İhsan Fazlıoğlu'nun "Kendini Aramak" İsimli Kitabından Alıntılar

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu'nun
 "Kendini Aramak" İsimli Kitabından Alıntılar
İnsan'ın mahiyeti hakkındaki soruya verilecek yanıtlar her şeyden önce, insanın üçlü, hissi, vicdani ve akli yapısı dikkate alınarak verilmelidir. Bu üçlü yapıdan birinin ihmali veya reddi insanı sakatlar, en azından rencide eder. İnsanın duyusunu sakatlayan, duygusunu körelten, düşüncesini ketleyen her türlü yanıt, insan denilen soruya tam bir karşılık olamayacağından bunalıma neden olur. Bunalım her türlü bildirişim ve iletişim imkanını ortadan kaldıracağından sonuç insanın kendi kendini imhasıdır. (s.11)

İnsanın yalnızca duyusuna ağırlık veren yanıtlar hayvaniliğe, yalnızca duygusunu öne çıkartan yanıtlar mistikliğe, yalnızca düşüncesini önemseyen yanıtlar ise vahşiliğe neden olmuştur. (s.11)

(…) Başka yanıtlara karşı olmak o yanıtları benimseyen insanın canına, aklına, soyuna, malına ve inancına kasdediyorsa hem kısa hem de uzun vadede insanlık için tehlike arzeder. Bir yanıt, nihayetinde kendi aleyhinde bile olsa, başka yanıtları korumakla anlam ve değer kazanır. İlkece, başka yanıtlara saldıran, onları yok etmeye çalışan, yaşama hakkı olmayan yanıtlar, iç güvenlik sorunu yaşayan yanıtlardır. Kendinden emin olamayanlar başkalarının varlığını tehlikeli bulurlar çünkü. (s.14)

Her ne olursa olsun insan denilen soruya verilen her yanıt, insana öngörülebilir bir hayat sunmak zorundadır. Canı, aklı, malı, soyu ve inancı koruyamayan bir yanıt, yanıt değil; yanlış yola götüren daha karmaşık bir sorudur. (s.14)

Kudema, bazı kelimeleri kullanırken "Şahs-ı manevisi vardır" derdi. Şahıs kelimesinin kişi anlamına geldiğini söyleyebiliriz; manevi ise anlama ilişkin demektir, yani anlamsal; ancak anlam iç-duyularda oluştuğu için vicdanla ilişkilidir. Öyleyse ‘’Bazı kelimelerin, anlamsal kişiliği vardır’’ demek hem o kelimenin anlamına hem de değerine atıfta bulunur; kelimenin anlam-değer içerikli olduğunu vurgular. Kelimelerin kavramsal kişilikleri, insanların yapıp etmelerini belirleyen en önemli etmendir. Peygamber bir kişi olarak aramızda yok, ama peygamberlik kavramının şahs-ı manevisi aramızdadır; bayrak maddi açıdan bir bez parçasıdır, ama şahs-ı manevisi anlam-değer dünyamızda tecessüm eder. Bundan dolayıdır ki, bir milletin, bir kültürün içinin boşaltılması o millet nezdinde şahs-ı manevisi olan kavramlarla oynanılmasıyla başlar. (s.15-16)

Bir kişi, bir millet, bir kültür kendi anlam-değer dünyasını bundan dolayı da anlamlandırma yeteneğini kaybetmeye başlarsa kendi vicdanı önünde küçük düşer; aşağılık kompleksine kapılır. (s.17)

Eleştiri mensubiyeti ve aidiyeti güçlendirir, zayıflatmaz; çünkü eleştiriden amaç eleştirilen şeyin daha güçlü hale getirilmesidir, zayıflatılması değil; varoluşunu pekiştirmektir, yok etmek değil. (s.17)

Bir kişi ancak ait olduğu kültürün şahs-ı manevisi bulunan kavramlarını kaybetmişse o kültürü aşağılar. Bu nedenle, vicdanları terbiye etmeden yalnızca idrakleri eğiten milletler, kültürler kendi mensupları tarafından aşağılanmaya hazır olmalıdırlar. (s.18)

Sadece bütüne yönelen bir zihin hareketten, değişimden, başkalaşımdan, dönüşümden rahatsız olur. Tümel arayışı bir sabitlik, bir ilke arayışıdır. Hareket içre bulunan şeylerde harekete konu olmayan özü aramak, donmuş bir sıfır noktası tespit etmek demektir. (s.19-20)

Bütün ile parça, tümel ile tekil arasındaki cedeli (diyalektik) ilişki toplumsal ve siyasal düzenler için de geçerlidir. Bütüne odaklanan bir siyasi otoriter, buyurgan, tutarlı ve bütün adına bireye karşı kıyıcıdır. (s.20)

Yalnızca bireyselliğe odaklanan bir siyasi irade, ister doğal ister yapay devamlı ortak çıkar yaratamaz ise sürekliliğini koruyamaz; tüm bireyleri kuşatan sabiteleri olmadığından mensuplarını ortak bir anlayış etrafında örgütleyemez; öyle ki bir süre sonra bireyleri arasında baş gösterecek güç mücadelesi ile alt düzeydeki ortak çıkar hesaplarının bölünmesine, giderek yok olmasına neden olur. (s.21)

Sosyal gerçeklik insanın nutkiyetinin ve köklerini bu nutkiyette bulan değer dünyasının cisimleşmiş hali olduğundan maddi dünyayı da belirler, anlamlandırır. (s.24)

Sosyal gerçeklik olarak nizam-ı alem ne tür ilkelere göre inşa edilir? Her şeyden önce sosyal gerçekliğin inşasında insanın hayvaniyet (canlılık) yanı nutkiyetine bağlı olarak şekillenir. İnsani eylemler ahlaki ilkelerini ise mensup olduğu hayat görüşünden (köklerini nutkiyette bulan dinlerden ve ideolojilerden) alır. Dolayısıyla bir sosyal düzen kendisine göre kurulduğu, maddi bir gerçeklik kazandığı hayat görüşünün ahlaki ilkelerine göre biçimlenir. (s.25)

(…) Tarihte nizam-ı alem, ‘devletin birliği’ olarak da algılanmıştır. Selçuklu-Osmanlı çizgisinde nizam-ı alemin sahih bir şekilde kurulması sürdürülmesi düşünürler (hukema), bilginler (ulema) ve ariflerin (urefa) vazifelerini yerine getirmesiyle mümkündür. Çünkü Müslüman bir insanın içerisinde yaşadığı nizam-ı alemin ilkeleri ‘Kitab ve Sünnet’le verilmiş, sürdürülmesi ise hukukla sağlanmıştır.’ (s.26)

Kadim kültürümüzde yalnızca maddi alem üzerinde sosyal bir gerçeklik olarak içtimai bir nizam kurmak yeterli değildir; bizatihi ilahi nizama uygun yaşamak da önemlidir. İlahi nizam büyük alemde (makro kozmos) sünnetullah (tabiat), küçük alem olan insanda (mikro kozmos) da fıtrat (tab’) olarak tecessüm etmiştir. Böyle bir ilke hem çevreyi, doğayı tahrip etmeyi, hem de insanın fıtratını tahrif etmeyi engeller. Bu açıdan nizam-ı alem için yalnızca ‘bilmek’ yetmez, ‘eylemek’ de gerekir. Çünkü ‘eylemek’ hem bir bilgi kaynağıdır –dolayısıyla bilmeyi artırır-, hem de bir bilme tarzıdır. Başka bir deyişle eyleyenler bilirler, bilenler de eylerler. (s.26-27)

Tarih boyunca bir görüşün diğer bir görüşü özgürlük açısından eleştirmesi, sabitesi/ sabiteleri cihetindendir; verdiği işlem imkanı cihetinden değil; çünkü dile geldiği üzere, hiçbir görüş kendi eşitliğini bozacak imkanı vermez, vermemiştir, veremez de. (s.30)

Kendilik bilgisi, kendini-bilmek, dış-a-rı-dan hareketle, dışarıya yönelerek, ne tek tek ağaçları sayarak, ne de ormandan dolaşarak ulaşılacak bir bilgi türüdür. Çünkü benlik kuyusu, dışarı-dan sürekli su taşıyarak doldurulmayacak kadar derindir; yapılması gereken, benlik kuyusunun zeminindeki çer-çöple tıkanmış delikleri temizleyerek (tezkiye), iç-e-ri-ye akmayı, fışkırmayı bekleyen suyun önünü açmaktır. (s.33)

Fark, fark etmekle başlar; ancak her fark ediş, bir fark edenin bir şeyi fark edişidir. (s.35)

Bir yerden gelmek, bir yerde bulunmak ve bir yere gitmek, zamanı çizgisel varsayar; bu çizgisellik kişinin hayatını biricik kılar; biricik olan ve bir daha tekrarlanamayan bu hayat en nihayetinde son bulur. Bu tasvir, bir yerde hayat süren insanın hayatının değerini artırmasının yanında nasıl yaşamasını gerektiğini de düşündürtür. (s.37)

Nereden, nerede ve nereye sorularının kendisine göre sorulduğu nokta, insandır. Çünkü -den, -de ve -ye sorularını soran, bu sorulara muhatap olan ve yanıt veren, tüm bunları da kendi için yapan insandır. Bu nedenle ki, ‘’Bilgi bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı’’ denmiştir. (s.38-39)

Bir yere niçin ait olunur, neden mensubiyet duyulur? Ait sözcüğünün gelenek anlamındaki adet sözcüğüyle akraba olduğu göz önünde bulundurulursa adetlerin de bir açıdan yer ile kurulan ilişkiden kaynaklandığı söylenebilir. Mensubiyet sözcüğü ise daha derin bir anlama sahiptir ve kişinin sabitelerine işaret eder; başka bir ifadeyle değişen şeyin/şeylerin değişmeyen şeye/şeylere nisbeti/oranlanması demektir. Bir insan sabitelere sahipse onlara mensubiyet duyar, kendini onlara nisbet ederek tamamlar. Sabiteleri olmayanın mensubiyeti de olmaz. (s.42)

Dışarıdan gidenler, dışarıyı fazla ciddiye alanlar, sırrı yani insanı dışarıda arayanlar acz hissederler. Bu acz sürdürülebilir olmaktan çıkınca insanı korku/havf kaplar. Korku kalıcı bir hal alırsa kişiyi anlamsızlığa sürükler. Hayatını anlamlandırma yetisini kaybeden kişi ise ya kendini koyverir yani aralaştırır ya da kendini imha eder. Maneviyatı yani kişinin anlam dünyasını dışarıdan hareketle kuracağını zannedenler, zamanla içeriyi dışarıya benzetirler; insanı bir meta gibi algılamaya başlarlar. (s.49-50)

Dışarıda acziyet hisseden insan işgale çıkar; dışarısını bilme ve bu bilmeye ilişkin teknoloji dedikleri tüm alet ve edevat bu acziyeti giderme çabasıdır. (s.50)

Kudemanın deyişiyle, dışarıda, başka bir adlandırmayla söz-denizinde boğulmamak için insanın kendine demir atması gerekir. İçerideki seyrüseferin derinliği, sıhhatli ve müstakim bir şekilde akışı, kişinin kendinde gömülü olanla temasının yoğunluğuna bağlıdır. Türkçemizde insanın kendi içine düşmesi anlamına gelen düşünmek, bu anlamda, gömülü olan üzerinde katlanmaktır, derinleşmektir. (s.50)

Siyadeti olmayan bir medeniyetin saadeti de olmaz, olamaz. (s.55)

Sözlük anlamında "yoksun olmak, bozulmak, durmak, ihmal etmek, hasara uğramak, felç olmak" gibi pek çok olumsuz mana bulunan tatil kavramı, hiç şüphesiz ne ilim, ne akıl, ne de ibadet için geçerli olur; aklını tatile gönderen bir medeniyet sürekliliğini muhafaza edemez… Aklını, ilmini ve ibadetini tatil eden, siyadetini ve saadetini de tatil etmek zorunda kalır. (s.55)

Kavramına sahip olunmayan şey görülemez. Nasıl ki çıplak göz tarafından, teleskop olmadan uzak cisimler, mikroskop olmadan küçük cisimler görülemezse aklın gözü olan, ona teleskop ve mikroskop hizmeti veren kavramlar olmadan da akıl göremez; öte bir deyişle akıl yalnızca kavramına sahip olduğu şeyi görebilir. (s.57)

Cehalet kelimesinin kökü olan ‘c-v-l’ dönmek, dolaşmak, amaçsızca ve nereye gittiğini bilmeksizin daireler çizerek endişeyle gezinmek; ilim kelimesinin kökü olan ‘i-l-m’ ise nişan, yol işareti, alamet gibi anlamlara sahiptir. Her iki kelimenin anlamı, köklerini çöl ile bedevi arasındaki günlük ilişkilerde bulunur. İlim, esas itibarıyla çölde yol almak, dolayısıyla hayatta kalmak için takip edilmesi gereken yol işaretlerine, bir bütün olarak bir hat/çizgi oluşturan alametlere göre yol almak demek iken cehalet, habersiz kalındığında ölümle sonuçlanabilecek, bir hat oluşturan yol işaretlerinin rehberliğinin kaybedilmesi demektir ki, yol işaretlerini kaybetmek, çölde başıboş dönüp durmak, kısır bir döngünün içinde yuvarlanıp yok olmak anlamına gelir… Açıktır ki, cahiller yani aklı dolaşıklar yol alamazlar; yola koyulamazlar, bir menzile varamazlar; alimler, bilginler ise ol kişilerdir ki, bir izden ize ulaşır; bir maksada vasıl olurlar. (s.62-63)

Nazarda dikkat (dakiku’n-nazar) bilgiye, halde rikkat (rakiku’l-hal) amele istikamet verir. (s.63)

Düşünce/tefekkür, hiçbir zaman parlak sözcükleri, kavramları, terimleri yan yana koyup cüme kurmak; parlak cümleleri, önermeleri alt alta koyup çıkarım yapmak değildir. Tanım üzerinden tasavvur üretmeyen bir kavram, kanıt üzerinden tasdik üretmeyen bir önerme, idraki değil yalnızca ihsası besler. (s.64)

İdrake has bir kavram hoşa gitmemeli, korkutmamalı, tasavvur vermeli; idrake ilişkin bir önerme hoşa gitmemeli, ürkütmemeli, yargı vermeli. Düşünceden kurulu bir söylem ise idraki acıtmalı; muhatabını beraberce eğlenmeye değil, birlikte yürünecek bir yola davet etmeli. (s.64)

Eslaf’ın işaret ettiği üzere, ‘’Kinaye te’vili, mecaz tefsiri talep eder; hakikate gelince o yalnızca ilim ister. O ilim ki, muhatabına bir istikamet verir.’’ İstikametsiz tüm deyişler/söylemler yalnızca idare etmek, aklı dolaştırmaktır. (s.65)

Kişi, hayat denilen süreçte kendini örer, verdiği yanıtlar ve ortaya koyduğu tavırlarla kendine ait olanı temsil eder. Temsil, kişinin düşünce ve eylemiyle gerçekleştirdiği bir yaşama üslubudur… Yaşayan kişi için üslup olan, öykünen kişi için taklit halini alır; zamanla temsilin delalet ettiği tecrübe unutulur; temsil saf bir kalıba dönüşür. Bir zaman gelir ki, taklit eden kişi, taklit ettiği kalıbın hem fikri hem de ameli düzeyde ne anlama geldiğini bilmeden biçimi ile işlevini dikkate almaya başlar ve içinde bulunduğu anlam-değer dünyasının o temsile yüklediği sembolik değer/ değerlerle yetinir. (s.66)

El-e-ş-tiri, bir düşünce manzumesini kavramlarına ayrıştırmak, aklın temel ilkeleri, mantık kuralları ve takip edilen yöntem açısından nedensel bağlantılarına geri götürerek yeniden kurmak demektir… Duygular eleştirilebilir mi? Duygunun kavramsal, nedensel ve yöntemsel örgüsü yoktur; dolayısıyla kurucu unsurlarına geri götürülerek yeniden üretilemez. Bu nedenle duygular ve değerler, kısaca vicdan eleştiri kaldırmaz… Eleştiri ancak bir eğitim-öğretim sürecinde ortaya çıkar; duygu durumunda ise uyarı esastır. (s.71)

Kadim kültürümüzde nazar, hakikati bilmek; hayr, bu hakikate göre eylemektir. Hakikatsiz hayr, ilimsiz amele benzer. Hayr, hakikatin siyasetidir. Bir toplumun hakikati yoksa siyaseti; dolayısıyla bir nazarı yoksa manzarası olamaz. (s.81)

Nazari ilimlerdeki tefekkür ve fikir arasındaki ilişki ile ameli ilimlerdeki tedebbür ve tedbir arasındaki ilişki paraleldir. Her bir terimde tertip, düzen anlamının içkin olması bir yana; tedbir kısaca, eylemin sonucu düşünülerek üretilen fikir demektir. Hayatta dikkat, tedbirin şiddetiyle doğru orantılıdır… Benzer biçimde, hayat ilişkilerinde, toplumsal olgu ve olaylarda da tedbir süreklidir. Ancak her tedebbür bir tefekküre, her tedbir de bir fikre dayanırsa öngörü mümkün olur. (s.97)

Yaşam, sıfatı olmayan mahiyetler üzerinde inşa edilen yargılara indirgenemez; çünkü yaşam, mekan-zaman içindeki var-olanlara bağlıdır. İşaret edemediğimiz mahiyetleri akli seviyede tartışırız ama yaşamın içerisinde eyleme bakarız; davranışı esas alırız. Işk kavramının mahiyeti üzerine düşünene aşık denmez, filozof denir. (s.101)

Niyet, hayata çentik atmanın, ad koymanın hem doğasını hem de istikametini belirler; çünkü niyet, içeriği ne olursa olsun insani eyleme bir amaç giydirir. Bu nedenle niyeti belirlemek yalnızca mevcut hayati olgu ve olayın maddesini değil suretini, manasını, amacını tayin etmeyi de sağlar.’’ (s.103)

Kadim kültürümüzde terbiyenin en üst amacı kalb-i selim, talimin en üst amacı akl-ı selim, edebin en üst amacı ise zevk-i selimdir. Bu üç selime sahip kişi, zarif kişidir; zarif, zerafet sahibi kişi ise alim olduğu kadar ariftir; bildiği kadar tanır, tanıdığı kadar da güzeli eyler. (s.113)

Günümüzde şuursuzluğun idamesi için devreye sokulan tüm eylemleri bir deyişle özetleyebiliriz: ‘’Hayatı çoğaltmak’’. Hayatı çoğaltmak için ise yapılması gereken şey: ‘’İnsanın isteğinin artırılması, beslenmesi…’’ İnsanın isteğinin sürekliliği için ihtiyaçlarını sürekli kılmak yeterlidir. Sürekli ihtiyaç hisseden insan sürekli isteyecek; sürekli isteyen insan ise sürekli ihtiyaç duyacaktır. Sürekli ihtiyaç-sürekli ihtiyaç denklemi hayatı çoğaltacak, insan tatminsiz bir isteme küpü haline gelecektir. Böyle bir insan şimdiyi mutlaklaştırır, dünü ve yarını şimdisini tehdit eden birer unsur olarak görür; geçmişten kaçar, gelecekten ise korkar. (s.115)

Nazari hikmet bulunmadan, nazari irfan olmadan, edebi irfan yalnızca Varlık’a ilişmez bir şiir olarak kalır; Varlık’ın dili haline gelmez, gelemez… Gönül bir nazar üzerinde ise insana ayıklı verir, feraset kazandırır; bir vicdan içerisinde ise direnci biler, duyguları derinleştirir. Şiir, aklın ve vicdanın üzerinden yükselirse musikiye dönüşür; Varlık’ın dili haline gelir. Aksi takdirde şiir, kumları harfler ve kelimeler olan bir çöldür. (s.133)

Kendi varlığını başkasının yokluğu üzerinden kurgulayan her türlü sistem yıkıcı olmak zorundadır. (s.135)

1957’den bu yana sürdürülen araştırmalar göstermiştir ki; Kopernik astronomisi teknik anlamda yeni hiçbir şey getirmemiştir. Kopernik astronomisinin içerdiği tüm modeller Mueyyeddin Urdi, Nasiruddin Tusi, Kutbuddin Şirazi ve İbn Şatır olmak üzere, Merağa matematik astronomi okulunun geliştirdiği modellerdir. (s.138)

Alexander Koyre’nin, ‘’Kopernik astronomisinin ihtişamı ‘equant’ sorununu ortadan kaldırmasıdır’’ iddiasına gelince bu sorun daha önce, Bitruci, Tusi ve İbn Şatır tarafından zaten ortadan kaldırılmıştır. (s.139)

Bilgi herkese açık, ancak ait olduğu alanda, belirli bir eğitim sürecini başarmış insanların elde edebileceği bir şeydir. Bu nedenle, Fuzuli’nin dile getirdiği gibi, ‘’İnsanlar arasındaki eşitsizliğin gerçek nedeni bilgidir.’’ (s.157)

Bütüne ilişkin sahih bir tasavvur, anlam veren kavram örgüsü, o bütün içerisindeki parçaların da bütünle ilişkili olarak anlamlı olmasını sağlar. Bu nedenle siyasi, iktisadi, toplumsal, ilmi vb. sahalardaki sahih tasavvurlar ancak ve ancak sahih bir kavram-örgüsü ile mümkündür. (s.171)

Bir şeyin hakk ve hakikatini anlamak için ise en temel şart, düşüncenin kavramsal, nedensel, yöntemsel ve eleştirel doğasını bilmek, meleke haline getirmek ve uygulamaktır. (s.179)

Bir tapınak olan caminin karşısına eğitim-öğretim yeri olan okulu koyan; ibadeti yönlendiren kişiyi, imamı, eğitimi-öğretimi veren öğretmen ile karşılaştıran bir kişinin sosyolojik çözümlemesi ancak kocakarı teşhisidir. Çünkü okulun mukabili mekteptir, eğer okuldan üniversiteyi anlıyorsanız medresedir; öğretmenin mukabili de ya muallimdir ya da müderristir. Olgu ve olayı hem cehalet hem de art niyet nedeniyle yanlış idrak edince teşhisiniz de, tedaviniz de yanlış olmaya mahkumdur. Bu kadar yanlışın bir araya geldiği bir yerde, İslam-Türk kültürünün vücud, mevcud, idrak, ilim, cemal, fazilet, sıdkiyet gibi kavramları üzerinde konuşmak; Füsus ve şerhleri, Misbahu’l- uns, Ahlak-i Ala-i, Şerhu’t-tecrid, Mevakıf ve şerhleri, Burhan ve şerhleri gibi eserleri okumadan, İslam-Türk kültürünün iyi-doğru-güzel kavramları üzerine ahkam kesmek yalnızca cehaletle açıklanamaz. (s.183)

Kaynak:
Seda Midi, http://hikmetiezeli.blogspot.com/2018/01/kendini-aramak-ihsan-fazloglu.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts