İhsan Fazlıoğlu: "Tarih hem ibret'tir, hem kuvvet"

İhsan Fazlıoğlu: "Tarih hem ibret'tir, hem kuvvet"

Anlayış Dergisi, (Sayı 13), Haziran 2004 

Anglo-amerikan sömürgeci zihniyet, en güzel ve en yetkin bir biçimde, Daniel Dofee'nün Robinson Cruse adlı romanında cisimleşir: İngiltere dışındaki topraklar boştur; oralarda hiç birşey yoktur. Cruse [Tanrı'dan sonra birinci olan Anglo-amerikan yani İnsan] orayı isti'mar eder [Arapça'da sömürmek karşılığı, kökü 'bayındır kılmak' olan bir fiilin kullanılmış olması ilginçtir], oraya medeniyet götürür; sıfırdan başlayarak, dönüştürerek, kendisine ait kılarak, benzeterek [=sömürerek]. Yer ise adadır, dolayısıyla anakaranın, başka bir deyişle anavatanının doğal bir devamı değil, deniz aşırıdır; öyle ise anavatanın doğallığını bozmayacak, bozamayacak, tersine onu besleyecek, maddî ve manevî [=zihnî] bir yapaylık'a kavuşturulmalıdır.

Bir milletin geçmişi yani tarihi üzerinde, en hafif tabirle, operasyon yapabilmek için göz önünde bulundurulması gereken ilk ilke, o milletin tarihinin yok-sayılması bu mümkün değil ise değersizleştirilmesidir. Çünkü bir milletin gelecek'ini belirlemek o milletin geçmişini yani tarihini tanımlamaktan geçer. İşte bu nedenledir ki, Türk milletinin tarihini tanımlamak; 'siz ne idiniz ki' sorusunun yanıtını bulmak; kısaca dendikte, 'ne olacaksınız' sorusunun yanıtını vermek demektir. Son zamanlarda, değişik mahfillerde tekrar gündeme getirilmeye çalışılan, en basit deyişi 'Türkler göçebedir' biçiminde özetlenebilecek Selçuklu-Osmanlı tarihini menfi tanımlama çabaları, esas itibariyle, Türklerin geleceğini tayin için Türklerin tarihini boş [=yahut değersiz] kabul etme girişimidir. Böyle bir kabul yabancılara operasyonları için imkan verecek; işbirlikçi yerlilere de vicdan rahatlığı sağlayacaktır: "Zaten biz ne idik ki ne olacağız".

İşte tam bu nokta sorunun en can alıcı, kırılma noktasıdır: Yabancıların "Siz ne idiniz ki ne olacaksınız" deyişindeki Sizi, yerlilere söyletmek, dolayısıyla Biz haline dönüştürmek: "Biz ne idik ki ne olacağız". Sizin Biz haline dönüşmesi; bizzat yerlilerin kendi geçmişlerini yok saymaları [=ya da değersiz kılmaları], en azından geçmişlerinden utanmaları nasıl sağlanabilir? Başka bir deyişle yerlilere "Biz falanca veya filanca devletler, milletler olmadan 'adam/insan' olamayız; bir şey yapamayız" dedirtmek nasıl mümkündür? Elbette bu sorunun tek bir yanıtı var: Eğitim! Kısaca, anaokulundan temel eğitime, liseden üniversiteye değin yerli çocuğa, gence, kişiye "Senin bir geçmişin yok" inancını yerleştirmek; akabinde de "Sen bizsiz bir şey yapamazsın; senin gelecek'in biziz" dedirtmek; bu halet-i ruhiyeyi bir düşünme ve davranış biçimine dönüştürtmek.

Anglo-amerikan zihniyeti için önemli olan milletlerin bağımsızlığı değildir. Tersine milletlerin mekana ilişkin bağımsızlıkları işlerin iyi yürümesi için bir gerekliliktir [Dünya düzeni bu nedenle eyalet kavramını çok sever]. Korkulan, bir milletin özgürolmasıdır; yani bir milletin özünün gürleşmesine imkan veren bir yaşama biçimine ve bunu sağlayan bir eğitim ve terbiye anlayışına sahip olunmasıdır. Bir milletin özünün gürleşmesi ancak ve ancak o milletin doğal seyrine yani tarihine kavuşmasıyla mümkündür. Köklerini tarihlerinde bulan arzuları, tutkuları, istekleri, beklentileri ve ümitleri ketlenen, engellenen milletler kendi devletlerine karşı yabancılaşırlar. Bu karşılıklı yabancılaşma ise milleti sürekli bir iç-savaş halinde tutar; sonucundan da yabancılar beslenir.

Daniel Dofee'nün Robinson Cruse adlı romanındaki, yukarıda işaret edilen çerçeveye uygun olarak Türk tarihinin yok sayılması yahut en azından karalanması [=değersizleştirilmesi], peşisıra efendilerin istekleri yönünde dönüştürülmesi, değiştirilmesi, Tanzimat'tan bu yana, Londra'ya, Kahire'ye, Paris'e, İslamabad'a, Moskova'ya, Tahran'a, Vaşington'a, Cezayir'e gidip gelen, bir türlü bu topraklarda kök salayamayan, İstanbul'u bulamayan zihnî göçebe aydınların en birinci vazifesi olmuştur: Türk milletinin özünün gürleşmesi elinden alınmış; yapaylaştırılmış, sürekli bir iç-çatışma ortamı içerisine sürüklenmiş, "biz ne idik ki ne olacağız" psikozu içerisine yuvarlanmış; tüm bu hedefleri düşünüş ve davranış biçimi haline dönüştürecek bir eğitim [=ve dolayısıyla düşünce] sisteminin cenderesi içerisine sokulmuştur.

Joseph Conrad, Nostromo: A Tale of Seabord adlı eserinde bu durumu açıkça şöyle dile getirir: "Dünya istesin ya da istemesin, biz dünyanın işlerini yürüteceğiz. Dünya başka türlü yapamaz; sanırım biz de." Dünya böyle bir talebi geri çevirirse yanıt hazırdır: "Kimin iyi yerli kimin kötü yerli olduğunu biz Batılılar kararlaştırırız; çünkü tüm yerliler bizim tanımamız sayesinde varlık kazanıyor, var-oluyor. Yerlileri biz yarattık ve düşünmeyi öğrettik.". Öyleyse mevcud duruma ilişkin soru sormak, yani cevap taleb etmek, 'itiraz etmek' anlamına gelir. Bundan dolayı "sömürgeci iyilikseverlik dünyayı demokrasi için güvenli bir duruma getirmeyi" planlar. Bunun için de "Yerliler bizim uygarlığımız için eğitileceklerdir". Bu eğitimin ilk ve vazgeçilmez tek ilkesi ise, "Her şeyi Batı Medeniyeti'nin tanımladığı şekilde benimsemektir".

Yapılan alıntı Joseph Conrad'ın kaleminden Anglo-amerikan niyetini apaçık bir biçimde ortaya koyuyor: Tüm dünyada, [ama özellikle Türkiye'de] soru sorabilecek, cevap talep edebilecek insan yetişmesi ve böyle bir insanın yetişmesini mümkün kılacak eğitim zihniyeti engellenmelidir. Yoksa hiç kimse Türk okullarında Amerikan millî marşı söylenmesinden, şükran gününün anılmasından, cadılar bayramının kutlanmasından, Türk dilinin ingilizceleşmesinden, Türk gençlerinin 'yankee'leşmesinden, ahlaklarının dumura uğramasından, hem maddî ve hem manevî açıdan ikinci bir Kurtuluş Savaşı veremeyecek hale gelmesinden/getirilmesinden şikayetçi değil. Yeter ki düzeni sarsacak bir soru soracak ve cevap talep edecek bir kişi dahi yetişmesin. Öyle ya Türkler NATO üyesidir; üye olunan düzene ilişkin sorulacak her soru, talep edilecek her cevap üyeliği zedeler. Peki!, Türk olmaktan nasıl kurtulunulur? Yanıtı basit: Türk tarihinden kurtularak! Bu nasıl sağlanır? Bu sorunun da yanıtı kolay: Türk gençliğini Anglo-amerikan değerlerine [=protestan ahlaka] göre eğitmekle, terbiye etmekle; kısaca demek gerekirse, Türk milletini içerik itibariyle yapaylaştırarak yani tarihsizleştirerek.

Her milletin doğal yeri tarihidir. Bir milletin doğal yerini bulması o milletin özünün gürleşmesini, özgürleşmesini sağlar. Bu nedenle her millet eğitim ve terbiye sistemini doğal yerini verecek bir biçimde organize etmelidir. Aksi takdirde, millet yapay yerde yapaylaşır; bir süre sonra da iç-çatışmaya yuvarlanır. Sonuç: maddî ve manevî (=zihnî) imkanların tükenmesi ile birlikte o milletin de tarih sahnesinden silinmesidir. Unutulmamalıdır ki tarih yalnızca ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak/devşirilecek bir zemindir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts