hakikat araştırması siyasetten bağımsız olamaz. Bu
çerçevede sarih ve sahih bir hakikat çanağında yol almayan bir siyaset de
insanlara muhkem istikamet veremez. Ortalığı Âl-i Cengiz oyunları kaplar; hayat
çölünde amaçsız dolanıp dururuz. Siyaset bir yön verme, yönlendirme işidir;
bunu da tozutmadan yapmak, toplumun maslahatını, toplulukların menfaatlerini
iptal etmeden korumak; en önemlisi de inşa edilecek siyasi ortamda bireyin
faziletini gerçekleştirmesini sağlayacak şartları sağlamak gerekir. Tüm bunlar
yerden bitme, gelişigüzel olmayacağından muhakkak o milletin tarihî tecrübesine
yani hafızasına dayanmalıdır. Bu tecrübenin adı davranış söz konusu olduğundan
âdet; bilgi söz konusu olduğunda örftür. İlmî tecrübemizi bu anlamda
başkalarına etkimiz oranında ya da başkalarıyla bir öncelik yarışına girmeden
atalarımızın soru sorma tarzları, sorunları ele alış biçimleri, kullandıkları
kavramlar ve yöntemler, ürettikleri yanıtlar, kurumlar vb. yapılar çerçevesinde
tespit etmek ve yorumlamak zorundayız. Her zaman söylediğim gibi, geleceğe
ilişkin hesabı olan milletler, geçmişte bu hesabı nasıl gördüklerini merak
ederler. Yine de unutmayalım
en derin siyaset, bilgidir; çünkü siyaset
beka-i devleti, bilgi ise beka-i milleti sağlar.
Cumhuriyet
sonrası Türkiye’sinde felsefî alana ilginin ya da ilgisizliğin seyri hakkında
ne düşünüyorsunuz Hocam? İlginin ya da ilgisizliğin mahiyeti ve nedenleri
hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu
uzun soluklu bir soru. Öncelikle bütünü dikkate almadan parça hakkında konuşmak
bize ne sadık bilgi verir; ne o parçayı anlamamıza yardım eder ne de o parçaya
ilişkin bilgimize ve anlamamıza bir meşruiyet sağlar. Dolayısıyla son dönemi
bir bütün olarak dikkate almadan o dönemdeki herhangi bir parçayı sağlıklı bir
şekilde idrak edemeyiz. 1774’ten bugüne ciddi bir beka sorunu yaşadık. Bu
nedenle diyorum ki, “1774’ten bu yana başımıza gelenler gündüzün başına
gelseydi gece olurdu.” Yine de tüm bu şartlarda varlığımıza mukayyet olduk;
olmaya çalışıyoruz. Felsefe meselesine gelince, bu tür sorularda felsefe
sözcüğü iki anlamda kullanılıyor; birincisi teknik bir kavram olarak yani
felsefe disiplini; ikincisi ise düşünmek. İkinci anlamıyla Türkler filozof bir millettir;
tarih boyunca düşünerek yol almışlardır; neyi, nasıl ve niçin yaptıklarını
bilirler. Birinci anlamıyla ise felsefe üst-kültürün yapabileceği bir şeydir ve
büyük oranda bilimlerde belirli bir birikimi talep eder; formel, doğa ve manevi
bilimler gibi değişik alanlarda. Ayrıca güçlü bir siyasi ve iktisadi yapılanma
ister. Bu anlamıyla ne tarihte ne de günümüzde felsefe üreten fazla toplum vardır.
Bu toplumlardan biri de Türk milletidir. Davud Kayserî’den Molla Fenarî’ye, Hocazade'den
İbn Kemal’e, Taşköprülüzade’den Gelenbevî’ye, oradan günümüze. Bu nedenle
telaşa gerek yok; niyetimizi bozmadıkça bu tür etkinlikler vasat oluştukça
kendiliğinden tecelli eder. Biz yürüyüşümüzü sürdürelim yeter ki.
Bir
ilkeden bahsediyorsunuz ki belki de serlevha şeklinde her yere asılmalıdır, o
da şu: “Bir milletin anlam-değer dünyasına, kısaca tarihî tecrübesine
mensubiyet ve aidiyet duymak; düşünmesinde ve eylemesinde o millete ilişkin her
türlü kanonik yapıdan pay almak…” Ben de buna “düşünce namusu” diyorum
özetle. Kimliksizleştiren, insanları mağaralara tıkayan, kendinden iğrendiren
ideolojiler bu ülkenin hep başının belası oldu ve olmaya devam ediyor. Bu
beraberinde zihin dünyamızı parçalıyor ve olası bir mutabakatı engelliyor.
Sürekli bir parçalanmışlık ve çatışma ortamı mevcut. İbn Haldun’un dediği gibi,
“kalplerimiz müteferrik ise akıllarımızı kimse birleştiremez.” Bu sorunlar için
esaslı çözümler sizce nasıl üretiriz ve kalpleri birleştirmek için nereden
başlamalıyız Hocam?
Zor
ve her zor soru gibi güzel bir soru. Bu sorunun en temel cevabı millet olmaktır.
“Millet olmak” ne demekse bunu başarmalıyız. Kanonik yapı, tarihi tecrübenin
süzgecinden geçmiş bir milletin beşerî her konudaki davranış ve bilgi
birliğidir. Ortak akıl, ortak dil, ortak vicdan ya da... Kanonik yapılar
omurgayı oluşturur ya da kültürün ana-caddelerini... Kanonik yapılara
mensubiyet yok ise mesuliyet bekleyemezsiniz. Bu nedenle diyorum ki, vicdanları terbiye etmeden yalnızca idrakleri
eğiten milletler kendi mensupları tarafından aşağılanmaya hazır
olmalıdırlar. Bir millete mensubiyeti basit bir his birlikteliğine
indirgeyemeyiz; tersine bir millete mensubiyet, bir bilinç işidir. Bunu
sağlamanın en sağlıklı yolu, bir milletin efsanelerini, masallarını, şiirini,
müziğini, kısaca tüm tarihi tecrübesini aidiyet duyulacak bir birlik içinde
idrak etmesi, o birlik içinde düşünmeyi ve eylemeyi becermesi, bu birliği maddi
kurumlarla görünür kılması, törenlerle nesiller arası aktarıma sokması, kısaca
bir huy ve alışkanlık haline dönüştürmesi gerekir. Bir milletin bu anlamıyla
bir birliği yok ise bireylerini bir arada tutamaz; dağılır. Bu birlik,
küçük ölçekte yuva, büyük ölçekte vatan adını alır; hem maddi hem
de manevi anlamda. Maddi ve manevi yuvamız yok ise aile, vatanımız yok ise
millet olamayız. Lütfen vurguya dikkat kesilelim, maddi ve manevi birlikte.
İdeoloji kavramınıza gelince, bu konuda tek bir cümle söyleyeceğim: “Hakikati bir ideoloji
içinde idrak etmek, kuşu bir kafes içinde tanımaya benzer.” Sanıyorum bu
yeterlidir.
Türkiye’de
felsefî çalışmaların bugünkü durumu ve gelecek perspektifi için neler
söyleyebilirsiniz?
Biraz
önce işaret etmiştik; düşünce anlamında felsefe ile teknik anlamda felsefe
arasındaki ilişkiye. Düşünüyoruz; dertlerimize, ihtiyaçlarımıza,
önceliklerimize göre. Bu noktada bir sorun yok. Teknik anlamda felsefe bir
disiplindir; matematik gibi, fizik gibi. Bu tür bilimlerde sorular küllidir
ancak cevaplar yerel özellikler taşır; isteseniz de istemesiniz de. Yerellik
belki formel ve doğa bilimlerinde nispeten daha az olabilir. Bilim tarihi bunu
gösteriyor bize. Ancak manevi bilimlerde yerelliğin tonu artar. Özellikle
felsefenin belirli alanlarında bu daha da fazladır. Bizde sorun, sorular ve
cevapların bize ne kadar ait olup olmadığında düğümleniyor. Bunun birkaç nedeni
olabilir. Birincisi felsefe bizde daha çok felsefe tarihine dönüşmüş durumda.
Başkalarının cevaplarını bırakınız düşünmeyi, bağlamını bile dikkate almadan
tekrarlıyoruz. Başka bir kültür ortamının kendine ait sorular için ürettiği
cevapları tarih-üstü doktriner bir gerçeklik gibi okuyoruz. Bu tespit sadece
çağdaş felsefe için değil, hem Eski Yunan, hem İslam felsefesi için de geçerli.
İçinde yaşadığımız tarihsel ve toplumsal gerçeklik ile hiç ilişkisi olmayan
okumalar; sanki Japonya'da ya da Norveç’te yaşıyor gibiyiz. Gerçi bu duruma
şaşırmıyorum çünkü öyle nesiller yetiştirdik ki, dünya haritası çizmelerini
istediğinizde Türkiye'yi değil Avrupa'yı merkez alarak çizmeye başlıyorlar. Bu
tür bir okumadan bir şey çıkmaz, çıksa da bu topraklarda bir karşılık bulmaz.
Elbette bir de kadim birikimimize, geleneğimize ciddi psikolojik bir tepki var.
Bunun ayrıntılarına girmeyeceğim ama somut bir örnek vermek isterim: Nazariyat
İslam Felsefe ve Bilim Tarihi Araştırmaları Dergisi’ni gönderdiğimiz
Türkiye'nin sayılı üniversitelerinden birinin felsefe bölümü mensupları, hiç
açmadan dergiyi iade ettiler. Yobazlık bir dindir; yobazlar da tek bir
millettir. Ama sorun değil, bilgi kendine kayıtsız kalan kişi ve milletlerden
intikamını alır. Geleceğe ilişkin projeksiyonlara gelince gayet açık: Öncelikle
kendimiz olmalı, akabinde bilim üretmeliyiz; bilgi bir şeyin bilgisidir; bir
yorum olarak felsefe de bir şeyin yorumudur; şey yoksa yorum da olmaz. Başka
kültürlerin şeylerini, o şeylere ilişkin bilgilerini ve o bilgilere ait
yorumlarını geveleyip dururuz. Çünkü temsil olmadan temessül olmaz; yani bir
örneğiniz yoksa elinizdeki ipliklerden bir kilim yapmanız mümkün değil. Bu
nedenle ürettiğimiz düşüncenin ne Edirne’den ne Hakkari’den ne de Antakya’dan
öte bir değeri var; sözde filozoflarımız da akademide birbirleriyle incir
çekirdeğini doldurmayacak konularda kavga edip duruyorlar. Sıkça dediğim gibi
bir insan kendini aşan bir fikre sahip değilse ya kendiyle uğraşır ya da
başkalarıyla savaşır. Öyle de yapıyoruz zaten...
“Türk
aydını karanlıktır; çünkü hiçbir şeyi aydınlatmaz; karıştırır, dolaştırır;
yorar ve milletini götürür temsil ettiği yabancı kültürün çıkarlarına râm
eder,” diyorsunuz Hocam. Üniversitelerde belirli bölümlere çöreklenmiş ve kırsaldan
gelen saf zihinleri altüst etmekten başka bir görevi olmayan nice böyle
akademisyen var. Bu anlamda Türk entelektüel dünyasının geçmiş ve gelecekle
rabıta kurma tarzları mevzusunda bugün için gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Konuştukça
konu konuyu açıyor... Aslında bu sorunuzun kısmi bir cevabına biraz önce temas
ettim. Ancak şunu hemen vurgulamak isterim: Bu ifadelerimde amacım sözcükler
üzerinden değil, kavramlar üzerinden düşünmek. Mesele aydın sözcüğü
değil; alim deseniz de fark etmez. Önemli olan zihniyet ve tavır. Çünkü
kendine başka isimler verenleri de gördük, görüyoruz; göreceğiz de.
Eleştirdikleri insanlardan pek bir farkları yok. Açıkça söyleyeyim,
değerleriniz eylemlerinizde bir fark yaratmıyorsa eleştirdiklerinizden farklı
değilsiniz demektir. Bir kere şunu baştan vazedelim: Tarihte hiçbir kültür başka bir kültürün eğitim
kurumlarını birebir taklit ederek kendine has, özgün bir medeniyet
geliştirmemiştir; geliştiremez de. Eğer yetiştirdiklerimiz Kâhire’yi, Tahran’ı,
İslamabad’ı, Moskova’yı, Paris’i, Berlin'i, Londra'yı ya da Washington’u
dikkate alarak düşünüyor, bu toprakların geçmiş ve şimdiki tecrübesini göz
önünde bulundurmuyorsa, hatta tek marifeti
içinden çıktığı milletin anlam-değer dünyası ile tarihî tecrübesini tahkir
etmekse, hepsi birer eğitim zayiatıdır. Elbette, bir aydın milletini tenkit edebilir ama tahkir edemez. Çünkü
bir aydının milletini tenkit etmesi ile tahkir etmesi iki ayrı tavırdır.
Tenkit, tashih eder; tahkir ise tezyif. Başka bir ifadeyle tenkit,
ikmal etmek içindir; tahkir, ifna etmek için. Bu nedenle halkını tenkit eden, düşünür; tahkir eden
ya işgalci ya da turisttir.
Son
kitabınızı muhterem hocamız Teoman Duralı Beyefendi’ye ithaf ettiniz.
Kendilerinin ülkemizde felsefîleşmiş bir kültür inşası için yıllardır talebeler
yetiştirdiğini, özgün eserler neşrettiğini biliyoruz. Teoman Duralı hocamızın
sizin düşünce dünyanıza katkıları nasıl oldu acaba?
İthafta
da dediğim gibi bir insanın olabilmesi için maddi ve manevi şartlar yanında en
önemli unsur öğretmendir. Ancak bu öğretmenin öğrencisini çırağa, dolayısıyla
kendisini de ustaya dönüştürmesi gerek. Bunun da tek bir yolu var: Birlikte
yürümek, birlikte yürüme becerisini göstermek. Dolayısıyla benim için Teoman
Hocam basit anlamıyla bilgilendiğim bir insan değil sadece, aynı zamanda
birlikte yürüdüğüm, birlikte düşündüğüm, birlikte eylediğim bir insan. Yoksa
olmak yolunda üzerimizde binlerce insanın hakkı var; tanıdığımız ya da
tanımadığımız. Bu nedenle tüm katkısı olanlara teşekkür, Allah’a da şükür
etmemiz gerekli.
Ülkemizdeki
üniversitelerin durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bu konuda her
şey ortada; tekrar etmeye gerek yok. Eksikliklerimiz çok. Önemli olan sorunları
tespit edip çözmeye çalışmak. Ancak biraz önce dediğimiz gibi bir bütün
fikrimiz yoksa sorunları göremeyiz, görsek de çözemeyiz. Teknik sorunlardan
bahsetmiyorum; bir zihniyet ve sistem sorunundan bahsediyorum. Eski bir
makineyi çalıştırmak için olağanüstü bir gayret gösteriliyor; hâlbuki sistem
yenilenmeli. Nazarınızın en uzağında bir ufuk çizginiz yoksa, yolunuz olur ama
istikametiniz olmaz. Tabiat gibi hayatta da olgu ve olaylar fraktal bir dağılım
gösterirler; dolayısıyla bilelim ya da bilmeyelim belirli bir nispet ilişkisine
göre çalışırlar. Toplumdaki tüm unsurlar bu fraktal dağılımdan pay alır ve ona
göre gelişim gösterir. Mimarinin çok kötü olduğu bir şehirde iyi şiir beklenmez
ya da tersi. Bu nedenle tek başına, yalıtarak üniversitelerimizi mükemmel hâle
getiremeyiz. Vasatın oluşması için gayret göstermeliyiz; özellikle insan
vasatımız.
Ülkemizde
çok ciddi çalışmalar da yapılıyor. Örnek olarak, Konya’da Çizgi Kitabevi bir
yüzyıl önceki felsefe mirasımız tekrardan gün yüzüne çıkarıyor. Türkiye Yazma
Eserler Kurumu ise daha derinden gidiyor; tüm kadim kültürümüzü temsil eden
eserleri neşrediyor. İstanbul’da İlmi Etüdler Merkezi, Klasik Düşünce Okulu,
Bilim ve Sanat Vakfı, İSTEV Hikmet Okulu ve dahi İSAM gibi mühim merkezler var.
Peki, bu ve benzeri güzel işlere iltifat nasıl sizce?
Her zaman
dediğim gibi olanı kendinde bir şey olarak ele alacaksak gayet iyi. Olması
gerekene göre değerlendireceksek çok eksik; yeterli değil. Düşünürler olması
gerekene göre değerlendirmeli; biraz önce dediğimiz gibi ufuktaki çizgiye göre.
Bu tarz bir yaklaşım sürekli bir kontrol sağlar; insanları istim üzere tutar;
sürekli yenilenmeye zorlar. Bu olanın hakkını yemek anlamına gelmemeli elbette.
İstanbul bir şehir değil, bir ülke. O nedenle daha çok işimiz var. Mevcudu
koruyacağız, geliştireceğiz; yeni şeyler icat edeceğiz. Hiçbir zaman tamam
demeden. Kemali sürekli kılmanın yolunu bulmalıyız; kemalin bitiş sınırı
zevalin başlangıcıdır çünkü.
Türkçe’de
felsefe ve bilim yapmanın bir imkânı var mı? Eğer bir imkânı varsa bunu mümkün
hâle getirmenin koşulları nelerdir sizce Hocam?
Türkçe’de
felsefe ve bilim yapmanın imkânını konuşmak değil, yapmak önemlidir. Bir şeyin
üzerinde konuşmak onu mümkün kılmaz; bizatihi yapmak gerekir. Kaldı ki, Türkçe
kadim bir felsefe ve bilim dilidir; yeni yetme değildir. Kutadgubilig’den
bahsetmiyorum. Yunus Emre’den Âşık Paşa’ya, Sinan Paşa'dan Muhammed Konevî’ye,
Mustafa b. Ali Muvakkit’ten Seydî Ali Reis’e, İbn Hamza’dan Kâtip Çelebî’ye,
Hüseyin Rıfkı Tamânî’den Ali Sedâd’a, Fatma Âliye’den Sâlih Zeki’ye; elbette
Tanzimat münevverlerimize ve Cumhuriyet aydınlarımıza. Saymakla bitmez. Mekân
ve zamanla kayıtlı beşerî bir olaydan bahsediyoruz; yaparsak olur. Kant’tan
önce, Alman İmparatoru’na göre Almanca atların ağzına layık bir dildi;
Heidegger ise “Fransızlar düşünmeye başladıklarında ister istemez Almanca
kelimeler akıllarına geliyor,” diyor. Ne oldu bu sürede: Almanlar hem bilim hem
de felsefe yaptılar. O kadar! Ancak bu, tüm eğitim-öğretim dilini İngilizce ve
Arapça yaparak tahakkuk etmez. Maalesef yabancı dil öğretmek ile yabancı dil
ile eğitmeyi/terbiye etmeyi birbirine fena halde karıştırıyoruz. Ana dil
dışında insan başka bir dille düşünemez ama ifade edebilir. Düşünmek ile
ifade etmek ayrı şeylerdir. Düşünmek anlamın boyutsuzluğu içinde
dolaşmaktır; ifade ise dilin imkânlarına hapsolmak. Bu nedenle yazılı metinleri
yorumluyoruz, çünkü lafzın içinde tuttuğu anlamı ikincil bir düşünce ile çekip
çıkartmaya çalışıyoruz. Nitekim lafız, mananın içine girdiği bir mekân olarak
düşünülür; ʻa.b.r. de mekâna girmek demektir; bu nedenle taʻbîr, mekâna
girip manayı çıkartıp almak anlamına gelir. Bakınız Türk tarihî tecrübesi o
kadar basit bir hadise değildir. Sadece edebiyatımız hayata ilişkin derin bir
düşüncenin ifadesidir. Türk şiiri tüm renkleriyle ve tonlarıyla henüz bir
düşünce imkânı olarak layıkıyla ele alınıp üzerinde durulmadı. Bizatihi
düşüncenin kendisini önemsemeliyiz; sadece düşüncenin belirli bir tarzını ve
ifadesini değil.
Malumunuz,
Türkiye son çeyrekte çok hızlı ekonomik/toplumsal değişim ve dönüşümler
geçirdi. Günümüz Türkiye’sinin toplumsal yapısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu
soru, sosyologların, antropologların, belki de muhtelif alanlarda uzmanların
cevaplandırması gereken bir soru. Ayrıca sıkı bir gözlem yapmayı zorunlu kılar.
İkisi de bende yok; bu nedenle cevabının hakkını veremeyeceğim bir soru.
Emarelerden ve karinelerden hareket ederek şunu söyleyebilirim: Düşünmek
nedenlemektir. Karşısında durmayacağımıza göre değişim ve dönüşümüm nedenlerini
iyi tespit edersek bir yön vermek, yönlendirmek ve nihayet yönetmek mümkündür.
Sürekli teyakkuz halinde olmak gerekiyor. Bildiğiniz gibi toplumsal olaylar çok
değişkenli yapılardır; çok bilinmeyenli parametrik denklemler gibidirler. İfrat
ve tefrit ile çözülemezler; nispi anlamdaki vasatı dikkate ele alarak yaklaşmak
daha doğrudur. Sultan Berkyaruk’un dediği gibi "Muamelatta yani hayata
ilişkin olgu ve olaylarda taassup yani ifrat ve tefrit içinde eylemek doğru
değildir." Ancak tüm olup bitene karşı öngörüm şudur: Hayat görüşümüzü
koruduğumuz, metafizik çanağımızı muhafaza ettiğimiz müddetçe her değişim ve
dönüşüm en nihayetinde istikametini bulacaktır.
“Karamsar
değilim çünkü sona değil, yola bakıyorum; yani sonuca değil, sürece…” diyorsunuz.
Baktığınız yolda ve süreçte neler görüyorsunuz?
Öncelikle
metafizik anlamda hiç mi hiç karamsar değilim, çünkü en nihayetinde her şey
olacağına varır. Hiç olmaz ise dua ederiz; dua bir ümittir. Emelimiz olmasaydı
teemmül etmezdik zaten. Hatta kişisel olarak uykuyu bile bir ümit olarak
görürüm; yarının ümidi; kendini karanlığa bırakırsın ama gündüzü ümit ederek.
İngilizlerin dediği gibi “Ümit ile yolculuk etmek, bazen ulaşmaktan iyidir.” Söz bile, ancak ümidin toprağında filizlenir; ümidin
tükendiği yerde söz, dile gelmez; gelse de muhatap bulmaz; bulsa da bereketi
olmaz. Demek ki, ümit yönünden bir sıkıntımız yok.
Bunun ötesinde, yolda ve süreçte sıkıntılar yaşanıyor
elbette. Küçük şeylere değil de yapısal bir duruma işaret etmek isterim.
Davranışlarımızın kurumsal ifadesi gittikçe zayıflıyor. Bu da bir iş yaparken
içeriğinden daha çok mecrası için vakit ve emek harcamamıza neden oluyor. Basit
bir örnekle, evde lambayı yakmak istiyorsunuz; bunu başarmak için bırakınız evi
ve şehirdeki şebekeyi, elektriğin geldiği ana kaynağa, baraja kadar gitmek
zorunda kalıyorsunuz. Bu kurumsal işleyişin, dolayısıyla işimizdeki makuliyetin
zayıflaması demektir. Böyle bir ortamda kurumsal aklın değil bireysel
tercihlerin eline kalıyorsunuz. Bu şartlarda yaratıcı iş çıkması mümkün değil.
Kurumsal akıl devreden çıktı mı bir sürü farklı değişken giriyor devreye: Kişisel
çıkarlar, kıskançlıklar, cehalet, hatta cehl-i mikab, kötü niyet vb... Açıkçası
hâlihazırda bu tür bir psikoloji içindeyim. Yıllar önce her yurt dışı teklif
edildiğinde şöyle cevap vermiştim: “Manevi, beşerî ve toplumsal bilimler toprak
ister; ben kendi toprağımın sözünün ilmini yapacağım.” Hâlâ aynı noktadayım
ancak teknik anlamda mesleğime, yaptığım işe daha iyi ve anlamlı katkı adına
bir pişmanlık da duymuyor değilim. O hâle getirdiler maalesef. Dediğim gibi,
milletimle, vatanımla ve devletimle bir sorunum yok. Bunu sadece “yaptığım işte
daha faydalı olabilir miydim” şüphesi ile düşünüyorum. Bu durumu aşmak için,
teknik boyutu yanında, yapılması gereken, Ahmed Yesevî’nin ifadesiyle yalganlığı, sahteliği, riyakârlığı, yalanı, yalancılığı,
kısaca söz-ile yaşamayı bırakıp ihlasa, samimiyete, ışka, sıdka,
liyakata, kısaca mana-ile yaşamaya geçmektir. Ya da Dâvud Kayserî’nin
dediği gibi, eylemde ihlas, ancak bir amaçla/niyetle/hedefle (kasd) hasıl olur.
Sahi bizim kastımız nedir?
Daha büyük ölçekte ümidim, en azından bana heyecan
veririci. Türkler olarak, orta dünyaya geç dâhil olduk. Bu bize bazı kayıplara
neden oldu; ama bazı fırsatlar da verdi. Büyük ölçekte kurulu medeniyetlere
katıldık; asli unsurları hâline geldik; yönettik yönlendirdik. Ancak gelinen
nokta, tam da içinde nefese aldığımız zaman dilimi, bu işlerle uzun zamandır
uğraşan biri olarak şöyle bir şey ihsas ediyor: İlk defa olarak özgün bir Türk düşüncesi üretebiliriz; tüm insanlık
için kuran, yol veren, yön belirleyen. Bu hissi bir temenni, hatta bir dua
olarak da alabilirsiniz. Ama bu duaya topluca hem dil hem el ile amin dememiz
gerekiyor, çünkü el duası olmadan yapılan dil duası, yalnızca kuru bir
gürültüdür.
Oldukça uzun bir söyleşi
oldu. Tüm bunların hasılası niyetine son olarak eklemek istediğinizi bir şey
var mı Hocam?
Biraz
uzun bir hasıla olmak kaydıyla evet. Daha önce medyada paylaştığım uzun bir
ifadeyi bu söyleşinin son deyişleri olarak zikretmek isterim. Biraz da
söyleşinin başında konuştuğumuz kendilik bilgisinin ve bilincinin bir özeti
olarak:
İnsan,
sürekli kendini yorumlayan bir var-olandır; kendini sürekli yorumlamak insanı
tarihî bir var-olan kılar. Bu nedenle tarih yani insan bir yorumdur; kendi
kendinin yorumu. Kendini yorumlamaktan yorulan başkaları tarafından yoğrulur,
yorumlanır ve tanımlanır. Sonuç kişinin kendi hikâyesini, kendi tarihini
kaybetmesi, kendi olmaktan çıkması; başkalarının kendine tayin ettiği yorum halesi
içinde var-olması demektir. Yorum, yontmaya benzetilebilir. Kendini yontmayı
terk eden başkalarının çekiçleriyle, aletleriyle yontulur; başkalarının niyet ve
amaçlarının içeriğine göre işlenir. Kısaca, kendini oymayan, başkaları
tarafından oyulur; kendini yontmayan, başkaları tarafından yontulur; kendini
yormayan, başkaları tarafından yorulur; kendini yorumlamayan, başkaları
tarafından yorumlanır. Bu nedenle, yaşam dediğimiz hadise doğum ile ölüm
arasında kişinin kendine ilişkin, hem oyma, hem yontma hem yoğurma hem yorulma
eylemlerini içeren, bir yorumudur. Beşer bir cevherdir; bir kıymet-i
harbiyesinin olabilmesi için cevherin işlenmesi, insana, mücevhere dönüşmesi
gerekir. İşte, beşer cevherini insana, mücevhere dönüştüren bu sürekli işleme
yani sürekli yorumlamadır. Bu cümlelerdeki insan, kişi ve kendi
sözcükleri yerine, millet, kültür ve medeniyet sözcükleri
de konabilir. Sonuç değişmez, aynıdır.
İşte bütün
mesele: Ya mücevher olup tarihteki yerini almak yani kendi olmak; ya da basit
bir takı olarak başkaları tarafından süs eşyası gibi kullanılmak.
Tercihe bize kalmış...
Röportaj: Mehmet Sabri GENÇ
TEŞEKKÜR:
Bu değerli röportajı okurlarımızla buluşturma konusundaki Karabatak Dergisi’ne ve Sayın Naime Erkovan'a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
***
1.3M
13-Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi XIII-Tarih, Türk Tarihi, Dünya Tarihi ve Biz.pdf 1.6M
9-Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi IX-Kitap Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur.pdf İhsan Fazlıoğlu Arşivi - Makaleler, Konferanslar, Röportajlar, Seminerler ve Dersler — Bağlantıya Tıklayınız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder