İHSAN FAZLIOĞLU- BİLİM TARİHİNİN
TARİHİ [1]
“Tarih
Masası” adlı
programa konuk olan İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden İhsan
Fazlıoğlu “Bilim Tarihinin Tarihi” üzerine bir sunum gerçekleştirdi [2]. Karadeniz Teknik
Üniversitesi’nden Muhammet Negiz bu sunumu metinleştirerek okurlarımızın
istifadesine sundu.
Bilim
tarihinin tarihi konuşulması beklenen programın başında İhsan Fazlıoğlu “O
zaman tarihin kendisinden de bir başlamak lazım aslında…” deyince, “Bilim
tarihindeki tarih, bilim midir? Bilimin tarihini konuşmadan önce tarihin bilimliliğini;
bir bilim olarak tarihi… masaya yatırarak başlayabiliriz” diye konunun
güzergahı belirlendikten sonra sözü İhsan Fazlıoğlu alır…
Şimdi
tabii bu “bilim” kelimesi netameli bir kelime malum. “Science” kelimesi,
1837’den önceye gitmez… “Scientia”, “bilgi” demek biliyorsunuz, “ilim”
kelimesinin tercümesi olarak... İlk dönem, bugün bizim bilim dediğimiz konuda
çalışan insanlar, kendilerini “Natural philosophy” ya da “Natural
philosopher” doğa filozofu gibi görüyorlar büyük ölçüde… Newton gibi Leibniz
gibi… Şimdi 1837’den itibaren kullandığımız bilim kelimesi, bir de 1924’te bir
kırılmaya uğrar. Özellikle kuantum fiziğinin ortaya çıkmasıyla birlikte... Bugün
biz artık bilimi çok geniş anlamda kullanıyoruz. Dil bilimleri diyoruz. Değil
mi? Dini bilimler diyoruz. Sosyal bilimler, toplum bilimleri…
Halbuki
bir yüz yıl önce fiziğin dışında hiçbir şeye bilim demiyorlardı. Ernest
Rutherford (1871–1937) diye bir bilim adamı, “Sadece fizik, bilimdir.
Diğerleri pul koleksiyonculuğudur” diyordu mesela… Yani… Bunun sebebi yani
o tarihsel derinliğinden, köklerinden hareketle temellendirilebilir bir şey…
Biz bugün bilim neye diyoruz? Bugün için? Önceden belirlenmiş belirli bir
kurallılıktan hareket ederek, olgu olayları nedenleyerek, gerekçelendirerek,
temellendirerek, rasyonel bir şekilde, istidlali akılla bilmeye diyoruz. Bunun
için hadis de bir ilim oluyor. Çünkü nesneleri var. Belirli bir yöntemi var.
Çünkü rasyonalite, mutlak bir uzayda cereyan eden bir yapı değil; bir bilgiye
rasyonalitesini veren, yöntemidir. Eğer siz bir bilgiyi yöntemli bir tarzda
elde ediyorsanız, o rasySSonel bir bilgidir. Ama bu bilginin tekrar edilebilir,
denetlenebilir, eleştirilebilir bir süreçten geçmesi lazım. Bunun için de
kavramsal, nedensel olması gerekiyor. Şimdi burada tam da tarihin bir bilim
olup olmaması noktasına geliyoruz. Şimdi İbni Haldun, Mukaddime'nin hemen
dibacesinde, girişinde çok ilginç bir şey söyler ki kendi dönemi bakımından da
doğrudur. Önce ne yaptığını çok iyi biliyor tabii… Diyor ki “Ben, insan
ilminin uzayını genişlettim…” Bu ifade çok dehşet bir ifade. Yani “feza”,
feza biliyorsun. “İnsanlığın ilminin fezasını genişlettim… Tarihi bir bilime
dönüştürdüm…” Bu, ne demek? Şu demek. Şimdi daha önce tarih bir tür
istifleme, yığma… İşte bu nasihat literatür olur, ibret, menakıp gibi anlatı, hikâye
tarzında. Ama nedenleme yok. Diyor ki; “Ben tarihteki olgu ve olayların arka
planında bulunan, -o ‘süper pozisyon’ dediğimiz bizim kuantum fiziğinde- o pozisyonu
tespit ettim.” Onun bir illet, bir nedenliliği var. Yani sosyal hayatta
insanlığın yapıp ettiklerinde aslında bizim görmediğimiz bir nedenlilik var.
Gelişi güzel değil bu olaylar. Nasıl ki fizik dünyada bir düzen var ve bu
düzenin belirli bir kurallılığı var. “Yasa” kelimesi henüz o gün yok
tabii. O, Descartes'ta ortaya çıkıyor malum. Bu kurallılık, “kavanin”
diyor buna, bu kurallılık belirli bir “mantığa” göre cereyan ediyor,
değil mi? Biz oradan hareket… Yani dış dünyada bir tekrar var, bir örüntü var,
bir süreç var, periyotlar var. Biz buradan hareket ederek belirli yasalamalar
yapıyoruz, kurallılıklar çıkartıyoruz. Çünkü fizik dünyada her şey tek tek olsa,
bir yasallık çıkartamazsınız. Benzer şekilde “hayat” dedim, tabiatın
dışında, hayatta da belirli kurallılıklar var, tekrarlar var. Mesela insan
devlet kuruyor. İşte tarım yapıyor. Hayvancılıkla uğraşıyor, ekonomi üretiyor
yani… Bunların illetlerini bulduğumuz zaman, tarih artık bir bilime dönüşür.
Çünkü düşünmek, nedenlemektir. Siz herhangi bir şeyi nedenlediğinizde, illiyet
bağlarını kurduğunuzda, onun o olgu ve olayların, o uzaydaki nedenler hiyerarşisini
inşa ettiğinizde, o artık bir bilgiye dönüşür. Rasyonel bir bilgiye dönüşür.
O
zaman menkıbevi olan “historia”yı bilim olan “tarih”e dönüştüren İbni Haldun’dur…
Kesinlikle!
Şöyle… “Historia” araştırmak demek. Nasıl bir araştırma? Peşinden gitme.
Dolaşma. İşte biz İngilizcede hala kullanıyoruz: “Natural History”… “Doğa araştırmaları” diyoruz buna. “Doğa
tarihi” diye tercümesi var. Öyle bir şey yok! Doğa araştırma nedir? Börtü
böcek toplarsın. Bitki incelersin. Değil mi? Toprak çeşitleri toplarsın. Tıpkı
bu karıncanın malzeme toplamasına benziyor. Toplarsın, yığarsın. Hiçbir işleme
tabi tutmazsın.
Tasnifsiz
haliyle...
Tasnifsiz,
evet.. Tabii ama diyelim ki arı ne yapar? Toplar. Onları bal yapar. Yepyeni bir
şeye dönüştürür, sana verir. Bilgi biraz böyle bir şey. Malumatı toplayacaksın.
Sonra onu zihninde işleyeceksin. Nedensel bağlantılarını kuracaksın. Nedenler hiyerarşisindeki
yerini tayin edeceksin. Buna “bilgi” diyoruz. İbn Haldun, ilk defa bunu
yapıyor. Onun için zaten klasik gelenekte “Historia” ve “Theoria”
kavgası var. Ve bu, on yedinci yüzyılda tekrar canlanıyor. Zaten biz modern
bilimi, biraz da “historia” ile “theoria”nın izdivacından ortaya
çıkmıştır, deriz. Çünkü empirik karakteri historia'ya dayanıyor. Malum işte
modern bilim dediğimiz, işte Kopernik'ten Descartes’tan Newton'a kadar giden
süreçte artık historia da bilimsel bilginin bir parçasına dönüşüyor theoria’nın
yanında… O açıdan tarihin bilim olması, bu anlamıyla İbni Haldun ile başlıyor.
Tabii modern dönemde başka bir dönüşüm geçiriyor. Özellikle Newton'cu bilim,
mekanik bilimi ortaya çıktıktan sonra, “bilimin emprik, mekanik ve matematik
karakteri olması” iddiası, doğal olarak bugün toplumsal/beşeri bilimler
dediğimiz ya da “gaistik bilimler” dediği Almanların… O manevi bilimleri, bilim
olmanın dışına çıkartıyor. Çünkü her türlü bilgi, fizik modeline göre, empirik-mekanik-matematik
karaktere indirgenmek zorunda. Biliyorsun Giambattista Vico'nun 1725’te
yayınladığı “Nova Scientia” adlı kitabı, “Yeni Bilim” diye
tercüme edildi Türkçeye, tam da bununla alakalı… Çünkü bir “Nova Scientia”
var zaten. Newtonian bilim. E bir de yeni bir “Nova Scientia” çıkarttı
başımıza. Nedir Nova Scientia? Tarih… Yani bilim, evet siz bir bilim diyorsunuz
ama “Nova Scientia/Yeni Bilim” demişsiniz adına ama bu doğanın bilimi.
Doğa sizin yarattığınız bir şey değil. O sizin iradenizden bağımsız olarak var.
Onu ne kadar nüfuz edebilirsiniz? Ama bir de bizim yarattığımız bir dünya var.
Masallarımız var. Şiirlerimiz var. Değil mi? Hukukumuz var. Hikayelerimiz var...
Kısaca tarihimiz var! “Bunun bilimini” diyor Vico, “Ancak biz
yapabiliriz. Bunu hakikatini bilebiliriz. Dolayısıyla esas ‘baba scientia’
tarihtir” diyor. 1725. Newton 1727’de ölüyor biliyorsun. Newton yaşarken ve
ona kitabı gönderiyor. Sonra Batı'da bir çatallama ortaya çıkıyor. İki “Nova
Scientia” var. Biri “Natural Sciences” dediğimiz. Biri de nedir, ne
diyelim? Sosyal bilimler, “humanitas” dediğimiz… Bu kavga çok meşhurdur
Batı'da. İki kültür diyorlar buna. “Two cultures” değil mi? Bu kavga
ancak Wilhelm Dilthey (1833-1911) ile bir nebze çözülüyor. Ama bunun
çözülebilmesi için işte tam da o “bilim tarihi” dediğimiz hadise burada
işin içine giriyor.
Peki
bu ikisi kardeş midir hocam?
İşte
bilim tarihiyle birlikte bunların kardeş olduğunu iddia etmeye başlıyoruz. Ne
demek bu? E bilim de tarihsel bir şeydir. Ama o döneme kadar bilim bir tür
metahistorik ya da ahistorik bir yapı olarak kabul ediliyor. Descartes’ten başlayan
özne anlayışının Kant’ta bu transandantal özne… Sanki bir insan türü var. Bir
insan var, tanrı gibi, zaman-mekân değişkenlerinden bağımsız soyut bir insan bu…
Bu, üretiyor bilimi gibi bakıyoruz değil mi? Descartes'in Saf Aklın Kritiği,
senin-benim aklım değil o. Transandant egonun aklının kritiğidir Ama özellikle 1860’larda,
işte geometrinin ortaya çıkması, James Clerk Maxwell’in (13 Haziran 1831 – 5
Kasım 1879) elektromanyetik teorisinin ortaya çıkması gibi gelişmeler bunu
sarsıyor. Akabinde tabii özellikle sosyalist-komünist fikirlerin, her türlü
olup bitenin hayatta toplumsal üretim olduğunu, beşeri olduğunu, toplumu aşan
yapılar olmadığı iddiası, özellikle Grossman ve Hessen… Biz ona “Hessen-Grossman
Tezi” diyoruz. Yani Newton'un bilimi bile kendi toplumsal gerçekliğinden
soyutlanarak açıklanamaz. Çünkü Newton'un günlüğüne baktığınız zaman
gravitasyonu yani çekim kuvvetini bile, transatlantik ticaretle
ilişkilendirerek anlatıyor. Çünkü gemiler, büyük gemiler… o dönemde gemi
ticaretinde on gemiden altısı geri dönmüyor. Okyanusta seyahat etmek o dönemin
şartlarında… Çünkü med-cezir olayı çok güçlü... Dolayısıyla bunu çözmeye
çalışıyor. Başka bir sürü örnek de veriyor. Bu açıdan tarih bilimi İbni Haldun
tarafından kuruldu ama özellikle işte modern bilimin ortaya çıkmasıyla, bu
Newtonian bilimin, tekrar bir sarsıntı geçiriyor. Ancak işte Alman idealizmi ve
romantizmi, yani Kant'ın talebesi Johann Gottfried Herder’den (1743-1803) başlayıp
Hegel üzerinden Wilhelm Dilthey’e (1833-1911) kadar gelen süreç içerisinde tarihin
de farklı bir gerçeklik küresi olduğu ve bu farklı gerçeklik küresine ilişkin
bilme yönteminin de fiziktenen farklı olması gerektiği... İşte diyelim ki “explanation”
açıklamaya dayalı bir modelken, öbürü “understanding” yani anlamaya dayalı bir
model var... Çünkü siz fiziksel nesneyi yaratmadığınız için, o sizden bağımsız
olduğundan dolayı, onunla olan ilişkiniz bir tür tek yönlü bir ilişkidir. Ama
öbür ilişki, hermenötik bir ilişki… Çünkü siz bu bardağı yapanın niyetini de
dikkate almak zorundasınız. Tarihsel objelerde, nesnelerde, o nesneleri üreten
insanların iradeleri, içkindir. Orada bir mana ararsınız. Yani şöyle güzel bir
örnek vereyim buna: Şimdi Süleymaniye Kütüphanesi'ne gittiğinizde bir yazma
eser var. Yazma eseri siz fiziksel analize tabi tutabilirsiniz. Kâğıdın
özellikleri, cildin özellikleri değil mi? Mürekkebin özellikleri. Ama bütün
bunları topladığınızda size o kitabı vermez. Çünkü o kitabın bir içeriği var.
Adam diyelim ki orada bir felsefe metni yazmış. Bu felsefi metni niye yazmış?
Niçin yazmış? Bağlamı ne? Niye üretti? Onu aramaya başlarsınız.
Dolayısıyla
burada iki ontolojik tabaka var. Bir; fiziki tabaka çünkü neticede hayat tarihi
dediğimiz fizik dünyada ortaya çıkıyor ama yepyeni bir tabaka... Ve bu tabakada
insan iradesinin, ihtiyarın cisimleşmiş hali. Yani Süleymaniye Camisi, sadece
bir taş yığından ibaret değil. Orada onu yapan insanların değerleri var. Değil
mi? Anlamları var. O açıdan tarih, anlamı araştıran bir bilim. Dolayısıyla hermenötik
bir tarafı var. Tarihin bir yorumlama tarafı var. Nasıl ki bilimde teori
bağımlı bir düşüncemiz varsa, tarih biliminde de yorum bağımlı bir yaklaşımımız
söz konusu. Çünkü nesnelerin, üreten insanların anlam dünyasını da çözümlemeye
çalışırız. Zipli dosya gibi onlar yani. Soru çözümlemeye çalışırız. Tabii çok
daha farklı özellikler var. Yani fiziksel nesne bizi etkilemez. Ama tarihsel olgu
ve olaylar bizi etkiler. Yani biz diyelim ki geçmişte kalmış bir felsefi
sistemi çalıştığımızda etkisinde kalıp onu yeniden ihya edebiliriz. Değil mi? İşte
sosyalizm çalışırken sosyalist olabiliriz. Faşizm çalışırken faşist olabiliriz.
Tarihsel olgu ve olaylar, bizi bugün de etkileyebilirler. Dolayısıyla oradaki
gidiş-gelişler çift yönlüdür, tek yönü değildir filan ki bir pek çok şey var...
Fiziksel nesneler mesela Japon'da, Çinli'de, Amerikalı'da, Türk'te aynı
derecede yakınken herhangi bir insan kültürünün ürettiği olgu oyu anlamak için
onun diline sahip olmak lazım. Çünkü yabancı kelimesi mesela doğa bilimleri
için geçerli değil ama insan bilimleri için ya da tarih için Japon tarihini,
dilini bilmeden, onların anlam-değer dünyasına nüfuz etmeden meseleyi
anlayamazsınız.
Şimdi
burada bilim tarihinin rolü ne? Bilim tarihi burada oturuyor diyor ki; “Ya
bu bilim öyle ahistorik-metahistorik bir şey değil. Gayet insanların ürettiği
bir şey. Tarihte ortaya çıkmış. Bunun bir arka planı var. Ta Mezopotam'dan
itibaren başlıyor, ilk yazıdan itibaren, bugüne geliyor. Dolayısıyla bilim de
bir kültürdür. Esas itibariyle…”
Yani
üretilmiştir…
Tabii
üretilmiştir. Zaten tabii o dönemde artık genel ve özel izafiyet teorisi,
kuantum teorisiyle artık bilimdeki kesinlik iddiasından da vazgeçildiği için,
olasılıklı bir bilim, yakınsak bilgi dediğimiz, bu çerçevede artık bilim tarihi,
bir fonksiyon üstleniyor. Bilim yani Newtonian bilimle gaystik bilimler
arasında… Vico ile Newton'u bir araya getirmiş oluyor. Bu çatışma bugün pek
öyle şedit değil ama yine de hala tartışılıyor. Yani bir fizikçi, iyi bir
fizikçi, tarihi ve fizik tarihini bilim kabul etmez.
Peki
hocam siz kafanızda düşünürken ben bunu hep merak etmişimdir ama size daha önce
hiç sormadım. İlk defa şimdi soruyorum. Bizim tarihimizden bağımsız olarak,
yani mesela ilim ve fen kelimelerini ulum veya işte fünun kelimelerini, siz bu
ikisine göre mi tasnif ediyorsunuz? Yani mesela bu bardağın anlamıyla ilgili
bir şeyi ilim kısmında veya ötekini fenle veya işte fünun kısmında mı
değerlendiriyorsunuz? Sizin kafanızda bu ikili veri tasnife uğrayarak mı
oturuyor?
Yok,
onlar çok… Şimdi bu bilgiyi tasnif etmekle, bilim disiplinini tasnif etmek iki
ayrı yaklaşımdır. Bir de taksimle tasnifi birbirine karıştırmamak lazım… Taksim
bu işin zatından kaynaklanan bir şeydir, ona “taksim” deriz. Tasnif ise
arazlarını dikkate alarak yaparız. İkincil özelliklerini dikkate alırız. İlimler
tasnif edilir. Ama ilim taksim edilir. Arapçada ilmin çoğulu yoktur. İngilizcedeki
gibi, “knowledge”nin çoğulu olmaz. Değil mi? Disiplinlerin çoğulu vardır. İlim
kelimesinin “ulum” dediğinde onun disiplin anlamındadır. İlim tektir çünkü…
Bilgi. Yekpare bir hadisedir ve sizin bu tür tasniflere sahip olabilmeniz için
arka planda bir ontolojinizin olması lazım, bir varlık görüşünüz olması lazım.
Şimdi Türkiye'de en önemli meselelerinden bir tanesi…
Bununla
ilgili bir yazı yazdım. Bizim bir varlık tasavvurumuz yok. İdareten… Yani “metafizik
çanak” diyorum ben buna. Metafizik çanağımız yok bizim. Biz başkalarının
çanağını yalıyoruz bu açıdan... Bu yalamayı iğrenç bir şey olarak görmeyin.
Yani zayıf kültürler, başka kültürleri “imite” eder, taklit eder. Gayet doğal
bu. Şimdi diyelim ki ama Taşköprülüzade'nin (1494-1561) “Miftâhu's-se'âde”sine
baktığınız zaman, adamın çok gelişmiş sofistike bir varlık tasavvuru var. Bu
varlığı, mevcudatı hem taksimen tasnif ediyor. Ve buradan hareket ederek de her
bir mevcut küresiyle uğraşan bir bilimi vaz ediyor. Ve 400’e, 500’e yakın bilim
ortaya çıkartıyor. İşte Descartes, modern sistemi kurarken orada bir varlık
anlayışı var. Değil mi? Dolayısıyla bizim bugün, Türkiye'de Türk düşünürleri
olarak neye göre düşüneceğimiz konusunda bir ittifakımız yok. Herkes biraz
takılıyor yani… Fransız kültüründe yetişmiş biri, Fransızca düşünüyor. Fransız
tarzı düşünüyor. Öbürü Alman tarzı, öbürü Rus tarzı, öbürü Mısır tarzı… O da
var. Yani biz hep Batı'yı suçluyoruz ama Mısır-İran tarzı düşünenler de var yani
Türkiye'de. Bu bir hercümerç, kafa karışıklığı bu. Kendi tarzımızda
düşünebilmemiz için, bizim varlıkla olan ilişkimizi bir ibare ve ifadeye
dönüştürmemiz lazım. Henüz öyle bir yaklaşımımız yok. Dolayısıyla herkes
kafasına göre şu bardakla ilişki kuruyor yani. Kültürün ortak bir ilişki kurma
tarzı henüz gelişmemiş. Bir de tarihin başka bir tarafından bahsetmek
istiyorum. Şimdi bu… Tabii “tarihselcilik” de deniyor buna ama… Şimdi tarih
kelimesi niye bu kadar, özellikle Herder’den itibaren başlayarak, Hegel'le
aşırı derecede yerleşti? O da şu. Şimdi biliyorsunuz Kant ilk defa… işte
Hamburg depreminden sonra ortaya çıkan süreç içerisinde, nesneyle olan
ilişkimizde bir “correllation” ilişkisi bu… Tanrı'nın elinin ve ihtiyaç
duymadığımızı… Tabii Katolik Avrupa kültürü için söylüyorum bunu. “Tanrı'nın
eli” diyorlar buna. “Tanrı’nın eline ihtiyacımız yok artık. Bizim nesne ile
çıplak bir ilişkimiz var. Ve bu nesnenin bilinemezliği konusunda herhangi bir
konuşma, diskura ihtiyacımız yok. Neslinin kendisini bize sunuş tarzı, fenomenal
tarzıyla yetinebiliriz” diyor. Şimdi bu, tabii diğer şeylerle birleşince,
kutsalın ortadan kalkmasına neden oluyor. Batıda. Bu tabii Luther’e kadar
gidebilirsin bunun için. Şimdi kutsal ortadan kalkıyor. Bir de artık, öte dünya
inancı da ortadan kalkıyor. Dikkat ederseniz Rönesans resimlerinde, hep böyle
yukarıda bir hale vardır. Çünkü Orta Çağ Avrupası, ta işte 1500 yıla yakındır,
otelde olduğunu, her an bir otobüsün gelip onları alıp götüreceği inancıyla
yaşıyor. Değil mi? İsa gelecek ya da ne bileyim ben, Mesih gelecek. Biz alıp
götürecek. Dolayısıyla bu dünyaya kazık kakmaya ihtiyaç yok değil mi? Kapitalizm
aslında esas itibariyle nedir? Dünyaya kazık kakmak, öte dünya biletlerini
iptal etmektir. Şimdi yalnız bu süreç içerisinde bir anlam problemi doğuruyor.
Peki biz, birey ve tür olarak ve millet olarak, anlamı nereden devşireceğiz öte
dünya inancı kalkmışsa? Ha o zaman Almanlar, dâhiyane bir fikir geliştiriyorlar.
Toprakla girdiğimiz ilişki… “Kultur”, biliyorsun, toprakla girdiğimiz ilişkiden…
Tarımla alakalı... Dolayısıyla bir millet, kendi anlamını, kendi toprağından
hareket ederek üretebilir. “Alman milletinin anlamı, kendi toprağıyla
girdiği ilişkinin sonucudur” diyor. Ve her şeyi tarihselleştiriyor… Çok
güzel bir örnek vereyim sana. “Edisyon kritik” diye bir disiplin var biliyorsun
değil mi?
Tenkitli
neşir...
Tenkitli
neşir… Bunu, Almanlar icat ediyor. Ama bunu akademik bir disiplin olarak icat
etmiyorlar. Anlamın tarihini bulmamız lazım… Şimdi elimizde bir diyelim ki
Aristoteles’in metni var. E bu metin tarih içerisinde pek çok farklı kopya
edenler (kopyacılar) tarafından, müstensihler tarafından çoğaltılıyor. Değil
mi? Biz bugün herhangi bir… Mesela İbni Sina'nın, Farabi'nin, nüshalarını
topluyoruz. Nüsha farkları var. “Kimisinde yanlış” diyorsun. Şimdi
Hegel'in ifadesiyle, “yanlış, doğrulara giden eksik doğrulardır.” Yani
yanlış, tam doğruya giden eksik doğrulardır. Dolayısıyla dikkat edersen edisyon
kritiklerinin altında farklarını veririz…
Evet…
İşte
Gılgamış Destanı’nı hazırlarken düşünsene.
Eksi
koyarız veya fazlalığı gösteririz…
Dolayısıyla
anlam tarihsel bir kökten geliyorsa, o anlam sadece pür anlamıyla, tam anlam
değildir. Tam doğru değil de yanlışları da içerir. Dolayısıyla tarihin bir de
böyle bir anlamı var… Milletlerin, insanların anlamını gelecek ki bu gelecek, kıyamet/ahiret/öte
dünyayla alakalı… Orası kopup gittiğinde… Çünkü biliyorsun Kant’ın Saf Aklın
Kritiği yayınlandıktan sonra, ki 1804’tür ölümü Kant'ın… Özellikle Alman
dünyasında çok önemli intiharlar oluyor. Vatandaş değil tabii, entelektüeller… “Çünkü
hakikatle irtibatımız kayboldu.”
Meşhurdur
işte, Kant’a soruyorlar: “Üstat, artık hakikati bilebilecek miyiz?” “Kusura
bakmayın. Öyle bir şey yok ki bilesiniz…” diyor yani… Şimdi bu büyük
sıkıntılar… “Hakikat krizi” ya da “Kant krizi” deniyor buna Batı
düşüncesinde...
Bu
ama havasa dair bir...
Havasa
dair ama bu süreç içerisinde eğitimle birlikte aşağıya da…
Avama
da eğiliyor…
Tabii,
Nihilizm dediğim bir hadise. Nedir bu? Yani bugün, şu anda, sofizm dediğin…
değil mi? Şu an dünyada bir sofizm var. Hiçbir değer yok ki! Yani şey gibi…
börtü böceğiz, yaşayalım, eğlenelim. Sevelim, sevişelim. Yiyelim, iyi geçinelim,
iyi yaşayalım... Değil mi? Adrenalimizi tetikleyecek... Yani şöyle… modernizmi
şöyle özetleyebilirsin: Yeryüzünde bir milyar insan temiz suya erişim
sağlayamazken, “Mars'ta su var mı?” diye araştırma işidir. Buna
modernizm denir. Tamam mı?
Evet…
Ya
bir milyar insan temiz suya erişemiyor. Sen “Mars'ta su var mı?” diye
uzay aracı yapıp gönderiyorsun! İşte modernizm bu yani. Şimdi böyle bir ortamda
bireyin varlığa tutunmasını neyle sağlayacaksın? Biz felsefeye geçtik ha! Bak...
Farkındayım
hocam… O yüzden başlık koymadık…
(Gülüyor…)
Nasıl
sağlayacaksın? Bu tür numaralar yapacaksın işte... Dikkat et, Alman
tarihselciliği iki dünya savaşı üretti. Değil mi ya?
Evet…
Yani
öyle çok da şişede durduğu gibi durmuyor bu iş…
Bir
de ondan öncesi Sedan da var ayrıca da…
Tabii
yani… Hayır 1580 Bartholomeus olayından itibaren başlayabilirsin. Değil mi?
Fransa'daki büyük katliam… Sonra o, yüzyıl savaşları… otuz yıl savaşları…
gelirsin. Fransız Devrimi'nde kaç tane Fransız öldürdü Fransızlar? Kendi
kendilerini öldürürler. Başka bir sürü şey… Onları sen benden çok daha iyi
biliyorsun...
Estağfurullah
hocam…
O
açıdan bunlar, öyle şişenin dibinde durduğu gibi durmuyor. İnanılmaz sonuçları
var. Eğitim, öğretim yoluyla… hele bugünkü iletişim araçlarını düşünürsek,
televizyonu, radyosu, interneti, sosyal medyası... İnanılmaz bir nihilizm var...
Değer aşınması... Yani insanlar haklı olarak tabii. Anlamımızı nerede
bulacağız? Yani niye yaşıyor? Niye buradayım? Ne anlamı var bu hayatın? Eğer
dürüstsen kendine oturup intihar edersin yani…
Eğer
öyleyse...
E
tabii… İntihar eden insanların en büyük cümlesi nedir? Hatırla… filmlerde,
romanlarda… “Yaşamanın bir anlamı kalmadı…” Çünkü anlamdır, bizi yaşatan…
Tamam, biz fiziksel bir varlığız. Evrenin uzantısıyız ama o kadar ilginç bir
varlık ki bu, varlıkça evrenin uzantısı olan bu var olan, bilgi bakımından
evrenin kendisini uzantısı haline dönüştürüyor…
Anladım…
Korkunç
bir şey yapıyoruz yani... Aklımızı evrene seriyoruz ve bilgiyle kurul ikinci
bir evren üretiyoruz. Evet neyse felsefeye girdik...
Aklıma
şu gelmişti hocam: Bu Almanların… Ben askeri kültür teorisi yazarken, biraz da
kültür okumak zorunda kaldım demeyeyim de hani zaten merakla okuduğum zaman
genel olarak “Naturvölker” ve “Kulturvölker” diye tasnif etmişler.
Evet…
Sonra
okur okumaz “bu İbn-i Haldun” dedim direkt! Doğrudan… Hani onun “hadari” ve “bedevi”…
işte “umran” diye açıkladığı şey bu..
Evet.,,
Aslında
bir miktar hani bundan bahsedebilir miyiz?
Onu
bilmiyorum tabii. Senin o yakaladığın şeyi, benim okumam lazım, araştırmam
lazım. Böyle şimdi çağrışım yoluyla düşünmek hiçbir şey değil. Ama İbni
Haldun'daki “bedevi-hadari” ayrımı pek çok açıdan yapılan bir şey. Sadece Ahlak
açısından yapılır. Ekonomik ilişkiler açısından yapılır. Devletleşme açısından
yapılır. Pek çok açıdan yapılan bir şey. Oradaki tabii bedavet meselesi sadece
bedevilikle alakalı değil. Aslında bir zihni durum, bir zihniyet durumu, bir
yaşama biçimi aslında o. Hadaret de başka bir yaşama biçimi, yaşama tarzı.
Çünkü siz bedevi oldunuz... Mesela İbni Haldun, bedevi ahlakını, hadari ahlaka…
değil mi? Üstün tutar. Ama diğer unsurlar bakımından hadareti üstün tutar. İkisini
entegre etmeye çalışır. Acaba biz hadari iken bedevi ahlakı sürdürebilir miyiz?
İşte onun için tasavvufa yöneliyor ya zaten… Tasavvuf kitabı var biliyorsun ona
nispet edilen… E, dolayısıyla farklı bağlamlarda üretilen şeyler. Bu senin
dediğin şeyi, benim Almanlarda çalışmam lazım. Onu bilmiyorum yani. Zihnimde
bir tablo/resim yok. Tasavvur oluşmadı yani. Şöyle… şimdi biraz önce, sen masa
kelimesini kullandın ya tarih masası. Ben de sana bir medeniyet masası… Masa
kelimesini çok kullanırım ben. Gelenbevi’nin masası.. “Ne kurmamız lazım
yeniden düşünmeye başlamak için?” falan diye… Şimdi Avrupa'da şöyle bir
mesele… Dedik ya Avrupa'daki o doğa bilimleriyle kültür bilimlerinin
çatışmasını çözmek için “bilim tarihi” kavramını geliştirdiler ve büyük
oranda bunu çözdüler. Bizim gibi toplumlar, yani Batı dışı toplumlar diyelim ya
da Batı Avrupa dışı toplumlarda ise bilim tarihinin başka bir fonksiyonu var.
Şimdi Avrupa özellikle bin sekiz yüz altmışlarda biliyorsun kolonyalizm zirveye
çıktı… Birinci Dünya Savaşına kadar devam etti… İnanılmaz bir artı değer
ürettiler. Ben biraz Avrupa şehirlerini gezmiş biri olarak söyleyeyim.
Neredeyse bütün o binalar 1850 ve sonrası yapılmıştır. Şimdi… Avrupalılar şunu
fark etti tabii Aydınlanma’dan itibaren; “Biz yeni bir şey yaptık...”
Yani ondan önce hatırla… Mesela İngilizlerin yazdığı dünya tarihinde, dünya
tarihi ikiye bölünür. İslam öncesi-sonrası… Fransızlar da öyle… Almanlar ilk
defa bunu değiştiriyor, “Ya İslam'a bu kadar çok yer vermememize gerek yok”
diye… Ve kendi yaptıklarının gramerini yazıyorlar. Şuna benziyor: “Bir dil
konuştuk. Bu dinin gramerini yazalım…” Ha yazıyorlar, bakıyorlar ki; “Biz
bunu bilimle ve o bilime eşlik eden teknolojiyle…” Bir bilim ve teknoloji...
Dolayısıyla buna medeniyet diyorlar. Bir medeniyet masası kuruyorlar. Ve bu
masaya üye olabilmek için, her milletin, Batı Avrupa'da oluştuğu tarzıyla bilim
ve teknolojiye katkılarını göstermesi gerekiyor. Yani diyelim ki, siz
Türkiye'den gittiniz, Osmanlı döneminde… Dediniz ki, “Ya ben bu masada
oturacağım. Ben medeni bir adamım...” Diyecekler ki; “Masadaki çatal mı
senin? Salata mı senin?” Ne bileyim ben… “Neyin sahibisin?” Değilsen
çöplükte bekleyeceksin! Dikkat et. Hegel, Afrikalıları tanımlarken bu açıdan
tanımlıyor… Diyor ki; “Onlar tarihsizdir. Çünkü hiçbir katkıları yok…”
Şimdi
bizimkiler, ta Osmanlı'nın son bu dönemlerinde… tam Süleyman Sude Efendi,
akabinde Salih Zeki… Değil mi? İslam ve Müslümanların ve Türklerin felsefe-bilime,
teknolojiye yaptığı katkıları göstermeye başlıyorlar… Ve cumhuriyet kurulur
kurulmaz da ilk yapılan işlerden biri, değil mi, Aydın Sayın Hoca'yı Amerika’ya
gönderip… Niye bunu yapıyor? Genç Cumhuriyet… bir sürü borcu var… Savaştan yeni
çıkmış, değil mi? Ekonomi çok iyi değil. Sen daha iyi biliyorsun…
Estağfurullah
hocam...
Bunun
nedeni şu: “Çünkü Türkler medeni bir milletse, insanlık tarihine, o
medeniyet masasına yaptığı katkıyı göstermek zorunda…” İşte hatırla, Aydın
Sayılı Hoca'nın tezinin adı ne? “İslam medeniyetinde bilim kurumları…”
Bak, bilim değil! Tek bir bilimi alsa, bu kadar etkili olmayabilir. Bilim
kurumları… Özellikle rasathaneler ve hastaneler… Rasathaneler kısmı, biliyorsun,
Türkiye'de de yayınlandı…
Dolayısıyla
bilimlikten birazcık çıkıyor mu?
|
Bir
de kahramanlar üretiyoruz… “Onların Newton'u varsa bizim İbn Heysem’imiz
var!” Onu ya bir savaş tarihi gibi okuyoruz! Aslında bilim tarihini, bir
savaş tarihi gibi okuyoruz. Halbuki bu bir yarış tarihi değil... Bir savaş
tarihi değil yani… Tabii bunu biz şey yapmadık. Onlar yaptı. Bize bazı kısıtlar
getirince, biz de bu kısıtları açmak istiyoruz. Dolayısıyla bir sarmal oluşuyor
burada. Bunu ben canlı olarak da gördüm. Türki Cumhuriyetler, Sovyetler
çöktükten sonra, bağımsızlığını kazanınca… Mesela Özbekistan, Türkmenistan'da… Çağrıldığımda,
gittiğimde niçin çağrıldım sence? “Özbeklerin bilim ve medeniyete katkıları
üzerine konuşur musun?” Ya… Türkmenistan'a da aynı şekilde. Niye? Çünkü
onlar da yeni bağımsızlığını kazanmış devletler olarak, o medeniyet masasında
yer almak istiyorlar. Bugün bile değil mi? Ne kadar indeksli yayının var? Ne
kadar üniversiteler bilmem neye giriyor. Tam bir self oryantalizime de döndü bu
iş ama… neticede bugün hala devam ediyor. Dikkat ederseniz, Türkiye'de,
özellikle, Fuat Sezgin rahmetli ve sonrasında… değil mi? Bilim tarihi tamamen
popüler, hatta vulgarize bir hal aldı. Popülerlik iyidir ama vulgarize çok
kötüdür yani. Çünkü zeminini kaybetmek demektir vülgarize... Bilgiyi vülgarize etmek...
Yani kuantum rehabilitasyon merkezleri açmak, kuantumu zemininden koparmaktır.
O vulgarize bir şey oluyor. Bilim tarihi biraz Türkiye'de vulgarize de oldu
hatta, bu açıdan… Ve bunun sebebi ne? Bu psikolojik saikler... Metinleri
incelemeden… Bak, her zaman söylüyorum… Daha biz… Biz yazma kültürüyüz, envanterimiz
çıkmamış! Bu yazmaların çoğu, edisyon kritik edilmemiş… Üzerine ikincil
çalışmalar yapılmamış ama ahkam kesiyoruz hepimiz. Yani bırak ayrıntıları… İbni
Sina'nın tam bir külliyatına sahip değiliz. İslam tarihinin ve insanlık
tarihinin yetiştirdiği en büyük isimlerden biri… Ama konuşuyoruz! Değil mi?
Niye? Çünkü psikolojik ihtiyaçlarımız var bu konuda… Ben bir hikâye anlatayım
sana... Hikâye değil, yaşadığım bir olay… Türkmenistan'a gittik. Sonra… en son…
Türk Büyükelçiliği'nde bir yemek verildi, akademisyenlere… Türkmenistan
Dışişleri Bakan Yardımcısı da katıldı, o zamanki… Biz Merv’i gezmekten geldik…
Merv, çok önemli Türk tarihi için malum… Dedi ki bu Dışişleri Bakan Yardımcısı;
“Hocalarımız Merv’e gitti mi?” “Gittik” dedik. “Nasıl buldunuz?” dediler.
Ben de orada dedim ki “Altını mı soruyorsun, üstünü mü?” Tabii zeki bir
adam… “Hocam her ikisini de anlatın…” dedi. “Üstünde bir şey yok”
dedim. İşte Sultan Sencer'in mezarı, birkaç sahabe kabri… Altına gelince çok! Yani
farkında olmadan kırk dakika, ben bunlara Nişabur, Ömer Hayyamlar, Harakiler… Bütün
o Merv! Sultan Sencer, Melikşah etrafındaki ulema… Bunlar neler yaptılar? Ne
ettiler? Tarır hareketi, tahkik hareketi, talim hareketi… Anlattım filan. Hiç
kimse de kesmiyor. Ben de kaptırdım gittim. Malum mesleğimizden… Sonra adam “Doğanım”
dedi… “Doğanım” meğer Türkmenlerde sadece anne ortak olursa söylenirmiş. Baba
ortak olunca “kardaş”; anne ortak olunca da “doğan”… “Doğanım”
dedi, “Sen neredeydin?” dedi ya. “Ula” dedi, “bundan sonra beni kimse
tutabilir mi? Biz bir yere gidiyoruz. Nerelisin? Türkmenistan? Kaç yıllıktır?
On yedi. Ne yaptınız? Hiçbir şey. Şimdi ben ooo bir başlayacağım Karakiler,
Ömer Hayyamlar…” İsimlerini de aklında tutmuş... Şimdi anlatabiliyor muyum
o psikoloji?
Aynı
şeyi Özbekistan’da gördüm ben… Şimdi dolayısıyla bilim tarihi, Türkiye'de de
böyle bir fonksiyon uyguluyor… Şimdi bunun sonuçları bakımından… böyle bir
tezahür göstermesi sıkıntı değil. Ama yöntemin bilimselliğini, o
rasyonalitesini kaybetmemeniz lazım. O zaman varı “yok”
gösterirsin, yoku “var” gösterirsin. İş mistisizme döner. Bir
milleti mahvetmenin iki yolu vardır; O milleti ya mistisizme, ya sofizme
bulaştırmak… Bu senin sahih bilgi etmeni, olgu ve olaylarla sahih bir temas
kurmanı engeller… Onun için diyoruz ya; “Usûl abdesti, gusül abdestinden
daha önemlidir!” Yöntem!. Ki o… ne dedik? Yöntem, bilimsel bilgi üretir,
rasyonaliteyi verir. Bu yöntemi kaybederiz ve kaybediyoruz da yani…
Şimdi
adam öyle bir medrese anlatıyor ki… otuz altı yılımı doldurdum ben. Ben öyle
bir medrese İslam tarihinde görmedim mesela. Yok yani! Ya öyle bir İbn-i Sina
anlatıyor ki… Ya da öyle bir Gazali anlatıyor ki… Öyle bir… Yok öyle adamlar!
İdealize
ediyorsun, soyutluyorsun, ulaşılabilirliği de kalmıyor ona ha… Gençler ona
ulaşamaz artık yani… Tüm ulemamızı, alimlerimizi, bilginlerimizi bu şekilde
anlatıyoruz. Bir Mimar Sinan anlatıyorlar… Ya bunu yapan da vatandaş değil ha! Okumuş
yazmış insanlar... “Hocam bu Süleymaniye’yi Mimar Sinan yapamaz. Bu büyük
ihtimalle uzaylılardan…” Böyle düşünen adamlar var ya! Ula kendi medeniyetine
niye güvenmiyorsun? Yani Kanuni Sultan Süleyman ve dönemi, bu Süleymaniye’yi
üretecek bilgi birikimine, tecrübeye sahip ya. Yani bunu… çünkü o bilgiyi
bilmediğin zaman, muhayyilen devreye giriyor… Tamam mı? Bu muhayyile ile
tamamlıyorsun, ortaya bir mistik yapı çıkıyor! Melekler geliyor… Yani şuna
benziyor; “İstanbul'u biz fethetmedik aslında canım. Şüheda… Evliyaullah…”
Ha? Gel… ya tamam onlar gelsin de… Maddi zemini… Sen savaş tarihçisisin... Yani
Genelkurmay hiç böyle gider mi? “Maneviyatımız çok güçlü… Şehitlerimiz çok
tarihte…” Ula Türkler şehitten başka ne vermiş? “Şühedamız da çok...
Evliyamız da çok...”
Hani
diyor ya… Köprülü mü diyor? Ahmet Hamdi Tanpınar mı diyor? Nerede bir… Ya da
Erol Güngör de olabilir... Şimdi hatırlamıyorum. “Nerede bir evliya kabri
varsa orası Türk yurdudur” diyor [3]. Değil mi? Şimdi böyle bir
savaş planı yapabilir misin? Yapamazsın yani! Kısaca şöyle; popülerlik iyidir.
Çünkü bilginin toplumsallaşmasını sağlar. Ama vulgarize çok kötü bir şey.
Özellikle yöntemi kaybettiğimiz an, rasyonel bilgi üretme imkanını kaybederiz.
Toplumu mistisizme ya da sofizme sürükleriz. Bugün biraz buna doğru gidiyor gibi
geliyor bana…
Hocam
süremiz bitti... Teşekkür ederiz…
Hocam müdahale edemedim böyle… içimden de
gelmedi süre bitti demek ama süre bitiyor…
Gayet
akıcı… çok güzel, çok faydalı oldu benim şahsım adına da… Bu arada şunu da
söyleyerek kapatmam lazım. Hocam hep öyle söyler. “Ben çok ümitliyim” der. Aynı
şekilde ben de çok ümitliyim. Şundan dolayı… Son Osmanlı Araştırmaları
Kongresi'ne… İşte ben de katıldım… Hocam da katıldı...
Evet.
Ben iki tebliğ sundum ya…
Orada
bilim tarihi ve felsefe oturumunda sekiz oturum oldu. Ve yaklaşık otuza yakın
bildiride… işte rasathanelerden… astronomiden… hatta analitik geometriden tutun
pek çok şeyin en detayına… İşte hiç de bilim yokmuş gibi bir şey… tarihimizde
böyle garip, anlamsız… savunulması bile mantıksız olan şeyler… Dolayısıyla
ümitli olacağız. İnşallah…
Bir
şey söyleyeyim. Başkalarının yanlışlarını düzelterek kendi doğrumuzu inşa
edemeyiz. Bence bu tür eleştirileri hiç yapmayacaksın. Şöyle diyorlar, böyle… Desinler!
Biz işimize bakalım ya..
Evet.
Bu iş zaten bir cevap olmuş oluyor kendi kendisine… Bununla kapatmış olalım…
Aynen…
Zirvede
kapatalım…
Eyvallah…
Hocam çok
teşekkürler... Değerli “Tarih Masası” izleyicileri, bugünkü programımızın
sonuna geldik. “Times Of Türkiye” YouTube kanalına abone olmayı unutmayın.
Hoşça kalın…
[1]
Söyleşiyi metin haline getiren: Muhammet Negiz | Karadeniz Teknik Üniversitesi
[2] Dinlemek
için Bkz: https://archive.org/details/bilim-tarihinin-tarihi-ihsan-fazlioglu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder