Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın “ÂMENTU’NÜN
BEDELİNİ ÖDEMEK: -Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik” başlıklı İLEM
(İlmî Etüdler Derneği) Yaz Okulu Açılış Dersi’ni istifadenize sunuyorum. Bu
dersi videodan metne aktaran Sayın Celal Sancar’a teşekkürü bir borç bilirim.
Ayrıca, Av. Muharrem Balcı’ya da katkılarından dolayı teşekkür ederim.
“ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK: -Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik” dersinin yararlı
olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları tarafımızla
paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
05.07.2018
İHSAN FAZLIOĞLU İLEM (İLMÎ ETÜDLER DERNEĞİ YAZ OKULU AÇILIŞ DERSİ)
Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük İskender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. Uzağa gitmeyelim; Aliya İzzetbegoviç’in etrafındaki insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iş başarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiğiniz zaman, tarihteki tüm başarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuşacağım; ama- hakikaten Âmentunün hakkını vermemiş adamın, kadının, kişinin 'bi-'den sonra ne koyduğu çok önemli değildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
Psikolojik inançta,
inanılan entitelerin, kavramların ontik[10]
karşılığının bulunduğu kabul edilmez. Açıkça söyleyelim:
Derin düşünmek, sadece
bugünü idrak etmek için değil; geçmişi idrak etmek için de çok önemlidir. İslam
medeniyetinin başarılarını anlatırken bile, dikkat ediniz, maddî
çözümlemelerimiz bile çok zayıftır; hep manevî değişkenlere işaret etmekle
yetiniyoruz. Nedir?! Müslümanlar, inanmış insanlar, kılıçları
ellerine aldılar; dıgıdık gittiler; dıgıdık geldiler... Arkadaşlar 25
bin kişilik bir süvari nasıl donanır; hiç düşündük mü? Diyor ki, adam; “25
bin kişilik süvariyle düşman üzerine doğru yola çıktılar.” Bunu
okuyorsunuz; bakınız bu bir söz... Buna bir içerik, derinlik katalım. Tek bir
soru soracağım: “25 bin atın nalları için gerekli olan hammadde demir ne kadardır?” Hiç
düşündük mü? 33 ton ham demire ihtiyaç var... Her süvarinin en az üç yedek
atını da dikkate aldığınızda insana sorarlar "Nereye gidiyorsun?"...
Marco Polo, Kubilay
Han’la konuşuyor. Kubilay, Cengiz’in torunu... Marco Polo, Kubilay’a kemer
köprüyü anlatıyor:
Sevgili arkadaşlar!
Akademik, ilmî, nazarî
bir konuşma yapmayacağım.
Zaten ortam da buna
çok müsait değil. Genelde konuşmalarımı dinleyen arkadaşlar bu tür bir
çerçevede konuştuğumu bilirler; ama bugün konuşmam daha çok hayatımıza değen,
biraz özeleştiri içeren bir konuşma olacaktır; çeşitli konuları ele alan.
Biz kendimizi
kandırmayı, gerçeklikten uzaklaşıp kelimelere ve sözlere sığınmayı, hatta
boğulmayı seviyoruz. Çünkü insanların en büyük amacı, gece rahat uyuyacak
şekilde yaşamaktır. Bunu gerçekleştirmek sadece maddî değil, aynı zamanda
manevîdir de. Olup biteni gece kendisini rahatsız etmeyecek şekilde yorumlamak,
insanların en büyük davranış biçimlerinden biridir.
Benim ilkem ise, yalan
içinde yaşayıp akşam rahat uyuyacağına; gerçeklikle yüzleşip, gece rahatsız
olmaktır. Onun için konuşmam biraz –bu açıdan- rahatsız edici olabilir diye
düşünüyorum.
Bir alıntıyla
başlayacağım, metni okuyacağım size; ondan sonra devam edeceğim:
“Beş bin kişiydiler,
beş bin süvari. Birkaç yıldır, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta aralıksız
savaşıyorlardı. En yakın arkadaşları, yoldaşları gözlerinin önünde ölmüştü.
Maddî ve manevî olarak yorulmuş ve tükenmişlerdi. Geri dönmek için yola çıktılar;
ancak bir süre sonra atları öldü, yürümeye başladılar. Açtılar; ancak iki günde
bir yemek yiyebiliyorlardı; az ve kuru yiyecek. Süvari olduklarından, yürümeye
hiç alışkın değillerdi; hele bu şartlarda. Tam iki ay yürüdüler, iki ay; yani
altmış gün. Açtılar, uykusuzdular, yorgundular, bitkindiler. Dışarıdan bakınca;
tükenmiş, son güçlerini kullanan, yürüyen ölüler gibi görünüyorlardı.
Ülkelerine girdiler. Geldiklerini ve kötü durumlarını haber alan yetkili kişi,
onları birlikleriyle karşıladı. Gerçekten de düştü-düşecek bir görüntüleri
vardı. Dağınık bir şekilde, yetkili kişinin önünde hareketsiz duruyorlardı; çıt
yoktu. Başlarındaki komutan, yetkili kişiye tekmil verdi. Yetkili kişi,
ciddiyetini bozmadan, sesini hem gürleştirerek, hem de bir acıma hissi vererek
şöyle dedi:
‘Askerler,
sizden önce bir emir geldi; derhal geri dönmenizi ve tekrar savaşa katılmanızı
istiyorlar. Üç gününüz var. Tüm ihtiyaçlarınızı gidermek, gerekli atları almak
ve silah kuşanmak için.’
Bu sözleri duyan, ölü
kılıklı beş bin askerin birden gözleri parladı, çökmüş bedenleri dirildi, hemen
sıraya girdiler; tam bir savaşçı birlik gibi dizildiler. Başlarındaki komutan,
yetkili kişiye dönerek şöyle dedi: ‘Hayır! Hayır! Üç gün olmaz, çok fazla. Eğer
bize ihtiyaç varsa, gerekirse bugün bile geri döneriz; atla ya da yürüyerek.”
Ben bu metni ilk defa
lise yıllarında okumuştum. Kendime örnek aldığım bir tablodur. Şunu düşündüm.
Kim bunlar? Sahnedeki hiç kimse Müslüman değil. Ashab’dan bir alıntı yapsam,
anlaşılır bir şey, değil mi? İnanan insanlar, Hz. Peygamberin terbiyesinden
geçmiş insanlar. Cennet ümitleri var. Arkadaşlar, bunlar bir Moğol Birliği.
Cengiz Han’ın komutasında savaşan bir Moğol birliği. Ta o zamandan beri –ilk okuduğum tarih, lise 2’dir- bu
metin üzerine çok düşündüm. İnsanın, inancının bedelini ödemesi ne demektir?
Nasıl bir inanç ki,
nasıl bir iman ki; bu bedeli, bu inancın bedelini bu kadar rahat ve gönüllü
ödeyebiliyor insanlar. Bugünkü günlük kullanımla, ne türlü bir 'motivasyon' var
bu davranışın arkasında? Benim kişisel kanaatim şu: Dünya, Âmentunün bedelini
ödeyen insanlara verilir. Âmentusünün bedelini ödemeye hazır olmayan insanların
imanı, kuru bir gürültüdür[1].
Öyle bir iman ki bu
Moğollarınki, mevcut dünyanın yüzde 22’sini ele geçirip, 30 milyon kilometre
kare kesintisiz –arada boşluk olmayan- bir kara imparatorluğu kurdular; 30
yılda... Dünyanın o dönemde yüzde 22’sini ele geçirdiler...
Kişisel kanaatim,
çağdaş Müslümanların en önemli sorunu –tabi bunun gerekçeleri var-
Âmentulerinin bedelini ödemeye hazır olmamalarıdır. Bunun için, yükün altına
girmekten kaçınmalarıdır. Bunun nedeni nedir? Bunun üzerine
biraz sonra duracağım.
Hâlbuki Âmentu basit
bir hadise değil arkadaşlar[2]. Bizim
hayat görüşümüzün ilkelerini veren, yaşamamıza anlam katan ilkeleri inşa eden
bir yapıdır. Bu o zaman bize şunu gösteriyor: Çağdaş Müslümanlar olarak, bizim
bir hayat görüşümüz –ben dünya görüşümüz kavramını hayat görüşümüz olarak
değiştirdim- yok. Şimdi bu hayat görüşü/Âmentu o kadar önemli ki, İslam öncesi
câhiliye toplumunda okuma-yazma bilen; bilebildiğimiz kadarıyla Kureyş’de on
kadar adam var. Biri de –çok ilginçtir-
Ebû Cehil’dir. Ebû Cehil diyoruz;
ama adamın İslam öncesi künyesi Ebû'l-Hikme...
Sorumuz şu: Hikmetin
babası, nasıl cehâletin babasına dönüşüyor? Şimdi bu adam, Kelime-i Tevhîd ya
da Şehâdet getirerek siyâsî, toplumsal ve iktisâdî statüsünü devam
ettirebilirdi. Hatta İslam toplumunda, Hz. Peygamberin yanında çok önemli bir
konum kazanabilir ve dahası Hz. Peygamberden sonra İslam “devletinin” yönetimini
de üstlenebilirdi. Buna hem asaleten, hem zekâ açısından, hem birikim açısından
müsaitti. Ama Ebû Cehil Kelime-i Şehâdet getirdiğinde, Âmentu dediğinde ne
türlü bir yükü yüklenmesi gerektiğini, ne tür şeylerden vazgeçmesi gerektiğini
bildiği için dürüstçe davrandı; çok dürüst bir insandı. Onun bedelini ödedi;
kendi Âmentusünün bedelini ödedi. Tasavvufta, Şeytan kemal
mertebesinde görülür; niye? Çünkü Şeytan işini kemâl mertebesinde yapar; en iyi
şekilde yapar. Şeytan da kendi Âmentusünün bedelini öder; ödüyor; ödeyecek
de...
Değerli arkadaşlar,
inançsız –imanı illa dinî düşünmeyin- imansız hiçbir insan yoktur; merak
etmeyiniz. Her insanın inançları vardır. İnanç olmadan, imkân olmaz; bedel
olmadan hiçbir imkân, mümkün olamaz. Benim aforizmam şudur: İman imkân verir,
bedel mümkün kılar. Eğer bedel ödememişsek, o imkânı mümküne dönüştüremeyiz;
hiçbir şey gerçekleştiremeyiz. Onun için bu dünya –biraz önce dedim-
Âmentulerinin bedellerini ödeyenlerindir; bu, ister Moğol olsun, isten Müslüman
olsun, ister Hıristiyan olsun, fark etmez.
Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük İskender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. Uzağa gitmeyelim; Aliya İzzetbegoviç’in etrafındaki insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iş başarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiğiniz zaman, tarihteki tüm başarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuşacağım; ama- hakikaten Âmentunün hakkını vermemiş adamın, kadının, kişinin 'bi-'den sonra ne koyduğu çok önemli değildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
Gazâlî’nin ifadesiyle,
“ancak
ahmaklar lafızlarla düşünürler.” Lâfzî olarak ha Allah dediniz, ha
şeytan dediniz; hiç fark etmez. Çünkü biz, Allah’ı da şeytana dönüştürmesini
becerecek yapıda donatılmışız. Lâfzen “Allah” diyebiliriz; ama mefhum
açısından şeytan olabilir o...; 'bi'den
sonra “para” da koyabilirsiniz; kısaca 'bi-' değil, Âmentu'dur çok önemli olan... Oradaki bilinç düzeyi,
teyakkuz; yakaza hali[3], idrak
seviyesi; neyi üstleneceğini, neyi sahipleneceğini, neden vazgeçeceğini idrak
etme, ondan sonrakileri kabul etmeyi son derece kolaylaştırır. Bunun üzerine
düşünmek, ciddi bir biçimde düşünmek gerekiyor. Denebilir ki, itikadı yani
aslı, kökü sağlam olmayanın furûatında, dallarında da bir sürü sorun ortaya
çıkar[4].
Bir Âmentunün
bedelinin ödendiği nerede görünür kılınır? Bunun delili nedir? Bu nokta çok
önemlidir: Kısaca, bir teklif ve temsil sahibi olmaktır.
Eğer bir Âmentu,
teklife dönüşmemişse, yaygınlaşamaz; ve bir Âmentu, ona tabi insanlar
tarafından temsil edilmiyorsa, yine karşılık bulmaz. İnançlarımızı,
itikadımızı, imanımızı ne kadar teklife dönüştürüyoruz? İnsanlara ne teklif
ediyoruz? Ve dahi günlük hayatımızda bu teklifi kendi nefsimizde ne kadar
temsil edebiliyoruz? Nazarî konuşmayacağım dedim. Onun için bir tecrübemi
aktararak konuyu açık kılmaya çalışmak istiyorum: Batı Almanya’da bir uluslararası çalıştayda
katılımcı bir Alman profesörün dinlenme esnasında söylediği bir cümleyi paylaşacağım.
Yaklaşık 11 günlük bir çalıştaydı ve birbirimizi yeterince tanımıştık.
Çalıştaya doğal olarak lisansüstü öğretim gören bazı öğrenciler de dinleyici
olarak katılmıştı ve aralarında Türk öğrenciler de mevcuttu. Bir olaydan sonra
bana şunu söyledi Profesör:
“İhsan Bey! Burada 3
milyon Türk yaşıyor. Bana neyi teklif ediyorlar bende olmayan ki, Müslüman
olayım?”
Bakınız bu nokta çok
önemli. Oradaki 3 milyon insanın, Almanlara teklif edeceği bir şey yok. Niye?
Diyelim ki var; varsa da tekliflerini temsil edemiyorlar; çünkü teklif basit
bir biçimde sadece sözel olmaz, bir temsille birlikte olur; bir temsilin ona
eşlik etmesi gerekir.
Ne olduğunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı
insanlara ispat etmeye çalışırsınız: "Ben şöyle değilim, ben böyle
değilim...” Bu kadar uğraşacağına, ne olmadığını anlatmaya
çalışacağına, ne olduğunu göstersene! Onu, eline-diline, yazına-çizine,
davranışına yansıtsana. O zaman bu kadar uğraşmana gerek kalmaz...
Teklif sahibi olmak
kolay bir iş değildir, arkadaşlar. Teklifin nazarî bir idrakine ihtiyacımız
var. Müslümanların tarihteki en büyük başarısı, kanaatimce, Tevhîd merkezli
akidevî inançlarını, metafizik bir düşünceye, dolayısıyla bir teklife
dönüştürmeleridir[5].
Akidevî inanç olarak
Tevhîd -en azından inancımız açısından- daha önce var. Ancak “aklın,
düşüncenin ilkesi hâline getirilmesi”, İslâm iledir... Mesela, Yahudilerin
–şahsî kanaatimi söylüyorum- kendilerine gönderilen vahiy dinini insanlardan kaçırmalarının
ve saklamalarının ve kendilerine has kılmalarının en önemli nedeni, kendisi
aracılığıyla başka inançlarla, düşüncelerle yüzleşecek, konuşacak nazarî bir
dil geliştirememeleri; Tevhidî inancı, metafizik bir ilkeye
dönüştürememeleridir... Onun için, içe dönük yaşadılar. Evin faresi olarak
kaldılar tarih boyunca. Köşede kenarda saklanarak, sadece kendilerine mal
ederek... Bu nedenle Tevhîd bir inanç olarak kaldı; itikadî bir ilkeye
dönüşmedi...
Hıristiyanlar ise,
bunu kontrolsüz yaptılar, dolayısıyla dağıldılar. Temas kurdukları kültürlerin
inanç ilkeleriyle karışıp; o aslî Tevhîd ilkesini bir inanç olarak bile
muhafaza edemediler; saf olarak elbette... İslam’ın -kişisel olarak söylüyorum;
bunu vurguluyorum çünkü itirazlar olabilir- en önemli başarısı; Tevhidi, bir
inançtan, aklın ilkesine, metafizik bir düşünceye dönüştürmesidir. Bu onu, aslî
ilkelerini yani temerküz noktasını kaybetmeden, İslâm'ı tüm insanlara teklif
edilebilir bir duruma getirmiştir.
Bakınız! Bugün kimseyi
tehdit edebilecek neredeyse hiç bir maddî ve manevî gücümüz yok... Ama hâlâ
korkuluyoruz. Neden? Çünkü bi'l-kuvve
de olsa alternatif imkânı olabilecek, bir şey teklif edebilecek -emin olun-
ilkeler çerçevesinde hâlâ safiyetini koruyan tek inanç sistemiyiz; hayat görüşüyüz[6]... Bu
konuda emin olunuz ve sağlam durunuz...
Bugün sahip olduğumuz
hayat görüşünün ifâdesi içler acısı bu nedenle istifâdeye konu değil. Hâlihazırda
Türkiye’deki dinin, üç farklı idraki söz konusudur. Esasen tüm dinlerin idraki
tarihleri boyunca böyle bir özellik gösterirler. İlk olarak her dinin mitolojik
bir tarafı vardır. 'Mitolojik din', resimlerle, ödüllerle, cezalarla iş görür ve
büyük kitleler bu şekilde inanırlar. İşin doğası gereği doğru olan da budur.
Cenneti düşünür, cehennemden korkarlar. Tanrı onlar için büyük bir yargıçtır;
cezadan kaçar, ödül talep ederler... Zaten mitolojideki mitos[7], biraz
da resimle ilgili bir tasavvurdur. Yerinde kaldığı müddetçe, son derece gerekli
bir tasavvurdur mitolojik inanç. Büyük kitleler, hakikati ancak mitoslar,
resimler üzerinden idrak edebilirler; bu gayet doğaldır.
Dinin ikinci idrak
biçimi, psikolojiktir. Şu anda Türkiye’de yaygın olan, dindar dinsizliğin
kaynağı bu psikolojik dindir... Türkiye’de çok dindar dinsizler var; dindar ama
dinsiz... Niçin? Çünkü inandığı entitelerin[8],
kavramların ontolojik bir karşılığı olduğunu düşünmüyor; bunun hesabını vermeye
hazır değil. Deyiş yerindeyse saf bir epistemolojik yani cognitif[9] bir
inanç; masal gibi... Cennet, cehennem, melek... Hangimizin melek tasavvuru var,
Allah aşkına..! Yalnızca sözcüklerde, lafızlarda varlık kazanan melekler var;
hakikatte değil...
Melekler burada mı;
çevremizde, etrafımızda? Ne meleği! Bu kadar gayr-i medenî, gayr-i çağdaş bir
ifâde olabilir mi? Melekleri, bilinmeyen, muhayyel bir uzaya sürdük...
Melekleri etrafımızda görmeye değil düşünmeye bile tahammül edemeyiz. Emin
olunuz -şöyle kendimizi bir yoklayalım- inandığımız entitelerin çoğunun
ontolojik içeriğini düşünmüyoruz bile; sözcükler olarak varlar; hâricî ve
hakikî olarak değil...
Âhiret, Öte-Dünya
kavramının ontik, reel, hakikî karşılığı olduğuna inanan bir kişi, böyle zâlim
olabilir mi; böyle ahlaksız davranabilir mi; böyle rahat hile yapabilir mi?
Mümkün mü bunlar? Mümkün değil; emin olunuz...
Öleceksin, hesap
vereceksin, azap göreceksin; ebediyen cezalandırılacaksın; tüm bunların
içeriğini kabul edip, ontolojik, reel, hakikî karşılığı olduğuna inanan insan planlı-programlı
ahlaksızlık, kötülük yapabilir mi?
Tabi ki, insanız;
Rahmanî, melekî, âdemî ve şeytanî yanlarımız var; yanlış yaparız, günah
işleriz; bu, gayet doğal... Bu nedenle günahsız bir toplum inşası, gayr-i İslâmî'dir.
Zâten mümkün de değil. Çünkü bizim ihtiyarımız, irademiz, tercih etme gücümüz
var; hatalarımızın, günahlarımızın olması doğal. Ayrıntılara girmeden Hz.
Peygamber'in bu konuda gayet açık ve seçik hadislerinin olduğunu biliyoruz.
Netice, tekrar
pahasına, psikolojik din ahlaksızlığın kaynağıdır. Yıllarca dini, vicdana
hapsetmeye çalışmalarının nedeni de budur. Hâlbuki din, inadına kamusaldır,
inadına toplumsaldır, inadına politiktir. Hayatıma anlam vermeyen, veremeyen
bir inancı taşıyamam, bir yük olarak...
Bir sürü ilkeye
inanıyorum ama hayatımın anlamında hiçbir karşılığı yok. Öyle din mi olur? Niye
domuz eti yemeyelim? Gayet lezzetli olabilir; ya da, belki içki iyi bir
şeydir... Tüm emir ve nehiyleri yerine getireceğim ama o inandığım inanç
dizgesinin, benim hayatımın anlamında, kamusal yaşamımda, politik idrakimde,
ekonomik tasarruflarımda hiçbir yeri olmayacak. Deli miyim ben? Böyle bir inancı
niye taşıyacağım o zaman? Böyle bir şey
olabilir mi?
Psikolojik din,
ahlaksızlığın kaynağıdır. Çünkü insanları rehabilite eder, rahatlatır ve daha
kolay ahlaksızlık yapmalarını sağlar. Kanaatimce bugün çoğunlukla olan budur.
Dediklerime bir örnek vereyim: Çok değerli öğretmen bir ablamız vardı; ablam
derken öz ablam anlamında değil; yani ilmiyle, ameliyle bize fikir veren
yol-yordam gösteren bir ablamız vardı, biyoloji öğretmeni... Evliydi; eşi
sakallı, cübbeli, şalvarlı; ticaretle uğraşıyordu. Biz çocuklar, o yaşımızda
çok iyi bir evlilikleri olduğunu düşünüyorduk; zannediyorduk en azından...
Çünkü ben, şuna
inanıyorum; Türkiye’de içinde çığlık kopan çok ev var, evlilik var. Her ne ise;
iki çocukları vardı. Bir gün, boşandıklarını duyduk ve çok şaşırdık. Şaşırdık
çünkü güzel bir evlilik olduğunu zannediyorduk; en azından uzaktan öyle
gözüküyordu... Ziyaretine gittik...
-“Abla, ne oldu;
hayırdır?”
-“Hayatımda gördüğüm
en ahlaksız insanla evlenmişim; küfür yemekten bıktım.”
-“Ne oldu?” diye
sorduk...
-“Her şeyi
yalan-dolan; adamın bütün ticareti yalan dolan üzerine kurulmuş. Geliyor akşam,
çocuklarına Kur’an-ı Kerim öğretiyor, beraber Kur’an-ı Kerim okuyorlar; ama
bütün ticareti yalan-dolan üzerine.”
Bu adam, çoluk
çocuğuna Kur’an-ı Kerim öğretse ne olur? Şirkten sonra en büyük günah olan kul
hakkını rahatça yedikten sonra... Beş vakit namazını kılıyor ama psikolojik… Çocuklarına
Kur’an-ı Kerim öğretiyor ama sonra gidip ticaretini insanlara zarar vererek,
insanları aldatarak yapıyor. İşte bu tür insanların dini, psikolojiktir;
ahlaksızlık kaynağıdır. Tehlikelidir. Çünkü sizi vicdanen rahatlatır daha kolay
kötülük yapmanıza imkân verir. “Dindar dinsizler” dediğim işte
bunlardır...
Bir de “dinsiz
dindarlar” var ilginç bir şekilde. Diyorsun ki, “Hâzâ adam!” Ama herhangi
bir dini mensubiyeti yok. Yeri gelmişken vurgulamak istiyorum: Artık
kabilecilik yapmayı bırakıp, insanlarla ilgili düşünme aşamasına geçmemiz
lazım. Müslümanlar kabileci davranıyorlar; onun için teklifleri hep içe
yönelik, o da -biraz sonra bahsedeceğim- doğal olarak farklı bir dil kazanıyor.
Bu durum şuna
benziyor: Akademisyenlerimiz Türkçe makale yazıyorlar; ancak aynı makaleyi
İngilizce telif ediyorlar. Dil değişiyor, değil mi? Niçin? Çünkü sizi orada
büyük bir kitle okuyacak, ona göre dikkat ediyorsunuz; bahsettiğim durum da
benziyor.
Dışa yönelik dinî bir
teklifimiz ve temsilimiz olmadığı için ona uygun dilimiz de mevcut değil. İçe
yönelik geliştirdiğimiz yapılarla da ancak kendimizi tatmin ediyor ve
kandırıyoruz. Psikolojik dinde, Allah'la kandırıyor ve Allah’la kandırılıyoruz
çokça.
Âyet-i Kerîme'dir
değil mi?: “Allah’la kandırılmayın...” Evet! Bizi hep Allah’la
kandırdılar; kandırılıyoruz; kimisi terlik satıyor bize, kimisi kefen, kimisi
tütsü, kimisi cennette arazi… Allah ile kandırmak ve Allah ile kandırılmak. İkisi
de eşit seviyede iki büyük günahtır. Kandırılmayacaksınız ve
kandırmayacaksınız. Bilmemek suçtur. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu var: Fıkhî,
Kelâmî ve İrfânî bakış açılarını tevhîd etmek; birleştirmek...
Ancak ilmî-nazarî bir
çerçevede teklifimizi ifâde edemez isek, bu tekliften istifâde edilmesini de
beklemeyelim... Atalarımız gibi, bir an evvel tahkîk, tahrîr, takrîr, takrîb ve
tedkîk yöntemleri ile hem gerçekliği hem de metinleri okuma alışkanlığını
edinmeliyiz...[11] Temsîl ise daha ciddi bir
meseledir. Zorda kaldığımızda satacağımız fikirlere sahip olmamamız lâzım.
Hâlihazırdaki inançlarımız, zorda kaldığımızda kolay elden çıkartacağımız
inançlar. Hz. Ali için anlatılır. Bir kaleyi kuşatmışlar, düştü düşecek; ama akşam
namazı vakti girmiş. Hz. Ali demiş ki:
- “Yarınız saldırmaya
devam etsin, yarınız da namazını kılsın; vakti kaçırmayın.”
Komutan mukâbele
etmiş:
- “Efendim! Düştü
düşecek... Bekleyelim biraz daha; ondan sonra kılarız.” Hz Ali'nin
verdiği cevap çok ilginçtir:
- “Uğruna savaştığımız değerleri
ihmal ederek zafer kazanmanın hiçbir anlamı yok-
tur.”
Yani bir şey için
savaşıyoruz; ancak başarı, zafer için uğruna savaştığımız şeyden vazgeçersek, o
zafer hiledir. Zafer kazanmak zorunda değiliz ki...; sefere çıkmakla; başka bir
deyişle vazifemizi yapmakla mükellefiz. Nereden çıktı bilmiyorum ama
Müslümanların çağdaş dünyadaki en önemli sorunlarından biri zafere, sonuca
odaklanmak; onun için bu vurgu, yoğunlaşma, hedefimizi bir an evvel tahsil etme
hırsı bizi ahlaksız kılıyor.
Hasat için her türlü
hileyi yapıyoruz. Lise öğrencileri gibiyiz kısaca; on almak için odaklanırsan,
kaçınılmaz olarak kopya çekersin. “... İlla on alacağım!” Alma... Çalış, ne kadarını hak ediyorsan onu
al, değil mi? Biliyorsunuz, Aliya altı kişiyle başladı bu işe; savaş bittiğinde
120 bin kişilik bir ordusu vardı. Ordusunda hatırı sayılır miktarda Hıristiyan
mevcuttu. Günümüz Müslümanları bu konuyu düşünmek zorunda; elbette o dönemde
Bosna'daki şartları dikkate alarak...
“Nasıl oluyor
da, müslüman Bosna ordusunda hatırı sayılı miktarda Hıristiyan olabilir?”
Cevap açık; Aliya’dan
dolayı... Bir Korgenerali, Hıristiyan bir albaya hakaret ediyor; dinî
terminoloji kullanarak... Albay şikâyette bulunuyor. Şikâyet üzerine Aliya mahkeme
kurulmasını istiyor. Diyorlar ki,
- “Henüz savaş
halindeyiz. Korgeneral bu... Askerler arasında sıkıntı çıkabilir.”
Aliya;
- “Eğer adaletten vazgeçeceksek,
savaşı kaybedelim; biz ne uğurda, ne için savaşıyoruz...” diye cevap
veriyor.
Bizim Müslüman olarak
en önemli sorunlarımızdan bir tanesi, uğruna savaştığımız değerleri zafer için
ihmal etmemiz, iptal etmemizdir. Temsil, kolay bir iş değildir gençler; emin
olun temsil, kolay bir iş değil. Bu, sonuç odaklı, başarıya odaklı çalışma,
hareket etme psikolojisinden kurtulmamız lazım. Vazifemizi yaptığımızın
bilincinde olmalıyız. Elbette planlar, programlar olur; fakat bunları
somutlaştırmamız gerek. Çünkü sufîler gibi şöyle düşünüyorum: Gelecek
odaklı çalışmak, Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmaktır.
Sen, kaderin takdirini
bilemezsin... İnşallah elde edersin;
elbette maddî ve manevî gücünün son sınırlarına kadar çalış; ancak sonucu
tahsil için hile yapma... Eskilerin tabiriyle: “Belki kaybetmek, mağlup olmak;
bu yolda muzaffer olmaktır, nereden bileceksin.” Evet, neticede
Âmentumüzün bedelini ödeyeceğiz ve bunu ödemenin asgarî koşulu da; teklif ve
temsil sahibi olmaktır dedik; birinci maddemiz bu.
Şimdi bunu nasıl
gerçekleştireceğiz? “Lafzî olarak güzel konuştunuz da..!” diyebilirsiniz. Nasıl
halledeceğiz? Burada işte ikinci madde olarak ele almamız gereken, “bakış”
dediğim hâdise ortaya çıkıyor; buna “nazar” da diyebilirdim; “düşünce”
de diyebilirdim.
İmdi “yüzeysel
düşünmek” diye bir tabir var; ne demek yüzeysel düşünmek? Eski tabirle “sathî”
değil mi? Yani genişliği ve uzunluğu olan; derinliği bulunmayan düşünce. Bir
düşünceye derinlik nasıl katılır, bu nokta çok önemlidir.
Bakın bu fakir ilkokul
beşten beri bu işlerin içindeyim. Hala aynı şekilde dergi çıkartan
arkadaşlarımız var; hala...; derinliği olmayan, lafızlarla yetinen; iki
boyutlu, üç boyutlu değil; cisimsel değil yani... Fazla uzatmadan ifade edeyim:
Nedenini düşünmek, derin düşünmektir. Nedenini düşüneceğiz; zâten düşünmek
nedenlemektir. Nedenleyerek düşünmenin asgarî iki koşulu; “nasıl?” ve “niçin?”
birlikteliğidir.
Birinci olarak "nasılsız
bir niçin", değerlerle düşünmektir; saf değerlerle. Âmiyâne
deyişle edebiyat yapmaktır, gaz yapmaktır: “İslam gelecek, dertler bitecek!”, “İslam
geldiği zaman, insanlar arasında adaletsizlik ortadan kalkacak!”, “İslam
gelince şöyle olacak, İslam gelince böyle olacak!” Nasılla ilgili bir açıklama
var mı? Yok; gaz bunlar! Otuz yıldır böyle...
Soruyoruz:
- “Ağabey! Nasıl? Nasıl olacak bu?”
- “Bir gelelim; bakarız inşa-Allah.”
Tabi, ben sana gücü
vereyim; ondan sonra ne yapacağını biliyorum. Nasıl sorusunu herkes erteliyor: “Bir
gelelim...” Yok! Olmaz! Gençler size nasılı göstermeyen hiçbir
düşünceye itibar etmeyiniz... “Şöyle olacak...”; "Şöyle
yapacağız..." diyenlere hemen sorunuz: “Nasıl? Bir anlatınız; bir
görelim...”
“Nasıl?” Bir mekanizma
sorusudur; bir işlem; bir süreç; bir hesap sorusudur; aynı zamanda bir tefekkür
sorusudur da. Vaaz, Câmii'de yapılır; orada hepimiz aynı duygular içindeyiz;
bir âyet, bir iki hadis; duygular tazelenir; çıkılır... Ama Câmii'de hiç
Hıristiyan, Yahudî, ya da daha ağır bir ifadeyle düşman yok ki...
Ben, İmam-Hatip
mezunuyum; imam-hatipte hiç farklı düşünen yoktu ki! Tersine hepimiz aynı
inanıyor; aynı düşünüyorduk. Felsefe Bölümü'ne gelince gördüm ki, bir sürü
farklı düşünen insan var. 130 kişiyiz; neredeyse herkes farklı düşünüyor,
allak-bullak oldum. Allah’tan biz kelam, usûl okumuştuk da; bu tür konulara
hazırdık yani... O yaşlarda politik işlerle de çok uğraşıyorduk, babamız
dolayısıyla bilinçliydik. Onun için İmam-Hatip mezunları üniversitede ilk iki
yılda dağılırlar, üçüncüde toparlanırlar; dördüncüde radikalleşirler...
Tekrar konuya avdet
edersek; Dedik ki, nasılı hiç düşünmüyoruz. Nasılsız ve niçinsiz düşünmek
değerlerle düşünmektir; edebiyat yapmaktır, gaz vermektir. Neredeyse günümüzde
tüm televizyonları dolaşıp İslâm medeniyeti üzerine konuşan pek çok isim Nesefî
Akâidi'ni okuyup anlayamaz[12].
İslâm’ın hiçbir temel metnini okumamış; İslâm medeniyetinin en temel
kavramlarının tarihsel tecrübesinden bihaber; ama İslâm üzerine ahkâm kesip duruyorlar.
Ama nasıl bir cehalet hatta cehâlette nasıl bir kemâl mertebesi; açıkçası ben
anlamadım; anlamıyorum, anlamayacağım da... Tüm bunlara ihtiyaç var mı, yani edebiyata,
gaza? Var! Ama yerinde, zamanında olmak kaydıyla... Ancak tüm bir İslâm
medeniyeti, düşüncesi, sanatı, artık her ne ise, bu şekilde anlatılmaz ki...
Katmanları, makamları, aşamaları birbirine karıştırmamak gerek; bir makamda
geçerli olan diğerinde bir anlam ifade etmeyebilir. Yukarıda bu olmaz; aşağıda
olur.
İkinci olarak; "niçinsiz
nasıl" ise, kuru bir gürültüdür; boş bir inançtır; yüktür, insanı
yorar... Öyleyse bu ikisini, yani nasıl
ile niçini birlikte düşünmek, bir
araya getirmek gerekiyor. Şöyle de diyebiliriz; Söz gereklidir ama yeterli
değildir. O söze bir mananın eşlik etmesi lazım... Çünkü amaç, kasıt,
hedef yoksa insanda, tüm nasıllı açıklamalarımız; biran evvel kurtulmamız
gereken yükler haline dönüşürler, bizi çok yorarlar. Anlamın eşlik etmediği bir
söz yığını, hafızamızı da yutar, aklımızı da... İşte bir sözün, yargının
nedenini düşünmek, nasıl ve niçinini birlikte düşünmektir; ikisini birlikte...
Entelektüel uğraşısı olan arkadaşlarsınız, bilgiyle uğraşıyorsunuz; bu ısrardan
vazgeçmeyiniz. Karşınızdaki insanın yaptığı diskurları, söylemleri hemen bu iki
kategoriye göre kıyaslayın; “nasıl?” ve “niçin?” Niye? Yanlış
anlaşılmama için şu noktayı vurgulamak isterim: Kişilerin şahsî kanaatlerine,
tercihlerine müdahale edelim demiyorum; ancak bir fikri benimle paylaşıyorsan,
bunu bana açıklaman lazım. Nübüvvet bitmiştir; biz buna inanıyoruz; dolayısıyla
bundan sonra tüm diskurlar, söylemler istidlâlî olmak zorundadır;
temellendirilmek zorundadır. Temellendirilmeyen bir düşünceye, bireysel olarak
mensubiyet duyabilirsiniz tabi ki; siz, bir rüyanıza göre de amel
edebilirsiniz; buna saygı duyarım. Bir tarikat tecrübesini, bir tasavvuf
tecrübesini de paylaşabilirsiniz; bu da saygıyı hak eder[13].
Ama kamuyu bunlarla
yönetemezsiniz; insanları bunlarla yönlendiremezsiniz. Bilgi açısından
bakıyorsak dinî bilgi, istidlâlî bilgidir, paylaşılabilirdir...; tersi durumda
teklif edilemez... Mesela, kelâm, fıkıh, vb. ilimlerin ürettiği bilgi
istidlâlîdir; temellendirilmiş bilgidir.
Bilginin kamusal
olması, paylaşılabilir olması için asgarî şart îfâde ve istifâde edilebilir özelliklerini
göstermesi gerek... İşte ifade ve istifadeye konu olabilecek bilgi nedenli
bilgidir; nedenlenmiş bilgidir... Nedenli bilgiye sahip olmayan, bu tarz
düşünceye alışık olmayan insanlar, kolay kandırılırlar. Dikkat ediniz, Türkiye’deki dinî
hareketlerdeki mensuplar niçin büyük oranda dinî bilgiden habersizdirler?
Evet! Bu büyük oranda böyledir.
İlâhîyat mezunu ya da
sosyal bilimci varsa o dinî harekette; zaten, yönetici ekip arasındadır. Niye?
Çünkü bir tabib, bir mühendis, vb... dinî bilgilerin nedenlerini bilemediği
için değerler üzerinden manipülasyona çok açık olur. Öyle değil mi? İsim
vermeye gerek yok; çünkü bu tespitler zaten önümüzde öylece duruyorlar.
"25 bin süvari yola çıktı." cümlesi öyle
basit bir cümle değil... İşte ne düşündüğümüz (nisbet), ne de hesap yaptığımız
(hisbet) için açıklamalarımız ve çözümlemelerimiz, dolayısıyla bilmemiz sorunlu
oluyor; olup biteni anlayamıyor ve anlamlandıramıyoruz... 25 bin süvari ile
nerden nereye gidiyorsun?
Soru: 25
bin süvari ile askerî bir düzende nasıl yürünülür? Nasıl bir dağılım
gösterilir? Kaç kilometreye yayılır süvariler? Günde kaç kilometre yol
alabilirler ya da almaları gerekir? Levazımı, donanımı nasıl sağlanır; nasıl
yerler; nasıl uyurlar; vb... hiç hesapladık mı, hiç düşündük mü?
Yok! Eskiler delilsiz
ilmî konuşma iddiasına hikâye derlerdi. Ben de bu tür maddî kültürden
ayıklanmış, salt değerlere indirgenmiş tarih anlatısına dıgıdık tarih diyorum.
Maddî kültürün ihmâl
edilip her şeyin manevî değişkenlere indirilmesine tarihî bir örnek vereyim...
İstanbul fethediliyor; 21 yaşında bir insan başında; ne kadar zeki olursa
olsun; genç ve heyecanlı. Türk tarihinin en dâhi sultanı Fatih’tir, filozoftur;
filozof sultandır. Siyasette öyle sultan filozof zor olur hani... Türklerde en
azından benim tanıdığım, bildiğim tek filozof sultan, Fatih'tir; bu nedenle
tarihî bilincimiz için hâlâ önemlidir; merkezîdir. Dedik ya, 21 yaşında genç
bir insan; tüm zekâsına ve donanımına rağmen heyecanlı... Fetih'ten sonra bir
söylenti: “İstanbul’un fethi, Akşemseddin olmasaydı, Şeyh Ubeydullah Ahrâr,
Türkistan’dan 50 bin müridini göndermeseydi mümkün olmazdı.”
Maddî anlamda böyle
bir şey yok elbette; manevî anlamda olabilir; ancak böyle konuşulup
duruluyor... Genç ve heyecanlı Fatih'in kanına dokunuyor bu söylentiler; ayrıca
daha sonraki fetihleri için de asker arasında sıkıntı yaratabilir bu tür
söylentiler... Çağırıyor hocası Akşemseddin’i, çekiyor kılıcını dayıyor
boğazına: “Hocam, bu kılıcın hiç mi hakkı yok, Allah aşkına?” diyor.
Biliyorsunuz, Akşemseddin sürgünde ölmüştür; İstanbul’a girmesi yasaktı; onun
suçu olmayabilir bu söylenti; ancak bakınız genç bir sultan buna tahammül
edemiyor.
Nitekim Fatih, dönemin
önemli âlimlerinden Musannifek'e konuyla ilgili bir metin yazdırıyor[14]. İmdi;
maddenin, maddî kültürün bu kadar ihmal edildiği bir İslâm tarihi tasavvuru
olabilir mi? Öyle bir hale geldik ki, savaşa çıksak şöyle plan yapacağız
arkadaşlar: Ortada beş, on tane adam; sağ kanatta şühedâ; sol kanatta evliya;
yukarıda da melâike...[15]
Hiç bir genelkurmay
böyle bir savaş planı yapar mı? Bana İslam medeniyetinde vuku bulan böyle bir
savaş gösteriniz; melekleri, şehitleri ve velileri hesaba katan... Ama bizim şu
andaki tarih tasavvurumuz ve iş yapma tarzımız tamamen bu mantıkla yürüyor.
Elbette her asker
ölüme bir melekle gider; çünkü ancak maddenin bittiği yerde, mana başlar;
nitekim “el duası bitmeden, dil duası kuru bir gürültüdür” diyor kudema[16]... Biz
peygamberden daha mı sevgiliyiz? Peygamber niye savaştı; niye dişi kırıldı;
niye aç kaldı?
O kadar ahmaklık
yapıyoruz ki, farkında olmadan kendimizi peygamberden üstün görüyoruz; elbette
böyle düşünerek, davranarak... Bu nedenle siyeri, tekrar felsefî bir
çözümlemesini yaparak okutmamız gerekiyor. Mademki, örneğimiz Hz. Peygamber;
hiç haberimiz yok; dıgıdık tarihin bir parçası oldu Hz. Peygamber...
İsmini vermeyeceğim;
hepinizin tanıdığı bir hocamız; gençliğinde dinle de arası pek iyi değil;
dönemin ideolojileri ile hemhâl... Başına bir iş geliyor Yurt dışında iken...
Kendisi için çok önemli... Dine dönmeye karar veriyor; ama içinde yetiştiği
kültür nedeniyle İsa mı olsun, Muhammed mi olsun şeklinde bir ikircikliğe, bir
çatala düşüyor. Kendisi anlattı bunu bana... Tabi iyi bir eğitim aldığı için
oturuyor, önce Hz. İsa’nın hayat hikâyesini okuyor; sonra Hz.
Peygamber’inkini... Ve en nihayetinde Hz. Peygamber’i tercih ediyor. Kendisine,
“Niçin?” diye sordum.
- “Çünkü Hz. İsa ortada yok; çok
efsânevî... Ama Hz. Muhammed'in ise neredeyse kaç zeytin yediği bile belli; gülüyor;
ağlıyor. En çok etkilendiğim hâdise de Hz. Âişe ile yaptığı bir kavgadan sonra,
çatıya çıkıp ağlamasıdır.” Kendisine dedim ki,
- “Hocam, bu olayın neresi etkiledi
sizi?” Cevap verdi:
- “İnsan olması; insan gibi
davranması...”
Evet arkadaşlar!
İnsanız hepimiz; Hz. Peygamber de insan... Maalesef hocalarımızı, şeyhlerimizi,
alimlerimizi insanlıktan çıkartıyoruz; öyle bir İslâm âlimi anlatımı var ki,
insan korkuyor...: “Ben böyle olamam ki, bunlar doğuştan mucize sahibi.”
Bu doğru değil. Emin
olun hepsi insan... İş yaparken de maddeyi dikkate almıyoruz. Hâlbuki tarihteki
hiçbir başarı maddesiz kazanılmadı. Elbette tek başına madde ile de iş yaparsak
–manası olmayan madde ile- ortaya Cengizvârî işler çıkar; yıkıcı, insafsız,
kıyıcı bir güç... Netice madde ile manayı birlikte düşünmemiz lazım. Zaten,
nedenini düşünmekteki nasıl maddeye, niçin de manaya karşılık gelir. Gerçekten,
“niçin,
nasıl?” sorusundan kaçıyoruz?
Madde ile uğraşmak
istemediğimiz için; çok zor o... “Nasıl inşaat yapılır?” bilmek gerek...;
bilmekten kaçıyoruz. Bilmeden inşaat yapılır mı? Bizimkilere göre yapılır;
manevî olarak yapılıyormuş... Hep örnek veriyorum; çünkü hayretler içinde
dinlemiştim. Zamanında muhâfazakâr bir TV kanalında, bizim dünyadan da haberi
olmayan bir adam, Süleymaniye Camii'ni anlatıyor. Süleymaniye Camii öyle
hesapla-mesapla yapılmamış... Mimar Sinan onu manevî olarak yapmış. Biz gönül
medeniyetiymişiz; Batı akıl medeniyeti; biz manevî imişiz; onlar maddî... Bu
sahte ahkâmlara bayılıyorum... Matematik-hesap, misâha, menâzır[17]; öyle
şey mi olur..? Hepsi vicdanî... Hop Süleymaniye..!
Hemşerilerim
duymasınlar; maneviyatları da çok fazladır; devamlı inşaat yapar dururlar....
Mimar Sinan’ın okuduğu matematik kitaplarını inceledin mi? Has mimar odasında
nasıl mimar oluyor bunlar; hangi kitapları okuyorlar? Ne tür bir eğitimden
geçiyorlar; bunları inceledin mi?
Peki! Niçin bu adamı
çıkartıyorlar? Yük yüklemediği, düşündürtmediği; tersine rahatlattığı için...
Çözüm kolay; biz manevî bir medeniyetiz; bundan daha büyük bir makam olur mu?
Madde ile gâvurlar uğraşsın... Peki, niye merhum Turgut Cansever’i
çıkartmıyorsun -ki, o zaman sağdı kendileri-; güzel bir anlatsın. İşte o zaman
yorulmak gerekiyor; gece rahat uyutmaz; iş ve emek talep eder onun anlattıkları
da onun için...
Söylemek zâiddir[18] ki,
elbette mana olmadan da Süleymaniye’deki o taşlar, o anlamı kazanmaz; o terkibe
bürünemez... Kısaca madde ile mana birlikte düşünülmesi gereken, birbirini
tamamlayan iki temel değişkendir... Emin olunuz madde ile mana birlikteliği,
akl-i selimi verir arkadaşlar. Çünkü maddeden bihaber insan çok çabuk uçar;
mistisizme[19], Hintvari bir mistisizme
bulaşır; sırf madde ile yetinen insansa çok kaba ve kırıcı olur; ikisini
birlikte dikkate almak gerekiyor...
Hayat, mecaz ve kinaye
değildir. Dini öyle bir şeye dönüştürdük ki, mecaz ve kinayelerden oluşuyor;
hakikat yok. Dolayısıyla hiçbir eylemimizde, hiçbir sözümüzde mutabakat
ilelebet sağlanamıyor; tazammunlarla ve intizamlarla iş görüyoruz[20];
elbette mantık terimleriyle konuşuyorum demek istediklerimi vurgulamak için... Hâlbuki
hayat çok somuttur; çok serttir. Sen hayal görürken, kafana indirirler; ne
olduğunu anlamazsın... Hep anlatırım;
Sinan Paşa, Fatih’in
hocası ve veziri; biliyorsunuz çok zeki bir adam. 18 yaşında müderris olmuş.
İstanbul kadısı olan âlim Hızır Bey’in oğlu... Bir gün babasıyla yemek
yiyorlar; düşünceli ve durgun... Diyor ki, Hızır Bey:
- “Oğlum, hayırdır.”
- “Baba, her şeyden şüphe ediyorum.
Şu tencere var mı, yok mu; ondan bile emin değilim.”
Alıyor Hızır Bey
tencereyi, "Sen şüphelenmeye devam et" diyerek, Sinan Paşa'nın
kafasına indiriyor...
Arkadaşlar, şüphe
entelektüel bir tavırdır. Günlük hayatta “ben bundan şüphe ediyorum” dersen;
o şeyi kafana indirirler; görürsün. Mecaz ve kinaye ile hayat yaşanmaz; hayat,
oldukça hakikattir. Abarttığımı düşünüyorsunuz, belki?
Yurtdışında
Türkistanlı asil ailelerin çocuklarıyla bir şekilde karşılaştım. Buhara
Emiri'nin torunu mesela... Mısır’da, Kâhire'de... Elbette oldukça büyüktü
bizden; ağabeyimizdi. Gördüm ki, hepsi tasavvuftan nefret ediyor; yani,
anlatılır bir şey değil. Niye? Çünkü Orta Asya’da Timurlular'dan sonra birleşik
bir İslam devletinin kurulmaması tarikatlar yüzündendir. Bu tespitle de
hesaplaşılması gerekiyor elbette. Bu nedenle Fatih, İstanbul’u fethettiğinde
tarikatların ellerindeki arazilere el koydu. Niçin? Çünkü vakıf arazileri
sözleşmesi fıkhî olarak farklı olduğundan dolayı, vâkıf senedine muhâlif bir
eylemde bulunamaz, toprağa el koyamazsınız; bu da arazileri bir araya getirip birleşik
bir devlet kuramazsınız demektir.
Tasavvufa karşı bu
soğukluğun en önemli nedenlerinden biri de Çarlık Rusya'sının Türkistan'ın
işgali esnasında yaşananlar... Gerçekten tasavvuf uzun tarihî süreci içinde bir
ayıklık olma özelliğini kaybetmiş, spritüel bir materyalizme dönüşmüştür; yani
bir tür Hint mistisizmine...
Anlatılanlara göre,
Ruslar, Türkistan'daki hanlıkları teker teker ele geçirip Buhara’yı kuşatır;
Çarlık ordusu karşı saldırı beklerken Buharalılar semaverlerini alıp, surlara
çıkarlar. Semaver, Rusça biliyorsunuz[21];
onların icadı yani... Herkesin elinde bir semaver. Ruslar uzaktan
gözetliyorlar, diyorlar ki, “Allah, Allah bu semaver; ama silaha mı
dönüştürdüler bunu?” Üç gün saldırmıyorlar.
Halbuki bizimkilerin
düşüncesi ise şöyle: “Bu şehir âlim ve veli yatağı; keferenin
buraya girmesine müsaade etmezler.. Hepsini ezer-geçerler; kim girebilir ki
buraya?” Hakikatten kopmuş, mecaz ve kinaye içinde yaşıyorlar.
Ruslar üç gün sonra
bir saldırıyor, şehir düşüyor. Bu olayı bizzat Kâhire'de o kişilerden dinledim
arkadaşlar... Öteden beriden duyma bir hikâye değil. Bizimkiler hala; “Bir
şey yapmadılar çünkü Rusları şehrin içine çekti veliler; âlimler... Şehrin
içinde icaplarına bakacaklar..." diye bekliyorlar. Üçüncü gün bir
Rus subayı şehirde gezerken atı sürçüyor; düşüyor ve ölüyor. Hemen yayılıyor: “Efendiler
harekete geçti!...”
Rus komutan Buhara’nın
en önemli türbesini tuvalet yapıp; her Buharalının sabah ve akşam bir kere
burada def-i hacet yapmasını zorunlu kılıyor. İşte hakikatten, gerçeklikten
koparsan başına bu gelir.
Bir kültürün, bir
dinin, bir medeniyetin hakikati yoksa, zaten mecazının ve kinayesinin de bir
anlamı yoktur; olamaz çünkü. Bir kelimeniz vardır, bunun bir hakikati vardır,
bir mutabakatı vardır; o ad size bir kinaye ve mecaz imkânı verir. O elden
gittiyse zaten ona ilişkin mecaz ve kinayenin de bir anlamı yoktur...
Bizim hakikatimiz çok
zayıf; gerçeklikle temasımız yok. Din dilimizde, her türlü yapıp etmemizde,
mecaz ve kinayelerle çok iş görüyoruz. Hocalarımızla konuşuyoruz,
büyüklerimizle konuşuyoruz; dünyadan haberleri yok... Değerlere dayalı basit
izahlarla her şeyi çözdüklerini düşünüyorlar... Örnek olarak: “Deprem
oldu; çünkü günah işledik...” Venüs’te, Mars'ta her gün deprem oluyor;
günah işleyen mi var orada. Allah aşkına; hiç mi kelam kitabı okumuyorsunuz;
oradaki husn-kubh bölümünü incelemiyorsunuz[22].
Diyorum ya "Biz geçmişinden bile geri kalmış bir milletiz..."
diye... İşte bunu kast ediyorum...
Neticede bir iş
yaparken, bu iş için gerekli olan asgarî maddî zemin nedir? Ne türlü bir
faaliyet olursa olsun, bunun maddî zemini nedir; buna dikkat etmek gerekir.
Hayal iyidir; ama Aliya’nın dediği gibi, “Ancak tembel insanlar, hayalleriyle
yaşarlar. Çalışkan insan, ayrıca hayalini tahkik etmek, gerçekleştirmek için
yola çıkar". Biz ise sadece hayal kuruyoruz; tahkik yok. Her zaman
dediğim gibi, tembel defnedilemeyen bir ölüdür.
Temel çok yaşlanmış;
dua ederken demiş ki:
- “Ya
Rabbi, hiç görmedin beni; bu kadar ömür sürdük; süründük, durduk.”
Gökyüzünden bir ses:
Gökyüzünden bir ses:
- “Çantayla mı gönderecektik.”
Yani bir vesile olması
lazım, Cenâb-ı Hakk’ın bize rahmetini göndermesi için.
İnsanlarımız o kadar
densiz ve terbiyesiz ki; “Dua ettim, icabet olmadı; çalıştım karşılık
verilmedi.” diyor. Bir radyoyu dinlemek için bile, o radyoyu frekansına
getirmek lazım. Frekansında değilse, o radyoyu dinleyemezsin. Sen, Cenâb-ı
Hakk’ın rahmetinin frekansında mısın? Bilginin menzilinde misin? Bir şöyle
frekansa gir bakalım... Adam, X-FM’i (100.2’den) dinlemek istiyor; ama 175’i
açıyorsa ses gelir mi? Frekans çok önemlidir. Çok değişkenli, parametrik
düşünmemiz lazım; hayat böyledir.
Çok değişken var;
siyasî, iktisâdî, askerî, ticârî, ilmî, fennî, dinî, nefsî, kısaca pek çok
değişken var; binlerce maddî ve manevî değişken mevcut... Tekdüze, “İlerleyelim,
başaracağız; yola çıkalım, kervan yolda düzülür; marş yürürken bestelenir...”
gibi cümlelerle iş yapanlara dikkat etmekte fayda var. Din dilini, hatta teklif
dilini sadece değerler üzerinden kuran, “nasıl?”ı vermeyen; ya da sadece "niçin?"
üzerinden konuşan insanlara çok dikkat etmek gerekiyor, etmekte fayda var.
Müslümanın firâseti/ferâseti[23] güçlü
olacak, olmalı...
Feraset; tefekkür,
akıl kemale erdikten sonra ortaya çıkar; bunu anlamamız lazım. Feraset, basit
bir hadise değildir; aklı tükettikten sonra ortaya çıkar; adam hiç aklını
kullanmamış, feraset sahibi olduğunu iddia ediyor ki, bu mümkün değil. Böyle
davrananlara dikkat edilmesi gerekiyor.
Şimdi, başlığımızdaki üçüncü maddeye gelebiliriz yani süreklilik…
Âmentumüzün bedelini
ödedik; temsil ve teklif sahibi olduk; nedenleyerek düşündük; düşünürken de
madde ve manayı birlikte dikkate aldık... Peki, tüm bu süreci nasıl
kotaracağız; nasıl yol ve yön vereceğiz. Uzatmadan biz bugün geçmişimizle,
bugünümüzle ve geleceğimizle nasıl bir iletişim, ilişki kuracağız. Ben bunu “süreklilik”
kavramıyla açıklamaya çalışıyorum...
Yani tarih dediğimiz
hadise, yaşam dediğimiz hadise, tek başına ne geçmiştir, ne şimdidir, ne de
gelecektir; bir sürekliliktir. Geçmiş, şimdi ve gelecek, bizim olgu ve olayları
ifade etmek için belirli bir referans noktasına göre geliştirdiğimiz koordinatlardır.
Bunların hiçbir gerçek/reel değeri yoktur esas itibarıyla.
Şimdi demek
isteyeceklerimi -vakit darlığı nedeniyle- bir benzetmeyle anlatmaya çalışayım:
Her insan, hem birey olarak hem kültür olarak hem de medeniyet ölçeğinde
belirli bir anlam-değer dizgesi içinde yaşar. Bunu bir gemi olarak kabul
edebilirsiniz. Şöyle bir örnek veriyorum derslerde: İnsanı –gözlerini kapattırıyorum arkadaşlara- gökyüzünden yeryüzüne
indirilmiş bir varlık gibi düşünün...; yeryüzünü de Okyanus olarak kabul
edin... Bu Okyanus’ta varlığımızı sürdürebilmemiz için basit de olsa bir tahta
parçasına, bir kanoya, bir kayığa, bir gemiye ihtiyacımız var. Basit kültürleri
kano; gelişmiş kültürleri büyük gelişmiş gemiler olarak kabul edin; ama her
kültür ve medeniyetin gelişmişlik seviyesi ne olursa olsun, asgarî metafizik
dediğimiz hep bir sert zemini vardır. Hiçbir medeniyet, asgarî metafizikten
bağımsız değildir. Şu tür iddialar yalandır: Mutlak özgürlük; serbestiyet,
vb... Her medeniyet, kültür bir öncekini tahrip etmek için böyle bir iddiada
bulunur; ancak kendi ilkelerini yerleştirene kadar... Hiçbir medeniyet –bilim
felsefesinde de böyledir - hatta hiçbir bilim teorisi, kendisinin teorisini
ispatlayamaz. “Tamamlanmamışlık özelliği” diyoruz buna... Yani, “Tüm bilgilerimizin
kaynağı deneydir” cümlesi, deneysel değildir en azından... Bu, asgarî metafizik
bir kabuldür...
İslam’ın da umdeleri
vardır; kimse bizden, onlardan taviz vermemizi beklemesin. Aksiyomatik dizgede,
umdelerde özgürlük olmaz... O zaman, zaten Müslüman olmazsın; kimse zorlamıyor
ki... Akdini yaptıktan, sözleşmeye imza attıktan sonra; o sözleşmenin gereğini
kabul edeceksin. İslam’ın asgarî metafiziği ihmal edilerek, Müslüman kalınamaz.
Kapitalizmin de asgarî metafiziği ihmâl edilerek kapitalist kalınamaz; kapitalizmin
temel ilkeleri ihmal edildiğinde, doğal olarak sonuç kapitalizm değildir
artık... İşte bu durumu bir gemiye benzetebilirsiniz. Şimdi, gemi yol alıyor;
hareket hâlinde kısaca; nasıl bir üslup takip etmemiz lazım? Biraz önce
söylediğim gibi, gemiyi mümkün kılan ilkelerdir.
- “Taşları şöyle koy,
böyle koy...”
Kubilay diyor ki:
-“Demek ki, taşsız
olmuyor bu iş.”
Marco Polo;
- “Taşsız olmuyor; ama
kemer de önemli.”
Kubilay da;
-“Öyleyse bana
sabahtan beri niye taşı anlatıyorsun; kemeri anlatsana?” diyor.
Marco Polo;
- “Ama efendim, taş
olmadan da kemeri yapamayız” diye cevap veriyor...
Kubilay bir türlü
anlamıyor; çünkü hayatında görmemiş kemer köprüyü. Şimdi benim anlattığım da
tam bu; taş mı, kemer mi? İkisi birlikte...
Kemer, oradaki ide,
fikir; bizim inanç ilkelerimiz, umdelerimizdir. Kemer idesi olmadan taşları
nasıl düzene koyacaksınız, değil mi? Mana, bir maddenin içinde varlığa gelir;
madde onu sınırlandırır; mana da düzene koyar; taşına göre köprü yaparsın
kısaca.
Sudan heykel olmaz
mesela... Sûret ile madde ilişkisi diyoruz kısaca buna... Şimdi, içinde
yaşadığımız gemimizin 1500 yıllık bir tarihi var. Başka bir deyişle itikadımızın
1500 yıllık bir tecrübesi mevcut; bu tecrübeyi ihmal edemeyiz.
Modernistlerin en
büyük hatası, Âmentumüzün tarihsel tecrübesini ihmal etmeleridir. “Doğrudan
doğruya Kur'an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı...”
Bunlar hikâyedir; Kur'an-i Kerîm üzerine rahat operasyon yapma arzusunun bir
sonucudur. Sen bunu yaparken bugünkü kültürünü, bugünkü birikimini oraya boca
edeceksin; doğal olarak... Bunu kim denetleyecek? Dolayısıyla, Âmentumüzün 1500
yıllık bir tecrübesi var. Bu nedenle gemiyi terk edemeyiz; terk edersek başka
bir kültürün yanaşması ve sığıntısı oluruz.
Ne demiştik?
Okyanus'ta yaşayamayız ki, gemisiz. Gemiden vazgeçmemiz mümkün ama; satarız.
Bizim şu anda Türkiye’de özellikle bir kısım Osmanlı münevverinin ve Cumhuriyet
aydının yaptığı gibi..; bu gemiyi satıp, başka bir gemiye binmek mümkün. Öyle
değil mi? Ama böyle yaparak başka bir kültürün çanak yalayıcısı haline geliriz.
Sığıntı ve yanaşma oluruz...
Öyleyse birinci şık
geçersiz; gemiyi terk edemeyiz. İkinci şık olarak gemiyi limana da çekemeyiz;
çünkü yoldayız, hayat bir süreç, akıyor; çekersek o zaman geçmişte kalırız.
Şimdi İslam coğrafyasındaki bazı yaklaşımların, hayal dünyasında yaşayanların
durumu bu; gemiyi çektiler, oturuyorlar orada... Mutlular; ama kuruyacak bir
göl gibidir o tavır; kuruyup, çürüyüp gidersiniz. Türkiye’de de var bazı yapılar
böyle; kılıkları, kıyafetleri... Emin olunuz, bu tür yaklaşımlar destekleniyor;
çünkü onların toplumsal hayatın hiç bir unsuruna müdahale derdi de yok, imkânı
da yok.
Fransızlar Kuzey
Afrika’yı işgal ettiklerinde üç türlü yaklaşım gösteriyorlar:
Ø Bilinçsiz bir şekilde kendileriyle savaşanları destekliyorlar. Niçin? Çünkü
onları öldürmek için gerekçe elde etmiş oluyorlar ve neticede kolayca
öldürüyorlar... Çünkü karşılarındakilerde Fransız lejyonerlerinin silahları yok
ki, tersine Fransızlara kılıçlarla saldırıyorlar ya da doldurmalı tüfeklerle...
Fransızlar da kendileriyle bilinçsiz savaş yapmak isteyenleri destekliyorlar;
çünkü yok etme imkânı ve bahanesi sağlıyorlar.
Ø “Biz kendi dünyamızda yaşayalım...; boş verin Fransızları..." diyenleri de
destekliyorlar; çünkü onlar da birer kanalizasyon teşkilatı gibi, toplumdaki
istisnai kişileri orada topluyor ve kontrollerini mümkün kılıyor.
Ø Üçüncü bir grup, “Bu gâvurlar ne yapıyor; nasıl bu hale
geldiler, niye bizi yendiler; biz de onların dillerini öğrenelim”
diyenleri de öldürüyorlar. Çünkü bilinçli; oturmasını kalkmasını bilen insana, “Hoşt!”
diyemezsin... Adam diyor ki, “Ben bunu bir tanıyayım; ona göre
davranayım.” Bu tip düşünen ve eyleyen kişileri öldürüyorlar. Niçin?
Çünkü bunların eylemine bilinç eşlik edecek; bilinç eşlik etti mi, artık
karşıdakinin işi zor... Gemiyi limana çekmek çok kolay bir yol; fakat çözüm
değil dedik.
Öyleyse üçüncü şık
olarak gemiyi olduğu gibi de muhafaza edemeyiz; çünkü karşımızdaki adam yapmış
gemiyi; hızla ilerliyor. Mevcut gemi bizi taşımıyor artık; yükü taşımıyor
kısaca... Karşıdaki gemi ise hızla ilerliyor.
Mevcut gemiye
küfretmeye gerek yok; seni 1500 yıldır taşıdı bu gemi... Karşıdakinin gemisi
yepyeni; seninkinde bir sorun yok... Gemiyi hızlıca geliştirmek, yenilemek de
mümkün değil; tarihsel olarak en azından... Çünkü büyük ölçekli bir
değiştirmede bütünlüğü kaybedebilir ve suya düşersiniz zaten... Öyleyse ne
yapacağız: “Süreklilik ile değiştirmeyi” birlikte ele alacağız.
Çizgi filmlerde vardır
ya; büyücü yürürken, adım atarken köprü oluşur; bunun gibi bir şey. Bu şu
demek, tarihsel yolculuğunuzu sürdürürken gemiyi sürekli yenilemek
zorundasınız. Yol alırken onarmak, adım atarken köprü inşa etmek; bu ancak,
hayatı bir süreç, bir örüntü kabul etmekle mümkündür.
Tekrarda fayda var: Âmentumüzün
1500 yıllık tecrübesine saygı göstermek zorundayız. Modernistler gibi tahkir
edemeyiz bu tecrübeyi. En azından oradaki gayrete saygı göstermek zorundayız.
Müslümanlar çok
çeşitli coğrafyalarda, çok değişik kültürlerle yüzleştiler, hesaplaştılar,
büyük inşalarda bulundular; felsefî, kelamî, tasavvufî, irfanî, fıkhî... Bunu
nasıl başardılar? Bu soru üzerinde düşünmeyi hak ediyor... Gelenekselcilerin
yaptığı gibi tersi de doğru değil, yani geçmişi takdir ederken ölçüyü kaçırıp
takdis etmek; mevcut, içinde yaşadığımız gerçekliği görmemek... Kanaatimce
hayatı bir süreç, bir örüntü kabul etmek, aslında insan merkezli düşünmek
demektir; yani, hayatı bir bütün olarak idrak etmek... İnsanı merkeze alırsak,
insan merkezli düşünürsek -bunun herhangi bir sıfatını (Müslüman vs.) dikkate
almazsak- hayatın bu sürekliliğini idrâk etmiş oluruz. Bu da bizi ayık kılar;
tetikte tutar...
Yeri gelmişken bir
meseleye daha değinmek istiyorum; günümüzde müşahede ettiğim bir mesele... Müslüman
entelektüeller, akademisyenler meseleleri kendi uzmanlık alanlarından hareketle
çözeceklerini düşünüyorlar. Şu anda ciddi bir körleşme var; uzmanlık iyidir;
ama yerleşik medeniyetlerde iyidir.
Amerika’da uzman olmak
çok önemlidir; o uzman, o yapı içinde bir fonksiyon icra edip bir anlam
kazanır. Bizim, kendimize ait bütüncül bir yapımız yok zaten; ayrıca öyle bir
mekanizmamız da yok henüz... Tüm bunlara rağmen arkadaşlar kalkıyor; fıkıh
uzmanı, “bizi sadece fıkıh kurtaracak” diyor; diğeri kalkıyor, “hayır,
yalnızca tasavvuf kurtaracak” diye sesleniyor. Ya da kişiler üzerinden
gidiliyor: “Gazalî, İbn Rüşd İbn Arabî ya da İbn Teymiyye...”.
Bu tür yaklaşımlar
doğru değil; kolaycılık ve kendini meşgule etmek, sahici iş yapmamak bunlar...
Uzmanlık, evet gereklidir; ama uzmanlık üzerinden bir fikir inşası tek başına
yeterli değildir. Sen fikrini ortaya koy; fakat kültür ve medeniyet çok
değişkenli bir yapıdır. Çok değişkenli parametrik düşünme dediğim bu; çünkü
insan sadece itikad, fıkıh, ilim ya da irfan değildir.
Biz, inanan, düşünen,
bilen, beğenen; birçok etkinliği olan bir var-olanız... Kültür üretirken,
medeniyet kurarken tüm bu etkinlikleri dikkate alan yapılar geliştirmemiz
gerekir. Kendi hissiyatımıza göre bir hayat görüşü kuramayız; bu doğru değil;
kursak da bu bizi bağlar; kamusal alanı belirleyemez... Çünkü kamusal alan
ayrıca fikriyatta ister...
Şimdi özetliyorum; son
cümlelerimi söyleyeceğim... Henry Kissinger diyor ki, –bilirsiniz, İblisin
yeryüzündeki tecessüm etmiş hallerinden biridir- :
-İki tür dünya görüşü
vardır: Birinci tür dünya görüşü, Newton'cu dünya görüşüdür; ikincisi,
Newton'cu olmayan dünya görüşüdür. Newton'cu hayat görüşünün ilkesi, gerçekliği
dış dünyada var sayar ve onu gözler; ölçer, biçer, kayıt tutar; sınıflandırır,
vb... Dolayısıyla bu ölçüm işi ne kadar dakikse, ne kadar gelişmişse;
gerçekliği o kadar bilir ve kontrol eder. İkinci hayat görüşü ise gerçekliği,
insanın içinde var sayar ve orada derinleşir; rafine hale gelir; ama dış
dünyayı ihmal eder.
Bu, neye benziyor,
biliyor musunuz? İskender Hindistan’a vardığı zaman meditasyon yapan Hintli
bilgeleri görüyor; müthiş bir manzara, dizilmiş büyük bir öbek sessiz adam;
teemmül halindeler...
Soruyor:
- “Ne yapıyorsunuz?”
Çok ilginç bir cevap
veriyorlar:
- “Kendimizi fethediyoruz.”
Bilgelerin başındaki
kişi de İskender'e sorar:
- “Sen ne yapıyorsun?”
İskender gülerek yanıtlar:
- “Ben de Dünya'yı fethediyorum.”
Newton'cu düşünce
dünyayı fethetme işidir; Newton'cu olmayan düşünce ise kişinin, kendini
fethidir. İşte arkadaşlar, bizim, İslâm'ın rolü de tam burada ortaya çıkıyor:
İslam, bu ikisini
birlikte iddia ettiği için -kanaatimce- çok biriciktir. Günümüzde Müslümanların
bir kısmı dünyayı fetihle meşgul; bir kısmı kendini fethetmekle... Ben de
diyorum ki, dünya ile kendi aranda bu kadar keskin bir ayrım yapma. Sen bu
dünyanın bir parçasısın, dünya da senin bir parçan; sensiz dünya olmaz, dünya
da sensiz olmaz; kısaca sen biraz dünyasın, dünya da biraz sen... Dolayısıyla
fetih hareketini çift yönlü yapmak zorundayız. Hem kendimizi fethetmeliyiz ki,
tahkik-i zât diyoruz; hem de dünyayı...
Örnek, Hz. Peygamber,
sahabeler... Bu insanlar niçin dünyayı feth etmeye kalkıştılar? Niçin sadece
kendilerini fethetmekle meşgul olmadılar? Ancak kendilerini fethetmeden de
yeryüzüne yayılmadılar... Çünkü kendini fethetmeden dünyayı fethetmeye kalkışan
bir insanın yapacağı şey, yıkımdır; anlatabiliyor muyum? Öyle olursan, İskender
gibi olursun, Moğollar gibi olursun; bugünküler gibi olursun. Dolayısıyla illa
feth edeceksek, çift yönlü yapalım, hem kendimizi fethedelim hem de dünyayı...
Kanaatimce İslâm budur.
KAYNAK:
İhsan Fazlıoğlu, İLEM (İlmî Etüdler
Derneği Yaz Okulu Açılış Dersi): “ Âmentu’nün Bedelini Ödemek: Ne Yapmalı?
Bedel, Bakış ve Süreklilik” http://fazlioglu.blogspot.com/2018/05/ihsan-fazlioglu-amentunun-bedelini-odemek-ne-yapmali-bedel-bakis-ve-sureklilik-ilem-temmuz-acilis-dersi.html
TEŞEKKÜR:
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun İLEM açılış
dersini metin haline getiren Sayın Celal Sancar’a teşekkürü bir borç bilirim.
Av. Muharrem Balcı’ya da katkılarından dolayı
teşekkür ederim.
DİPNOTLAR
Hüsün (hüsn) “güzel olmak” anlamında masdar ve “güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey” anlamında isim olarak kullanılır (çoğulu mehâsin). Karşıtı olan kubuh ise (kubh) “çirkin olmak” ve “çirkinlik, nefret edilen şey” mânasında masdar-isimdir (çoğulu mekābih; Lisânü’l-ǾArab, “ĥsn”, “ķbĥ” md.leri). Râgıb el-İsfahânî hüsün kelimesini “güzel olan, rağbet edilen şey” diye tanımladıktan sonra bir şeye akıl, duygu (hevâ) veya duyu (his) yönünden olmak üzere üç şekilde güzellik değeri yüklenebileceğini, ancak halk dilinde hüsün kelimesinin genellikle göze hitap eden güzellik için kullanıldığını, buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kelimenin çoğunlukla kalp gözünün (basîret) güzel kabul ettiği şeyi ifade ettiğini belirtir. Buna göre hüsün günlük dilde estetik bir kavram, Kur’an dilinde bir ahlâk terimi olarak kullanılmaktadır. Aynı âlime göre hasenin zıddı olan kabîh ise “gözün beğenmediği maddî şeylerle duygusal olarak insanı rahatsız eden davranış ve haller” anlamına gelir; kabîh ile benzer bir anlam ifade eden seyyie ise nesneleri nitelemekten çok insanlar arasındaki ilişkilerin ahlâkî değerini belirtmek için kullanılır (el-Müfredât, “ĥsn”, “ķbĥ”, “svǿe” md.leri). İbnü’l-Cevzî Kur’an’da, güzelliğinde eksiklik bulunmayan şeylerin yanı sıra iyiliği kötülüğünden daha çok olan şeylere hasene, bunların karşıtına da seyyie denildiğini ve bu iki tabirin “tevhid-şirk, zafer-hezimet, bolluk-kıtlık, âfiyet-belâ, iyi söz-kötü söz, iyi iş-kötü iş” mânalarında kullanıldığını kaydeder (Nüzhetü’l-aǾyün, s. 259-260). Hüsün ve kubuh, İslâmî literatürde estetik anlamdan çok eylemlerin ahlâkî ve dinî değerini belirtir. Bu sebeple Türkçe’de “güzel” ve “çirkin” kelimeleri daha ziyade estetik değerleri ifade ettiğinden kelâm, ahlâk ve usûl-i fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu yerine göre “iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar” diye ifade etmek daha isabetli görünmektedir. Kaynak ve detaylar için Bkz: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c19/c190044.pdf
[1] ÂMENTÜ (آمنت): İslâm dininin iman esaslarını ana hatlarıyla ifade eden
terim. Arapça’da âmene (آمن) fiilinin birinci tekil şahsı olan ve “inandım” mânasına gelen
âmentü, Kur’an’da üç yerde, söz sahibinin imanını açıklarken kullandığı bir
ifade olarak geçer (bk. Yûnus 10/90; Yâsîn 36/25; eş-Şûrâ 42/15). Şûrâ
sûresinde doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e “âmentü” demesi emredilir. Buna
dayanarak âmentünün Kur’an’da yer alan bir terim olduğunu söylemek mümkündür.
“Âmentü billâhi ve
melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî
ve şerrihî mine’llahi teâlâ; ve’l-ba‘sü ba‘de’l-mevti hakk eşhedü en lâ ilâhe
illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh” = “Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan
olduğuna iman ettim. Ölümden sonra diriliş gerçektir. Allah’tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederim” şeklinde sıralanan ve
mü’menün bih olarak da adlandırılan itikadî esasların hepsi âmentü terimiyle
ifade edilir.
Âmentüde sıralanan ve Ehl-i
sünnet inancına bağlı herkesin kabul etmesi gereken bu iman esasları Kur’an’da
çeşitli ifadelerle yer almıştır. Bir yerde müminin vasıfları olarak Allah’a,
âhiret gününe, meleklere, kitaba (Kur’an’a) ve peygamberlere iman şeklinde
sıralanırken (bk. el-Bakara 2/177), başka bir yerde müminlere “Allah’a, peygamberine
(Hz. Muhammed’e), peygamberine indirdiği kitaba (Kur’an’a) ve önceden indirdiği
kitaba” iman etmeleri emredilir (bk. en-Nisâ 4/136). Buna karşılık Allah’ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr edenin koyu
bir sapıklık içinde olduğu belirtilir (bk. a.y.). Bu âyetlerde değişik
şekillerde sıralanan iman esasları Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere
ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış ve geleneksel âmentü metninde
bulunan kader, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğu inancı bunlar arasında
zikredilmemiştir. Âmentüdeki iman esaslarının sayısı ve muhtevası hadislerde de
farklıdır. Buhârî’nin rivayet ettiği Cibrîl hadisinde, “İman nedir?” sorusuna,
“Allah’a, meleklerine, Allah’ın görüleceğine, peygamberlerine ve öldükten sonra
dirilmeye inanmandır” (Buhârî, “Îmân”, 37) cevabı verilerek sayılan beş değişik
esas arasında da kader zikredilmediği halde İbn Hanbel (Müsned, I, 21), Müslim
(“Îmân”, 1), Tirmizî (“Îmân”, 4), İbn Mâce (“Mukaddime”, 9), Ebû Dâvûd (“Sünnet”,
17) ve Nesâî’nin (“Îmân”, 4) rivayetlerinde “hayrı ve şerri ile birlikte kadere
iman” esası diğerlerine ilâve olarak zikredilir. Kaynak: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=030028.
03.07.2018.
[2]
“İman bir fiildir, isim değildir.
‘Amentü’: Ben iman ettim demektir ve ondan sonra her şey gelebilir; burada
söylenmek istenen, ‘ben, şu şeyle kendimi metafizik emniyete alıyorum’dur. Eman, maddi emniyettir; iman metafizik, akli
güvenliktir. Dolayısıyla imansız hiçbir insan yoktur. Yani hayatın anlamını,
metafizik güvenliğini, akıl sağlığını, varoluş anlamını bağladığı bir şey
vardır her insanın. Bedenimizi nasıl emniyete alıyorsak aklımızı da imanla
emniyete alıyoruz.” Prof. Dr. İhsan
Fazlıoğlu’nun Ferdiyet ve Estetik konulu konferansından…
http://www.kocav.org.tr/page/ferdiyet-ve-estetik
[3]
YAKAZA (اليقظة)
Sözlükte “uyanıklık”
anlamındaki yakaza kelimesi (Farsça: bîdârî) tasavvufta “sâlikin kalbinin
Hak’tan gelen bir uyarıyla uyanıklık haline (teyakkuz) kavuşması” demektir.
Hak’tan uzaklaştığına işaret eden gaflet uykusundan uyanan sâlik, içinde
bulunduğu âleme ve Allah’a dair bir şuura kavuşur. Bu sayede günahlarından
tövbe eder ve Hakk’a yakınlaşmak için gayret gösterir. Sûfîler, “Resulüm!
Onlara de ki: Size tek bir öğüt vereceğim, Allah için ayağa kalkın” âyetindeki
(Sebe’ 34/46) Allah için ayağa kalkma ifadesi yakaza hali olarak yorumlanmış,
her müminin gaflet uykusundan uyanması ve cehaletten kurtulup irfan sahibi
olması gereğine vurgu yapılmıştır.
Hâce Abdullah Herevî’ye
göre yakaza tasavvuf mertebelerinin ilkidir, ardından tövbe makamı gelir.
Yakaza üç şekilde gerçekleşir. Birincisi sâlikin Hakk’ın verdiği nimetlerin
sonsuz ve sınırsız olduğunu düşünmesi, bu nimetleri bilmek için bütün gücünü
harcaması ve nimetlerin şükrünü eda hususunda kusurunu idrak etmesidir.
İkincisi sâlikin işlediği günahları bilip hatalarını telâfi yoluna gitmesi,
günahlarından arınmak suretiyle kurtuluş talebinde bulunmasıdır. Üçüncüsü,
sâlikin hayatı boyunca ibadet yönünden kazandığı veya elinden kaçırdığı
şeylerin farkına varması, vaktini boşa harcamaması, kaçırdığı fırsatları tekrar
elde edip kalan zamanını değerlendirmek için dikkat etmesidir. Herevî’ye göre
kulun yakaza haline ulaşması için ilim tahsil etmesi, Allah’ın emir ve
yasaklarına uyması, bir mürşid-i kâmilin sohbetine katılması gerekir. Böylece
olaylara akıl ve kalbin nuruyla yaklaşır, nefsini tanır, Hakk’a tâzimi artar ve
belâlarakarşı sabretmesi kolaylaşır (Menâzilü’s-sâirîn, s. 75-76). Yakazadan
önce intibah hali gelir. Sâlik içine ansızın doğan hallere sarılarak gaflet
uykusundan uyanır ve kendine gelir, bu intibah onu yakaza haline ulaştırır.
Yakaza hali tamamlanan sâlik tövbe makamına yükseltilir (Sühreverdî, s. 594).
Abdürrezzâk el-Kâşânî
“sülûke niyet etmek” diye tanımladığı yakazanın sülûkün başlangıcından sonuna
kadar farklı görünümler kazandığını söyler. Sâlik her an yakaza halinde
bulunmalı, nefsini hesaba çekerek katettiği merhalelerden elde ettiği neticeleri
anlamalıdır. Sâlik başlangıçta, gaflet uykusundan uyandıktan sonra şeytanın ve
kötülüğü emreden nefsin davetlerinden sakınma hususunda hassas davranır, boş
vehimlere kapılmaz. Sülûkte şeriat ve tarikat gereklerini yerine getirerek
nefsinin kapıldığı kibir, riyâ ve ucb gibi kötü duygulara karşı uyanık olur.
İyi niteliklerinin kötü niteliklere dönüşmemesi için faziletlerini görmekten
sakınır ve melâmetî bir tavrı benimser. Sâlikin kalbinin Allah karşısında diri
durması için her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu murakabe etmesi yakaza
halinin ileri bir aşamasıdır ve Hakk’ın kalbine verdiği basîret nuru sayesinde
eşyaya ferâsetle yaklaşır. Kurb makamındaki sâlikin Hak ile yakaza halinde
olması, mâsivâya bakıp telvîne düşmekten korunması, Hak ile halka dair hükümleri
birbirine karıştırmayıp mârifet ve temkine ermesi yakazanın son aşamasıdır (Elf
Makām, s. 247). Kişinin nefsin arzularına kul olması gaflettir. Nefsini hesaba
katarak olaylara dikkatli yaklaştığını zannedenlerin çoğu aslında gaflet
içindedir. Kişi bu halden nefsini Hakk’ın gerçek anlamda kulu olan, kulluk
makamına eren bir kâmil insana teslim etmekle kurtulabilir. Bu teslimiyet Hz.
Peygamber’e ve Allah’a teslimiyete vesile teşkil eder.
İsmâil Ankaravî’ye göre
yakaza kalbin ve ruhun uyanıklığıdır. Resûl-i Ekrem’in, “Benim gözlerim uyusa
da kalbim uyumaz, âlemlerin rabbinden gafil olmaz” hadisinde geçen (Buhârî,
“Teheccüd”, 16) uyanıklıktan maksat kalp uyanıklığıdır. Sûfîler, “İnsanlar
uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” meâlindeki hadiste (Aclûnî, II, 312) uyku
gaflet, uyanıklık yakaza haliyle yorumlanmış, uyanmanın ancak ölmeden önce
ölmekle gerçekleşen seyrüsülûkle olacağı ileri sürülmüştür. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin, “Ruhumuz Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık bizim için iki
dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir” beyti (Mesnevî, I, 40, beyit 410) Hakk’a
yönelik bir şuur eksikliği içinde bulunan kişinin sıkıntıda kalacağına işaret
eder. Bu sıkıntıdan kurtuluş yakaza ile mümkündür (İsmâil Rusûhî Ankaravî, s.
256). Muhyiddin İbnü’l-Arabî yakazayı “beşerî nefsin insana uyguladığı baskıdan
doğan sıkıntıdan kurtulma” şeklinde tarif eder. Bu kurtuluş Allah’ın
bağışladığı fehim sayesinde gerçekleşir (Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 541). Sâlik
öğrenme aşamasına kadar nefsinin karanlığında kaldığından sıkıntı içindedir; bu
sıkıntıdan ancak yakaza aydınlığına eriştiğinde kurtulabilir. Mürşidler
dervişlerini çeşitli imtihanlara tâbi tutarak, zaman zaman da gaflete düşürerek
sürekli yakaza halinde olmalarını sağlar. Bundan dolayı gaflet bazı zamanlarda
mürid için rahmettir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/yakaza.
03.07.2018.
[4] FÜRUAT: Kökten ayrılan kısımlar.
Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler. http://osmanlica.ihya.org/furuat-nedir-ne-demek.html.
s
[5] Akîde, Akâid veya İtîkâd (Arapça: عقيدة): İslam'da inanç olarak bağlanmayı gerekli kıldığına inanılan
inanç esaslarının bütünü olarak bilinir. Akîde kelimesi Arapça
"a-k-d" (عقد) kökünden gelip, "bağ", "bağlama/bağlanma",
"düğümleme/düğümlenme" ve aynı zamanda "bağlılık" ve
"sözleşme" anlamlarına da gelir.[1] Terim olarak "inanç" ve
"iman" anlamında kullanılmıştır. Benzer bir ifade olan kelam ise
inançla ilgili felsefi tartışmalar için kullanılmıştır. Kaynak: Wikipedia.
[6] BİLKUVVE: Fiil mertebesine varmadan.
Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile. http://osmanlica.ihya.org/bilkuvve-nedir-ne-demek.html
[7] MİTOS: Tarih öncesi dönemleriyle ilgili
Tanrı, tanrıça, yarı Tanrı ve kahramanların yaşamlarını, serüvenlerini anlatan,
bir toplumun inançlarını, duygularını, eğilimlerini, dolaylı bir biçimde
yansıtan efsane. http://sosyolojisi.com/mitos-nedir-tanimi-edebiyat-kavramlari-sozlugu/7804.html
[8] ENTİTE: Varlık, var olan şey, kendilik. https://tr.glosbe.com/fr/tr/entit%C3%A9
[9] COGNİTİF: Bilişsel; bilmeye veya
kavramaya ait; bilmeye, kavramaya ya da idrak etmeye ilişkin. https://tr.glosbe.com/fr/tr/cognitif
[10]
ONTİK-ONTOLOJİK: Heiddegger, Dasein’ın ontik ve ontolojik önceliğinden
bahsetmektedir. Ontik, varolan herşeydir. Biz, ontolojik olarak varoluruz.
Ontolojik olarak varolmak, kendini anlamaya elverişli tek varlık olmak anlamını
taşır. İnsanın kendi var-oluşu, kendisine konudur. İnsan, kendi ontik yapısının
ötesine taşıp, ontolojik anlama yetisi geliştiren (yetisine sahip olan) ve
diğer varolanların ontolojilerini anlayabilen varlıktır. Diğer varolanlar
kapalıdırlar, onları sorgulayabilen, kendisini anlayabilen varlık, insandır.
İnsanın metafizik yazgısı budur. İnsan, değişen dünya ile değişmeyen dünya arasında
tanıktır. İnsanın yazgısallığı, varlığın riskini alması / her şeye anlam
vermesidir.
Bkz:https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/49799/mod_resource/content/0/VII.%20HAFTA.pdf
[11] TAHKİK; herhangi bir sorunu
delilleriyle düşünmektir. Gerekçeleriyle birlikte ispat edebilmektir.
TAKRİR;
deliller arası tutarlılığı gözeterek düşünmektir.
TAKRİB;
delillerle sonuç arasındaki tutarlı ilişkiyi gözeterek düşünmektir.
TAHRİR;
herhangi bir düşünme faaliyetinde konunun esasından olmayan zevaidi atarak
düşünmektir.
TETKİK; en
üst seviyedir. Delillendirmenin delillendirmesini yaparak düşünmektir. Yani
nasıl delillendirme yapıyoruz formel anlamda. Kaynak: http://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/prof-dr-ihsan-fazlioglu-konferansi-her-sey-merv-de-basladi-turkistan-dan-anadolu-ya-matematik-bilimleri-takrir-felsefi-bilimleri-tahkik-etmek-pdf.html
04.07.2018.
[12] AKAİDÜ’n-NESEFÎ (عقائد النسفي): Ebû Hafs
Necmeddin Ömer b. Muhammed en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) akaide dair risâlesi.
Bkz: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c02/c020198.pdf
[13]İSTİDLÂLÎ: Temellendirilmiş.
İSTİDLÂLİYAT:
Bir konu ve iddia hakkında delil arama işlemleri. https://www.luggat.com
İSTİDLÂL: Bir
konuda kanıtlara dayanarak sonuç çıkarma 2. Çıkarım http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=%C4%B0ST%C4%B0DLAL
[14] MUSANNİFEK (مصنّفك): Alâüddîn Alî b.
Muhammed b. Mes‘ûd el-Bistâmî eş-Şahrûdî (ö. 875/1470).
Osmanlı âlimi. 803’te
(1400-1401) Horasan’a bağlı Bistâm kasabası yakınlarındaki Şahrûd köyünde
doğdu. Fahreddin er-Râzî’nin soyundandır. Genç yaşta eser telif etmeye
başladığı için Musannifek (küçük yazar) lakabıyla tanındı. 812 (1409-10)
yılında öğrenim görmek için kardeşiyle birlikte gittiği Herat’ta Teftâzânî’nin
öğrencisi Celâleddin Yûsuf el-Evbehî’den ve Kutbuddin Ahmed b. Muhammed
el-Herevî’den ders aldı. Abdülazîz b. Ahmed el-Ebherî’den Şâfiî fıkhı,
Fasîhuddin Muhammed b. Muhammed’den Hanefî fıkhı okudu. Bu arada tasavvufa ilgi
duyarak Zeynüddin el-Hâfî’nin halifelerinden birinden biat aldı. 842’de (1438)
Anadolu’ya geçerek Konya’da müderrislik yaptı. Buradaki öğrencileri arasında
Karamânî Mehmed Paşa da vardır. Daha sonra Bursa’daki Sultâniye Medresesi’nde
hocalık yaptı ve Fâtih Sultan Mehmed’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın daveti
üzerine İstanbul’a gitti. Padişahın takdirini kazanarak kendisine 80 akçe yevmiye
verildi. Fâtih Sultan Mehmed’in 867 (1463) yılındaki Bosna seferine katıldı.
Padişahın talebiyle, Sadrazam Mahmud Paşa tarafından Bosna kralına verilen
kapitülasyonun ilgasına dair bir fetvası bulunduğu nakledilir. Eserlerini
Sahn-ı Semân medreselerine vakfeden Musannifek İstanbul’da vefat etti ve Eyüp
Kabristanı’na defnedildi. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=310239&idno2=c310168#1
[16] KUDEMA: 1. Eskiler, eski insanlar. 2.
Eskiliği bakımından ileri gelenler, öne çıkanlar (TDK)
[17] MİSÂHA: Ölçmek, miktarını bilmek.
MENÂZIR: Optik ; İLM-i MENÂZIR: Optik ilmi.
[18]
Zâid / زائد: Artan. Fazlalık. İlâve
olunmuş. Lüzumsuz, gereksiz. Gr: Te'kid için söylenen. Mat: Müsbet işareti, artı. (+) Lüzumsuz, fazla, ilâve olunmuş. Artan, fazlalık. https://www.luggat.com/zaid/1/1
[19]MİSTİSİZM: İnsanın görünen nesnelerin
ardındaki gerçeklik, sonsuzluk ve birliğe ulaşma yönündeki ruhî tecrübesi ve bu
tecrübeyi ifade eden doktrin. Mistisizm (İng. mysticism; Fr. mysticisme) Grekçe
“sır” anlamına gelen musterion kelimesinden türetilmiştir. Kelimenin teknik
anlamlar kazanması, eski Yunan’da pagan olan halkın dinî inanışından ayrı
olarak Eleusis ve Dionysos kültlerinde temsil edilen sırların musteria
terimiyle ifade edilmesi sonucunda olmuştur. Aslında Grek dinî akımlarında
söylenmemesi gereken sırlarla ilgili olarak suskun kalması icap eden
müntesipler için de mustai kelimesi kullanılırdı. Çünkü Grek mistik dininde
sırlar herkese açık olmayıp özel bir intisabı gerektirmekteydi. Nitekim
Grekçe’de “susmak, suskun kalmak” mânasındaki muein kelimesinin de Grek mistik
ibadet şekillerinde intisap törenlerinin gizliliğine işaret ettiği
düşünülmektedir (ER, X, 230, 245-246). Zaman ve tarih içinde gelişenden ezelî
ve zamansız olana geçiş tecrübesini ifade eden mistisizmin anlamı daha sonra
genişlemiş, bu terim Grek ve Doğu felsefelerinin Yeni Eflâtunculuk adı altında
uzlaştırılması çabasının ardından değişikliğe uğrayarak “bütün bir hakikat
problemine aklî ve daha çok sezgiye dayalı melekelerle özel biçimde yaklaşmak”
mânasına gelmeye başlamıştır. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde Yeni Eflâtunculuğun
hıristiyanî fikirlerle kaynaşması sonucu -Dionysius the Areopagite’in Mistik
Teoloji adlı eserinde görüldüğü gibi- mistik bir hıristiyan ilâhiyatı ortaya
çıkmıştır. Fakat mistisizm, “görünenin ötesine veya görünmez olana geçme
tecrübesi” şeklindeki genel anlamıyla belli bir dine özgü olmayıp bütün
dinlerde rastlanan bir olgudur (Sunar, s. 4; Happold, s. 18-19). Kaynak: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=300188.
[20]
TAZAMMUN: 1. isim Kapsama, içine
alma, içerme 2. İçlem (mantık)
İÇLEM: a. man. 1.
Bir kavramın çağrıştırdığı kapsama giren niteliklerin veya taşıdığı
özelliklerin bütünü, tazammun: Kuş sözcüğü bize canlı, havada uçan ve
öten bir varlık anlatır; şu hâlde canlılık, uçuculuk ve ötücülük kuş kavramının
içlemine giren niteliklerdir. Kartal, kırlangıç, tavuk ve öbür kuşlar ise birer
kuş cinsi olduklarından bunun içlemini oluştururlar. 2. Bir nesnenin
içeriğini oluşturan şey.
İNTİZAM: a. 1. Düzenli, düzgün olma 2.
Düzen, çekidüzen.
[21]
SEMAVER: Rusça samovar "otomatik çay pişirme cihazı"
sözcüğünden alıntıdır. Rusça sözcük. Rusça samo "kendi" ve Rusça
varit' "kaynamak" sözcüklerinin bileşiğidir. https://www.etimolojiturkce.com/kelime/semaver
[22]HÜSÜN
ve KUBUH (الحسن والقبح): İyilikle
kötülüğün mahiyetine ve ölçüsüne ilişkin tartışmalara konu olan kelâm, ahlâk ve
fıkıh usulü terimi.
Hüsün (hüsn) “güzel olmak” anlamında masdar ve “güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey” anlamında isim olarak kullanılır (çoğulu mehâsin). Karşıtı olan kubuh ise (kubh) “çirkin olmak” ve “çirkinlik, nefret edilen şey” mânasında masdar-isimdir (çoğulu mekābih; Lisânü’l-ǾArab, “ĥsn”, “ķbĥ” md.leri). Râgıb el-İsfahânî hüsün kelimesini “güzel olan, rağbet edilen şey” diye tanımladıktan sonra bir şeye akıl, duygu (hevâ) veya duyu (his) yönünden olmak üzere üç şekilde güzellik değeri yüklenebileceğini, ancak halk dilinde hüsün kelimesinin genellikle göze hitap eden güzellik için kullanıldığını, buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kelimenin çoğunlukla kalp gözünün (basîret) güzel kabul ettiği şeyi ifade ettiğini belirtir. Buna göre hüsün günlük dilde estetik bir kavram, Kur’an dilinde bir ahlâk terimi olarak kullanılmaktadır. Aynı âlime göre hasenin zıddı olan kabîh ise “gözün beğenmediği maddî şeylerle duygusal olarak insanı rahatsız eden davranış ve haller” anlamına gelir; kabîh ile benzer bir anlam ifade eden seyyie ise nesneleri nitelemekten çok insanlar arasındaki ilişkilerin ahlâkî değerini belirtmek için kullanılır (el-Müfredât, “ĥsn”, “ķbĥ”, “svǿe” md.leri). İbnü’l-Cevzî Kur’an’da, güzelliğinde eksiklik bulunmayan şeylerin yanı sıra iyiliği kötülüğünden daha çok olan şeylere hasene, bunların karşıtına da seyyie denildiğini ve bu iki tabirin “tevhid-şirk, zafer-hezimet, bolluk-kıtlık, âfiyet-belâ, iyi söz-kötü söz, iyi iş-kötü iş” mânalarında kullanıldığını kaydeder (Nüzhetü’l-aǾyün, s. 259-260). Hüsün ve kubuh, İslâmî literatürde estetik anlamdan çok eylemlerin ahlâkî ve dinî değerini belirtir. Bu sebeple Türkçe’de “güzel” ve “çirkin” kelimeleri daha ziyade estetik değerleri ifade ettiğinden kelâm, ahlâk ve usûl-i fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu yerine göre “iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar” diye ifade etmek daha isabetli görünmektedir. Kaynak ve detaylar için Bkz: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c19/c190044.pdf
[23] Ferâset
Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir). Binicilik, süvarilik,
yiğitlik. Çabuk sezme ve anlama
kàbiliyeti. Anlayış.
https://www.luggat.com/feraset/1/1
AYRICA BAKINIZ:
KLASÖR
İhsan Fazlıoğlu Arşivi - Makaleler, Konferanslar, Röportajlar, Seminerler ve Dersler — Bağlantıya Tıklayınız
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Makaleler
AYRICA BAKINIZ:
1.3M
13-Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi XIII-Tarih, Türk Tarihi, Dünya Tarihi ve Biz.pdf 1.6M
9-Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi IX-Kitap Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur.pdf İhsan Fazlıoğlu Arşivi - Makaleler, Konferanslar, Röportajlar, Seminerler ve Dersler — Bağlantıya Tıklayınız
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Makaleler
Allah temsil etmeyi nasip etsin. Amentüsü olanlara ..
YanıtlaSilHayatımın bittiğini hissettim ve çocuklarım bir daha asla babalarını göremeyeceklerini düşündüler. Sadece çocuklar için güçlü olmaya çalıştım ama kalbimi işkence eden acıları kontrol edemedim, kalbim acıyla doldu çünkü kocama gerçekten aşıktım. Birçok seçeneği denedim ve birkaç kişi bana yardım etmeye çalıştı ama başaramadım. Yalnız bir gece internette gezinirken içgüdülerimin anında bana yardım edebileceğini söylediği Dr. Ilekhojie ile iletişime geçtim. Uzlaşma için gereken çalışmaları yaptı ve aylardır uzakta olan kocam geri döndü. İlişki veya evlilik sorunu yaşayan herkes Dr. Ilekhojie ile iletişime geçmeli çünkü o tüm sorunlarınızın çözümü. İşte iletişim bilgileri. WhatsApp +2348147400259 veya veya E-posta: gethelp05@gmail.com
YanıtlaSilSize kocamla paylaştığım mutluluğu geri kazandıran birini tanıtıyorum ve bunun için sonsuza dek minnettarım. 10 yıllık kocam evlilik sorunlarım nedeniyle beni terk ettiğinde neredeyse 6 ay boyunca çaresiz ve moralsizdim. Evliliğimi kurtarmak için elimden gelen her şeyi yaptım ve Dr. Ilekhojie ile iletişime geçene ve o beni kurtarmaya gelene kadar hiçbir şey işe yaramadı. Bizi barıştırdı ve kocamla paylaştığım sevgi ve mutluluk birkaç gün içinde geri geldi. Gerçekten birine yardım edebiliyorsa kulağa garip geliyor biliyorum ama istediğiniz sonucu alacağınıza dair sizi %100 hayal kırıklığına uğratmayacağından emin olabilirsiniz. Ona bunu yapma şansı vermeye istekliyseniz size de yardım edebilir. +2348147400259 numarasından mesaj atın veya gethelp05@gmail.com adresine e-posta gönderin
YanıtlaSil