İhsan Fazlıoğlu: "Türkleri hadım etmek!"

İhsan Fazlıoğlu: "Türkleri hadım etmek!"


İtibar -aylık edebiyat ve fikriyat dergisi-, Sayı 29, s. 26-28, Şubat 2014
Delikanlı, dest-i izdivâç niyetiyle, genç ve güzel bir kıza tâlibtir; niyetini gerçekleştirmek için uygun aracıları devreye sokar; kızın âilesi ziyâret edilir. Geleneklerin-göreneklerin muktezasınca istekte bulunulur. Kızın babası, isteği dikkatle dinler; kızının istikbâlini ilgilendiren pek çok konuda sorular sorar; verilen yanıtları ciddiyetle takip eder. Nihâyetinde, delikanlıya dönerek: “Evet! Hiç bir konuda hiç bir sorun yok; her şey mükemmel... Ancak bu evliliğe rıza gösterebilmem için bir şartım daha var; bu şart, benim için bir ilke mesâbesindedir; bu nedenle üzerine müzâkerede bulunmam; böyle bir teşebbüse izin dahî vermem. Delikanlı, söylenilenlere dikkat kesilir ve “Elbette efendim! Merak buyurmayınız! Elden geldiğince, tâlip olduğum kerîmenizle bu izdivâcın gerçekleşmesi için, şartınızı yerine getirmeye çalışacağım. Dinliyorum efendim!” der. Adam, delikanlıya dönerek, “Şartım şu: Kızım ile evlenmek istiyorsanız, hadım olmayı kabul etmelisiniz!”.

Evrensel kümede bir şey’in diğer bir şey’den farkını, o şeyi o şey kılan ve diğer şey’den ayıran en temel özellik belirler. Klasik mantık’ta fasl denilen bu en temel özellik, ayırmak, bölmek anlamına gelir. Örnek olarak, insan, cins olarak canlılar kümesine mensuptur; ancak canlılar içinde, böcek, balık, at ve kuş gibi, insan olmayan pek çok başka var-olan vardır. İnsanı, diğer canlı olanlardan ayırmak için, ona ait olan, ama o-olmayanlarda bulunmayan en temel özelliği tespit etmek gerekir. Bu en temel özellik, mesela düşünmek, canlılar kümesini böler ve işâret edilen en temel özelliği paylaşan bireyleri, paylaşmayanlardan ayırır; sonuçta en temel özellik altına düşen işâret edilen(muşârun ileyh) bireyler, canlılar kümesi(:cins) altında, yeni, düşünen canlılar(:tür, nev‘) kümesini oluştururlar. Felsefe-bilim tarihi boyunca, fasl(:ayrım, bölen, differentia) en merkezî tartışma konularından biri oldu; mâhiyet, öz, türsel öz, tümel, sûret, illet gibi, zâtî bakımdan bir (müttehidun bi’z-zât), itibârî bakımdan farklı (muhtelifun bi’l-i‘tibâr), pek çok değişik kavramla anıldı ve varlık uzayı konusunda derin tartışmalar yapıldı. Kelâmcılar ise, ehassu’s-sıfat yani en temel nitelik adını verdikleri fasl kavramını, en temel özellik olarak gördüler ve varlıkça bir değer yüklemediler; ancak Evrensel Küme’deki var-olanların sınıflandırılması için vazgeçilmez kabul ettiler. Günümüzde dahî, matematikte, kümeler nazarîyesinde, herhangi bir var-olanın bir kümenin elemanı olabilmesi için, kümenin diğer elemanlarıyla paylaştığı, en temel-ortak özellik olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Anlatının hemen akabinde, fasl, ehassu’s-sıfat konusunda kısa nazarî bir sunum yapmamızın temel nedeni, her türlü mümkün anlamlı konuşmanın asgarî şartının sınırlarına işâret etmek içindir. Çünkü mümkün konuşmanın imkânının asgarî şartı, tanımlanmış, sınırlanmış ve belirlenmiş mefhûmlardır. Bir şeyin mefhûmunu elde etmek için o şeyi, tanımlamak(:sınırlamak/belirlemek) gerekir; bunun için de, tanımlananı(:sınırlananı/belirleneni), ötekilerden ayıran(:fasl) sınırı(:hadd) yani ayrımı, böleni, en temel niteliği tespit etmek elzemdir. Tersi durumda, yani faslı atlayan her konuşma ilkeler(usûl) ile değil ayrıntılar(furû‘) ile uğraşır; mefhûmlarla iş göremez, lafızlara takılır; bu durum da, kişiyi, bilgiye(hem marifet hem ilim anlamında) taşımaz, malûmata(data, information) boğar. Eskilerin faslu’l-mekâl dedikleri yani konuşmanın en temel ayırıcı özelliği, özü, bizâtihî o konuşmanın maksadını belirler, istikâmetini tevcîh eder; tüm bu özellikler de o konuşmayı insan için anlamlı(:ma‘nâlı) kılar.

Bu nazarî mülâhazalar ile tekrar anlatıya bakıldığında, kızın babasının koştuğu şart, evlilik eyleminin doğrudan faslına, ehassu’s-sıfatına yöneliktir; bu nedenle sınırı ortadan kaldırır; sınır ortadan kalktığı için, evliliğin içeriği belirsizleşir; artık evlilik sözcüğü, mefhûmunu kaybeder, salt lafız hâline döner; sonuçta faslın olmadığı evliliğin maksadı hâsıl olmaz; tüm bu nitelikler bir araya geldiğinde, evlilik anlamını yitirir. Sıralamaya dikkat edildiğinde, her bir kavramın birbiriyle ne kadar sıkı bir ilişki içinde olduğu görülür; bu nedenledir ki, hadd(:sınır) mefhûmu kadîm kültürümüzde son derece önemli bir yer tutar; hatta, tasavvufî kültürde, “haddini bilmenin” İslâm’ın altıncı şartı olduğu vurgulanır; haddini yani faslını, ehassu’s-sıfatını, ayrımını, sınırını bilmek...

Çağdaş Dünya’da Türklerin durumunun, yukarıdaki anlatı ile en iyi bir biçimde temsîl edildiğini düşünüyorum. Türkler, Dünya’da söz sâhibi olmak istiyor; ancak mütehakkim çevreler, bu isteği tek bir şartla kabul ediyorlar: Türklerin faslından, ehassu’s-sıfat’ından vazgeçmeleri... Türkleri, anlatıdaki delikanlıya, söz sâhibi olmak’ı da genç kıza benzetirsek, temsîli olarak, Baba, mütehakkim çevreler, Türklere hadım olmayı şart koşuyorlar. Burada özellikle mütehakkim sözcüğünü kullandım, hâkim değil; çünkü hâkim, eşyânın faslına, sınırına uygun davranandır; davranışı da hükümdür; mütehhakim ise, eşyânın faslını, sınırını dikkate almaz, kendi nefsini eşyâya dayatır; buna da tahakküm denilir...; başka bir deyişle, hâkimin hükmüne hikmet eşlik eder; mütehakkimin tahakkümüne ise nefs...

Bir milletin söz sâhibi olması ne demektir? Bir milletin söz sâhibi olması ancak ve ancak öz sâhibi olması ile mümkündür. Daha önceki yazılarımızda da işâret ettiğimiz gibi, “özü olanın”, Türkçe’deki ‘-s’ ekinin dışarıya taşıma eylemi dikkate alındığında, “s-özü” olur; Atalarımızın “s-öz, özdür” demelerinin illeti de budur*. Bir milletin özü nedir? Burada, tarih metafiziğinin tuzağına düşerek, tarih-dışı(a-historic) ya da tarih-üstü(meta-historic) verili(vehbî) bir “öz” iddiâsında bulunacak değiliz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, öz, bir yanıyla fasl demektir; yani ehassu’s-sıfat... Her milletin, özü, faslı, ehassu’s-sıfatı o milletin tarihî tecrübesidir; kısaca, zaman içre, bir milletin mümkün tecrübesinin kazanılmış(kesbî) imkânları... Bu ilkeler çerçevesinde Anadolu-Balkan Türklerinin kesbî özü, Büyük Selçuklu – Anadolu Selçuklu – Beylikler – Osmanlı – Cumhuriyet çizgisindeki tarihî tecrübe ve bu tecrübenin muhtevî olduğu imkânlardır. İşte bu nedenle, Türklerin, Dünya’da söz sâhibi olmak talebi, aynı zamanda öz sâhibi olmayı istemek anlamına gelir; bu da, kısaca, Türklerin, dolayısıyla, bir gelecek inşâsı için tarihî tecrübelerine tekrar sâhip olmak istemeleri demektir. Kanımızca, diğer milletlerin de olduğu gibi, Türklerin faslı, ehassu’s-sıfatı, özü budur...; bu faslın, özün mütehhakkim çevrelerce niçin tehlikeli bulunduğunun yanıtı ise, daha önce kaleme aldığımız “Onlar, bize Türk derler” yazısında bulunabilir**.

Bu fasl, ehassu’s-sıfat bir ölçüt olarak alınıp Türkiye’deki her türlü düşünce, söz ve eylem için bir mîzân olarak kullanılabilir. Başka bir deyişle, Türkiye’de hangi öbekten olursa olsun, kişilerin bu topraklar için sahîh ve sâdık bir rüya görüp görmediği, ya da görmeyi isteyip istemediği, düşündüklerinin, söylediklerinin ve yaptıklarının, söz konusu fasla, ehassu’s-sıfata ne kadar mutâbık ve muvâfık olup olmadığı ile ölçülebilir. Bu rüyâyı, hangi ‘-izm’ ve ‘cı/cu’ altına düşen öbek görürse görsün, sahîhliği ve sıdkiyeti, ölçüt olan fasla, ehassu’s-sıfata nispetle tespit edilmelidir; öyle ki, Türklük adı altında görülse bile... Bu nedenle unutmayalım ki, günümüzde bazı kişilerin doksan dokuz cümleyi lehimize söylemelerine, kritik bir noktada, stratejik bir cümleyi, faslımızı ilgilendiren hususlarda, aleyhimize söylemeleri için müsâade edilir.

Bir ülkedeki iktidâr mücâdelesi de bu ölçüt çerçevesinde okunabilir; zîrâ, iktidâr herkesin tâlib olduğu güzel bir gelindir; mütehakkim milletler dışında, ancak hadım olmayı kabul edenlere verilir. Bu nedenle, mütehakkim güçler için, faslında ısrar etmeyen milletler bir sorun değildir; benzer biçimde faslına ilişkin bir iddiâsı bulunmayan, ister siyâsî, ister dinî, ister fikrî, her hareket de makbûl ve mahbûbtur. Sanıldığı üzre, mütehakkim güçler, bir ülkedeki, rejim, hukûk, insan hakları, vb. sorunlara, fasla taallük etmedikçe, bakmazlar; hatta dinî bir iddiânın güçlenmesine bile, yine aynı ölçüt çerçevesinde, itirâz etmezler; yeter ki iddiâ sahipleri, hadım olmayı kabul etsinler...

Bu çerçevede bakıldığında, bir ülkedeki her çeşit hareket, iktidâra tâlip ise, mütehakkim çevrelere, o milletin faslından uzak durduğunu garanti eder; ancak yönetilenlerin sınır içinde tutulması amacıyla, daha çok manipülatif olarak kullanılan ‘demokrasi’ hîlesi için, o milletin faslına, tarihî tecrübesine ilişkin, hamasî ve popüler, hatta vulgarize söylemleri geliştirir. Amaç, tarihî tecrübenin imkânlarını fark ettirmemek, ancak belirli bir duygusal tatminliği sağlamaktır. Çünkü, demokrasi hîlesinde en büyük amaç, halkı, büyük çoğunluğuyla, elde etmektir; kazanmak değil...

Anlatıya geri dönüldüğünde, sorun, şimdiye değin verilen tasvîr çerçevesinde ise, kişi, bir çatalın karşısında demektir. Bir taraftan evlenmek istiyor; diğer taraftan bu isteğin ancak evlenmenin faslından, ehassu’s-sıfat’ından vazgeçtiğinde mümkün olabileceği ihtârına muhâtap... Ne yapabilir? Kanımca, tek bir yolu var; o da, kızın, kendine kaçmasını sağlamak... Bu durumu temsîlimize uygularsak, Türkler, Dünya’da söz sâhibi olmak istiyorlarsa, söyleyecek bir sözlerinin olması, kısaca, mevcut duruma çare olabilecek bir teklîflerinin bulunması gerekiyor. Öz bir deyişle, neyi, niçin ve nasıl yaptığını bilmek...; liyâkat ve ehliyet sâhibi olmak... Başkalarının değirmenine su taşıyarak kendine hâs bir şey yaptığını zannetmek, amacı ne olursa olsun, en hafîf deyişle, saf dilliktir.

Bunun için nereden başlanabilir? Zor bir soru; ancak bu sorunun yanıtının yalnızca ne maddî ne siyâsî ne de dinî vb. olduğunu düşünmüyorum. Daha önceki yazılarımda ve seminerlerimde sorunun ilkece nazar ve bunun sonucunda hâsıl olan nazariyâta bağlı olduğunu dile getiriyordum. Ancak, tecrübelerimin ışığında, sorunun daha derin olduğu kanısındayım. Nokta-i nazarımızda yani nazar için durduğumuz, üstüne bastığımız nokta’da sorun var; ayarımız bozulmuş; kaymış; yanlış nokta’da, noktalarda duruyoruz. Ayar ise bir mi‘yâra göre verilir; bir milletin mi‘yârı, o milletin faslı ve ehassu’s-sıfatıdır. Bu nedenle, Türk milletine, tarihî tecrübesine, faslına, ehassu’s-sıfatına mutâbık ve muvâfık yeni bir ayar verilmeli; nokta-i nazarın noktası, tashîh edilmelidir. Tersi durumda, bir özümüz olamayacağından bir sözümüz, bir sözümüz olmadığından da bir teklîfimiz bulunmayacaktır.
“Ne yapmalı?” sorusuna gelince... Şu nokta’dan başlanabilir: Düşüncelerinde ve eylemlerinde bu milletin siyâsî, dinî, iktisâdî, fikrî, vb. tarihî tecrübesini ve değerlerini göz-önünde bulundurmayan hiç kimseyi dikkate ve ciddiye almamak... Türkçülük, İslâmcılık, milliyetçilik, vb. yaptığını iddiâ etse..., hattâ Türklük etrafında, mefhûmunu örtmek için, lafzî methiyeler dizse bile...

* İhsan Fazlıoğlu, “Varlık duyuşu”, Anlayış, Sayı 50, Ağustos 2007.
** İhsan Fazlıoğlu, “Onlar, bize Türk derler”, Anlayış, Sayı 22, Nisan 2005. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts