İhsan Fazlıoğlu: "Türklüğe Dair -Geçmişten geleceğe-"

İhsan Fazlıoğlu: "Türklüğe Dair -Geçmişten geleceğe-"


Türkiye Günlüğü, üç aylık fikir ve kültür dergisi, Sayı 99, s. 35-40, Güz 2009, Ankara 


Türklüğe Dair
-Geçmişten geleceğe-
Günümüzde, son siyasî gelişmelerle birlikte en çok tartışılan kavram Türk/Türklük kavramıdır. Kavram, çokları birleştirdiğine; çokluğu birliğe dönüştürdüğüne; kavramın özü de çokları o bir-kılan özellik olduğuna göre, Türk kavramının mantıkî ayrımı nedir? Hırsıza bile hırsız dememizi olanaklı kılan özellikler söz konusu iken bir kişiye ya da kültüre Türk adını vermemizi olanaklı kılan nitelikler, ilkeler olmalı değil midir? Açıktır ki, Türk olmanın ilkeleri vardır ve bu ilkeler Türk tarihinde içkindir; bu nedenle Türk olmak bir his değil bir bilinç, bir duygu değil bir bilgi sorunudur. 1876'da Rus Generali Michail Grigor Cernayev'in dillendirdiği "Demek ki yalnızca Türkleri değil, onların tarihini de yenmek gerek" s-özü, -özü dışarı vuran, bu çerçevede söylenmiş, "muhtasar ve müfit" bir deyiştir. Ancak bu deyişe, günümüzde şu yargıyı eklemek zorunludur: Bir milletin askerî-siyasî örgütünü düşmanları, tarihini o milletin aydınları yener. Öyleyse bugün yapılması gereken, yalnızca Türk olmayanlara değil, Türklük denilen vâkıâya mensubiyet duyanlara, yani bizatihi Türklere de, tarihlerini hatırlatmak gerekiyor; çünkü yarın dünden başlar.

Onlar Bize Türk Derler

Dikkatli ve titiz bir okuma, Anonim Tevârih-i Âl-i Osmanlar ile Âşıkpaşaoğlu'nun Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserindeki ilginç bir noktayı tebarüz ettirir: Hem meçhûl müellif(ler) hem de Âşıkpaşaoğlu, bizzat kendileri olayları hikâye ederlerken, müslüman, ehl-i İslâm veya nadiren Türk kelimelerini; karşı-taraf, başka bir deyişle, ehl-i küfür Osmanlılar hakkında konuşurken ise daima Türk kelimesini kullanırlar.

Bundan daha dikkat çekici olanı, Anonimlerin, müslüman Arap ordularının İstanbul'u kuşatmalarını anlatırken takındıkları tavırdır: İçlerinde Ebu Eyyub el-Ensârî'nin de bulunduğu bu kuşatmalardan birisinde, yapılan anlaşma gereği başlarında Ebu Eyyub'un bulunduğu silâhsız müslüman bir grup Ayasofya'da namaz kılacak, akabinde müslüman Araplar kuşatmayı kaldırıp gideceklerdir. Anonimler, bu vak'aları tahkiye ederlerken, müslümanlar, ehl-i İslâm gibi kelimeleri kullanırlar; söz karşı tarafa geçince birden bire, müslüman Arap ordularından bahsettiklerini unutmuşcasına, Türk kelimesini kullanmaya başlarlar:

Bu kez ol keşiş gelüp feryâd idüp saçın sakalın yolup: 'Zehi rüsvalık ettiniz. Bu Türkleri getürüp bizim Mekke'müze koydunuz'. /.../ 'Evet ben revâ görmezin kim sağ esen Türkler çıkalar gideler.' /.../ 'Andan Türkler gelüp geçdükde biz arkurı girelüm'. [N. Azamat çevirisi, s. 107-108; N. Öztürk neşri, s. 118-119].

Bu tarz bir tahkiyenin ne kadar bilinçli olduğunu gösterircesine, keşiş ile tekfur'un konuşmaları bitip, tekrar Anonimler anlatmaya başladığında, yine müslümanlar, ehl-i İslâm tabirlerine geri dönülür. Yukarıdaki iktibaslar, yoruma mahal bırakmayacak derecede açık ve seçiktirler. Müslüman yazarlar kendi ben-idraklerini kavramsallaştırırken, müslüman ile Türk kelimesini eş-anlamlı kullanıyor, karşı-taraf ise, bu iki kelimeyi aynîleştiriyor.

Özetlenen bu durumun oldukça geriye giden tarihî bir bağlamı mevcuttur: Papa II. Baschalis 1100 Ağustos'unda, Roma'da bir ferman yayımlar: "Müslümanlar eşittir Türkler". Bu âcil mesajın yayımlanmasının en mühim sebebi, hiç şüphesiz, Anadolu'da müslümanlarla savaşan Avrupa orduları içerisinde bulunan papazların Kilise'ye gönderdikleri notlardır. 11 Ekim 1098'de Antakya'da cereyan eden savaşlara katılan papazlardan birinin notlarındaki bir ibare şöyledir: "Her yerde Türkler". Nitekim 1188-1190 tarihlerindeki haçlı seferine katılan Alman imparatoru Barbarossa'nın ordusunda bulunan Ansbert, Latince kaleme aldığı kronikte Anadolu'dan, artık, Türkiye diye bahsetmektedir. Bir çeyrek asır sonra ise, 1228-29'da, Tannhauser'in Almanca Haçlı Seferi Şarkısı'nda, Anadolu için Türkie adı kullanılıyordu. Kısaca, Anadolu'da her yerde olan Türkler, tarihte ilk defa bir coğrafyanın, Türk kelimesine nisbetle anılmasını doğurmuştur: Türkiye yani Türklerle meskûn olan yer...

Daha da geri gidildiğinde Türk kelimesinin tarihçesi nasıl takip edilebilir: Araplar, hem İslâm öncesi hem de İslâmî dönemde Orta-Asya'ya nüfuz etmeye başladıklarında Gök-Türkler'in [552-731] damgasını taşıyan bir kültür ortamıyla karşılaştıklarından; ayrıca Sulu Kağan komutasındaki Türkeşler Devleti [630-766] ile savaştıklarından, Türk kelimesini, Parsların Turan kelimesine tercih ederek, yaygınlaştırdılar ve Orta-Asya'daki tüm kavimleri Türk diye adlandırdılar. Deyiş yerindeyse, Türk kelimesini cihanşumûl kılan, Arapça'dır. 745'de kurulup 840'da Kırgızlar tarafından yıkılan Uygurlar'ın ise İslâmî bir dönemde vücut bulduğu gözönünde bulundurulmalıdır.

Metinlerin dikkatli ve titiz bir incelemesi, ne genelde Arapların ne de özelde, Türkleri kendilerine konu edinen Cahız ile İbn Hassul'un Türk kelimesini kullanımları bir millete delâlet etmez. Bu sebepten ötürü, Türk-olan, yani Türkî olan ile bir kavmin tarihî bir vâkıâ haline gelmesi, yani millet olması anlamındaki Türk/Türklük kelimesi birbirinden ayrı değerlendirilmelidir. Arkeolojik kazılar, ya da diğer çok yönlü tarihî araştırmalar Türkî olan hakkında bilgi verebilir; ancak Anadolu ve Balkanlar'da vücud bulan Türklüğün organik tarihiyle doğrudan bir alâkası yoktur. Benzer biçimde Kuzey Afrika'da, Yemen'de ya da değişik İslâm coğrafyalarında vücud bulmuş müslüman Türkî tarih bile, Anadolu ve Balkanlar'da yeşermiş, anlam kazanmış Türklük için mukavvim bir değer ifade etmez.

Öyleyse, Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında tecessüm eden, anlam kazanan Türklük, dolayısıyla Türk, tarihî bir vâkıâ olarak tarih sahnesine, Oğuzlar'ın 1040'da, Gazneliler'e karşı Dandanakan meydan muharebesini kazanmasıyla çıkmıştır. Malazgirt (1071), Anadolu Selçuklu (1075), Osmanlı (1299), İstanbul'un fethi (1453), Türkiye Cumhuriyeti (1923) sürecini izleyen bu tarihî vâkıâ, bu coğrafyada yaşayan insanların tarihî ben-idrakinin organik içeriğini oluşturur. Bu sebeple Türklüğün tarih sahnesine çıkışını, dolayısıyla Türk Devleti'nin kuruluşunu, Erol Güngör'ü takip ederek, 1040 tarihiyle başlatmak tarihî vâkıâya mutabık olması bakımından en doğrusudur. Papa II. Baschalis'in fermanında dile gelen "Müslümanlar eşittir Türkler" (veya "Türklük Müslümanlıktır!") ifadesinin muhatabı da bu tarihî içeriktir.

Kapalı-ırk anlamında, ilahî olarak seçilmiş, misyon sahibi, tarih yapan bir ırk kavramı, bırakınız dinî, felsefî gerekçeleri insanî açıdan bile, en basit ifadeyle saçmadır. Çünkü tarih kesbî'dir, vehbî değil. İbn Haldun'un dediği gibi: "Allah, hiç bir zamana, mekâna, kavme, aileye ve kişiye mahsus ahkâm tahsis etmez". Tarih kazanıldığı gibi kaybedilebilir de... Ali el-Amasî'nin Tarikü'l-edeb'de evsafını verdiği; Mevlâna İsa'nın, Camiü'l-meknunât'ta Frenklere/Gâvurlara karşı konumlandırdığı; Şeyh'ül-İslâm İbn Kemal'in hakimiyet sürecini tavsif ettiği Türkler, İslâm ile tarihî vâkıâ haline geldiler, yani millet oldular. Düşmanlarının, "imkânı paylaşan ve istikameti muhkem olan insanlar" diye tanımladıkları Türkler için Goerge Tractatus, 22 yıllık tutsaklık hayatından sonra kaleme aldığı ve 1480'de basılan hâtıratında şöyle der: "Türkler dini, tabiî vazife olarak görür ve yaparlar. Öyle yaşarlar ki, insan onların mülksüzlüğü sevdiğini sanır".

Anadolu ve Balkanlar bağlamındaki Türklük, tarihî müktesebâtın kendisine verdiği hak ile bu hakkın omuzlarına yüklediği vazife dolayısıyla mecazî anlamda seçkindir. Başka bir deyişle Selimiye, Edirne'de; Süleymaniye, İstanbul'da bulunduğu; İstiklâl Harbi, Anadolu'da yapıldığı için kazanılmış bir seçkinlik ve sorumluluk... Ancak, Türkler, Mehmed Vanî Efendi'nin (ö 1685), Tevbe Suresi'nin 39. âyetindeki "yerinize başka bir milleti getirir" ifadesini Araplar'ın yerine getirilen milletin Türkler olduğunu belirterek yorumlamasına benzer biçimde liyakatini kaybedenin seçkinliği de kaybedeciğini akıllarında tutmalıdırlar. Yine günümüzün Türkleri, Karaman Bey'ine Grand Karaman, Osmanlı Sultanına ise Grand Turc diyen Avrupalıların ifadelerindeki kasıd üzerinde yeniden düşünmelidirler.

Türklerin Manevî ve Fikrî Soykırımı
1. Öncül
Hüsrev Paşa'nın 1830 sonrasında Paris'e tahsil için yolladığı, Fransız Harp Okulu mezunu, bir süre de Fransız ordusunda görev yapan Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Tanzimat Devri'nde de sadrazamlık yapan devlet adamlarımızdandır. Fransız ordusunda görev yaparken, bir gün, Fransa kralı, Paris'teki Osmanlı elçisi Fethi Paşa ile birlikte yanına gelir. Kral, konuşmasında, geleceğini gördüğü bu genç askere, Osmanlı Devleti'ne başta subay olmak üzere teknik sahalarda uzman ve eğitmen göndermeyi arzu ettiğini, böylece Fransa'nın Türklerin medeniyette ilerlemeleri için katkıda bulunmak istediğini belirtir. Mehmed Emin Paşa, Kral'ın bu sözlerine şöyle karşılık verir: "Haşmetmeab, yapmayı düşündüğünüz bu şey hiçbir işe yaramaz. Hem bu göndereceğiniz adamlar istekleriyle bizim canımızı sıkacaklar, hem Fransa'nın hem de Avrupa'nın medeniyetinden bizi soğutacaklardır. Gelin bunun yerine bize birkaç bin, akıllı ve güzel yosma gönderin. Bu yosmalar bizi daha çabuk medenîleştirirler; Fransızlaştırırlar bile?". Mehmed Emin Paşa, bu ilginç isteğini önce kendi nefsinde tatbik etmiş, karısı Melek Hanım böyle birisi olmuş, kendisi de kestirmeden medenîleşmiştir. Öte yandan bu isteği duyan bazı uyanık Fransızlar pek çok Fransız yosmayı Türkiye'ye, özellikle İstanbul'a yollayarak seçkin, -belki de çılgın demeliydik- Türklerin hizmetine sunmuş; bu çerçevede kurulan dadılık kurumuyla, bu Avrupalı yosma dadıların yetiştirdiği pek çok Türk çocuğu, daha hızlı medenîleşmiş, hatta Fransızlaşmışlardır. İşte Tanzimat erkânı?

2. Öncül
Düşüncesinde doğru'yu değil yalan, yanlış, hatta saçma bile olsa faydalıyı esas alan, misafirperverliği bedevîlik âdeti kabul edip medenî insanların ondan kurtulmasını salık veren, karma evliliği bir Avrupaî âdâb-i muaşeret ilkesi olarak savunan, ömrü boyunca kavm-i necîb dediği Anglo-Sakson yaşama tarzını Türk toplumuna ithal etmeye çalışan, ilk beyannamesini hazırladığı İngiliz Muhibler Cemiyeti'nin kurucu üyesi Abdullah Cevdet, bir din gibi benimsediği biyolojik materyalizmin belki de itikadî gereği olarak, Türk toplumunu ıslâh için Avrupa'dan damızlık getirtecek kadar faydalı bir düşünceyi ileri sürer. Böylece Avrupa'dan, özellikle Anglo-Sakson dünyadan getirtilecek damızlık erkekler süflî Türk ırkını ıslâh edecekler, sonuçta Türkler de medenîleşecektir. Kendisi ne kadar iyi niyetli olursa olsun, düşüncesi de ne kadar saptırılmışsa saptırılsın, en azından tekliflerinin dönemin kamuoyunda bu şekilde yorumlanması, elitlerimizin biz halk için ne kadar ciddi ve derin kaygıları bulunduğunu gösterir. İşte İttihat ve Terakki erkânı?

3. Öncül
Yedi düvelden yosmalar ve damızlıklar geldi bu ülkeye, İstiklâl Harbi'mizde hepsini denize döktük. Hem yosmalardan hem de damızlıklardan istiklâl elde ettik derken şimdi de turizmden ve turistlerden bizi medenîleştirmesini bekleyen aydınlarımız türedi ötede beride? Mehmed Emin Paşa ve Abdullah Cevdet'in bu yeni neslin temsilcilerine göre turistler, dolayısıyla turizm sektörü, şu anda Türk toplumundaki pek çok sorunu çözmeye aday bir felsefî-fikrî sistemdir. Örnek-insan turistler, süreç içerisinde Türk insanını, inançlarından, gelenek ve göreneklerinden koparacaklar, kısaca medenîleştireceklerdir. Turist bir önceki yosma ve damızlık teorilerini beraberce içeren üst bir kavramdır; çünkü gelen turistler arasında yosmalarda var damızlıklarda? Çok kısa bir zaman içerisinde kat ettiğimiz felsefî seviye, turist sözcüğünün bu aydınlar nezdindeki kuşatıcılığını, kavrayıcılığını ve derinliğini göstermektedir.

1. Sonuç
Şimdiye değin özetlediğimiz düşünceleri temsil eden yosma-damızlık-turist kavramlarının derin felsefî seviyesi, Osmanlı münevveri ile Türk aydınının da yüksek felsefî-metafizik seviyesini göstermektedir. Şu, artık açık-seçik bir hakikattir ki, Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını nazarında halk hiçbir zaman önemli ve güvenilir bir güç değildir. Halk hiçbir değer taşımaz; halk yalnızca seçkinlerin sürekli denetlemesi gereken manipülatif bir araçtır.

Kendi halkından bu kadar iğrenen bir yaratık olarak Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını için Türk'ün kayda değer hiçbir hasleti yoktur. Tarihi, dini, dili, siyaseti, giyim kuşamı, oturuşu kalkışı, kısaca maddî, manevî ve fikrî tüm gelenek ve görenekleri ile Türk olumsuzdur. Halkının hissiyatı, vicdâniyatı ve fikriyâtından bu kadar uzak olan, uzak duran münevver ve aydın için Türk kavramı, içi doldurulması gereken boş bir kavramdır. Bunun bugün Batı'yla, Avrupalılıkla doldurulması önemli değildir, tarihte Tabgaçlar döneminde Çinlilikle, daha sonra Farslıkla, Araplıkla doldurulmuştu; ileride de, durumdan vazife çıkartacak aydınlarca, mesela tekrar Çinlilikle doldurulabilir.

Boş bir kapı doldurmak kolaydır. Uzun ve güçlü bir tarihî, dinî, siyasî, ahlâkî, vs. birikimi olan, kısaca dolu olan Türk toplumunu nasıl başka bir şeyle dolduracaksınız. Elbette mevcut olanı, boşaltarak; bunun için de mevcut olan her hasleti, birikimi her türlü aracı kullanarak kötüleyerek, karalayarak, tahkir ederek, kısaca Türk milletini Türksüzleştirerek. Bir boşalan kapı, başka bir şeyle doldurmak kolaydır: Yosmayla, damızlıkla, turistle?

2. Sonuç
Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydınının metafiziği yoktur. Bu nedenle Türk milletini de hızla metazifiği olmayan bir toplum haline getirmeye çalışmaktalar. Metafiziği olmayan bir toplumun maddî gelişmişliği ne kadar ileri seviyede olursa olsun, manevî ve fikrî bir başarı gösteremez. Maneviyâtı olmayan toplum vicdansızlaşır; birbiriyle savaşır; fikriyâtı olmayan toplum ise gayesini kaybeder, iddasızlaşır.

3. Sonuç
Milletler tarihte yalnızca maddî soykırıma uğramazlar; manevî ve fikrî soykırıma da uğrarlar. Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını Türk milletini manevî ve fikrî soykırıma uğratmaktadır.

4. Sonuç
Beka-i devleti siyaset, beka-i milleti bilgi sağlar. Bilgi siyaseti kuşatmalı, münevver ve aydının yerini Türk bilgini almalı.

Türkler'in Geleceği Ne Olacak?

Dünya, Roma'nın düşüşünden ve Barbarların istilâlarından bu yana, barbarlığın ve cehaletin kol gezdiği binlerce yıllık bir uykuya daldı. Ancak 1453'den beri medeniyet yeniden dirilmeye başladı; çünkü Türkler medeniyet yolunda hem kendileri büyük ilerlemeler gerçekleştirdiler hem de gerçekleşmesine sebep oldular. Batı Avrupa'da bu tarihten itibaren coğrafi keşifler yapıldı, değişik icatlar gerçekleştirildi ve bilgi hayatı büyük atılımlar içerisine girdi. Ve bu süreç hâlâ devam ediyor. Ama...

Bu düşünceleri, çağının genel kabûllerine uyarak dile getiren ünlü bilgin Kepler bir yandan ortaya çıkan durumu olumluyor, öte yandan Türklerin merkezinde yer aldığı ve belirleyici konumda olduğu bir dünyada yaşamaktan şikâyet ediyor. Nitekim "Ama..." diye başlayan cümlenin devamı ise şöyle: "Türklerin geleceği ne olacak?". Başka bir deyişle gelecekteki dünyada Türkler'in yeri, konumu ve etkisi ne olacak?

Modern felsefe-bilim tarihinin, özellikle modern astronomi tarihinin önemli adlarından birisi olan Kepler'in bu soruya nasıl cevap vermeye çalıştığını, ne tür araçları ve usûlleri kullandığını incelemek oldukça ilginç. Çünkü ünlü bilgin, pozitif bilim tarihi kitaplarının hikâye ettiği kadar 'pozitif' değil. Büyük oranda animistik ve mekanik-olmayan bir dünya resmine sahip bilgin bu soruya astrolojiden hareket ederek bir cevap bulmaya çalışır da ondan.

Annesi büyü sanatlarını icra etmekle suçlanan bir 'cadı' olan ve astronomi bilimini "ilâhi vahiy" olarak gören Kepler, bir çok kitapta astrolojiyi olumsuzlayan bir kişi olarak takdim edilir. Ancak Kepler'in eleştirdiği ve eski-astroloji dediği büyük oranda İslâm medeniyetinden tevarüs edilen astrolojidir. Ona göre, eski-astrolojinin en büyük yanlışı dinî ve siyasî olayları yıldız-astrolojisiyle tespit etmeye çalışmaktı; bu açıdan eski-astroloji yanlıştır. Çünkü dinî ve siyasî büyük tarihî değişiklikler, ancak ve ancak kuyruklu yıldızlar ile yeni keşfedilen yıldızlara dayanılarak yapılan yeni-astroloji tarafından öngörülebilir.

Kadim medeniyetlerde astroloji bir askerî bilim olarak kendisi için üretildiği misyon sahibi kişiye Varlık'ın, özellikle ay-üstü kosmos'un projesini desteklediğini gösterir. Bu ilâhî destek ve eylemin kosmik karşılığı kişiye büyük bir moral destek ve güç verir. Zemininde bulunan kosmolojik ilkelere bağlı, astronomi ile matematik bilimlerin kombinasyonundan oluşan astroloji geleceğe ilişkin mümkün olayların tespiti konusunda insan zihnini diri tuttuğu gibi, kamuoyuna mistik bir moral aşılar. Bu nedenlerle astroloji tarih boyunca proje sahibi ve kendisine misyon biçen tüm insanların ve toplumların dikkate aldığı bir disiplin olmuştur.

XVI. yüzyılın ikinci ve XVII. yüzyılın ilk yarılarında Batı Avrupa'da dinî, siyasî, iktisadî ve ictimaî sahalarda meydana çıkan bunalımlar ile Türk hakimiyeti ve baskısı Batı Avrupalı aydın ve bilginleri, sonuçları tarihte gözlemlenebilen değişik arayışlara itti. Örnek olarak Machiavelli'nin Prens adlı eserinde çizdiği çerçeve Osmanlı Devleti'nin 'hile' kavramına dayalı olarak geliştirdiği dış politikanın bir anlatımıdır. Machiavelli bu politikayı Avrupalı yöneticilere genel siyasi yaklaşım olarak takdim eder. İşte Kepler de bu arayışların çerçevesinde mensubu olduğu kamuoyunu diri tutmak ve mistik moral aşalımak için astrolojiden istimdad etmiştir.

Kepler'e göre 1604'de keşfedilen yeni yıldız, sanıldığı gibi tesadüf ya da tabiatın mecburiyetinden kaynaklanan bir sonuç değil, tersine Tanrı'nın ilâhî takdiri ve kaçınılmaz bir planıdır. Bu yıldızın görünmesiyle Dünya'da büyük bir hareketlenme 'tetiklenmiş'tir. Astrolojideki "tetiklenmenin tabiî etkisi" teorisinden hareket eden Kepler şu öngörülerde bulunur: Avrupalı krallar güç için savaşacak; yeni görüş ve bu görüşleri savunan yeni gruplar ortaya çıkacak; ama en önemlisi Türkler düşürülecek, devrilecek ve yıkılacak. Zamanında İslâm dinine yönelik Batı Avrupa halkları nezdinde ortaya çıkan teveccühden rahatsız olan Kepler, tespit ettiği şu bilimsel sonucu da kamuoyuna duyurur: "İslâm'ı benimsemek için hiç bir 'tabiî' sebep yoktur". Ancak Kepler'in astrolojik öngörülerinde en önemli nokta, sık sık vurguladığı, eserinin son bölümünde vardığı sonuç ve verdiği tarihtir: Hristiyanlar Türkleri yenecekler; başka bir deyişle Türklere karşı çığır açıcı bir zafer kazanacaklar". Bu astrolojik öngörüleri Nova'nın zuhuru ile Saturn'un hareketlerinden yola çıkarak pekiştiren Kepler son olarak şunu ekler: "Tüm bu olaylar 60 yıl sonra yani 1664'den sonra gerçekleşecek". Tarihi bilgilerimize geri döndüğümüzde bu 'kehanetin' gerçekleştiği bile söylenebilir: 'Viyana bozgunu'.

Batı 1071'den bu yana daima Türkler'in geleceğiyle ilgilendi. Türklerin geleceğini yok etmek için siyaset, teknik, iktisat, vb. bir çok araç geliştirdi. Niyetleri Kurtuluş Savaşı'yla kursaklarında kalan Batılılar hâlâ Türkler'in geleceğiyle ilgilenlenmeye devam ediyorlar. Ancak bir farkla: Bu milletin geçmişini dikkate almadan, kısaca "Türkler'in geçmişi ne olacak' sorusuna cevap vermeden "Türkler'in geleceği ne olacak?" sorusuna cevap verilemeyeceğini gördüler. Çünkü bir milletin tarihine ilişkin 'kavram-çanak'ını nasıl tanımlarsanız o milletin geleceğine istediğiniz gibi yön verebilirsiniz. Bu ilkeden hareket eden içerdekiler ve dışardakiler Türkleri tarihleriyle muhatab kılmamak için tüm bilimsel teknikleri kullanıyorlar; Türklerin hem geçmişe ilişkin 'tarihlerini' hem de geleceğe ilişkin 'niyetlerini' tırnak içerisine almaya çalışıyorlar.

Neden?
Çünkü Türkleri hem bir daha içlerinden bir 'Gazi' çıkartamayacak şekilde anlam-dünyalarından yani tarihlerinden hem de bir daha "Kurtuluş Savaşı' yapamayacak şekilde ümitlerinden tecrid etmek şart da ondan. Peki tüm bunlar olurken Türkler ne yapıyor?

Zor bir soru. Ancak ne yaparsak yapalım şu ilkeyi dikkate almadan hileyi bozmak zor: Geçmiş, geleceğine ilişkin bir niyeti, gelecek ise geçmişine ilişkin hissi ve fikrî bir ünsiyeti bulunan milletler için anlamlıdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts