İhsan Fazlıoğlu: "Oruç: Bu-'ara'-da kendini 'ara'-mak"

İhsan Fazlıoğlu: "Oruç: Bu-'ara'-da kendini 'ara'-mak"


Anlayış Dergisi (Sayı 28)
Ekim 2005

Mitoloji'ye göre tanrılar, insan'ı var kıldıktan ve ara'ya koyduktan sonra, insan'ı insan kılan niteliği yani sırrı nere'ye saklayacaklarını aralarında uzun uzun, sıkı bir şekilde tartışmışlar. Bir kısım tanrı, sırrı Evren'in en ücra köşelerine savurmayı, insanın bu köşelere uzanamayacağını söyleyerek teklif etmiş; bir kısmı ise Yer'in en diplerine atmayı... Ancak bilge tanrılar, insan'ın meraklı olduğunu, bu merak sayesinde hem Evren'in en ücra köşelerini hem de Yer'in en diplerini araştıracağını, dolayısıyla bu yerlerin güvenli olmadığını bildirmişler. Tartışma tüm şiddetiyle sürerken bir tanrı, "Öyle bir yer bulalım ki insan, ihmalinden dolayı, ona nazar etmeyi/bakma'yı hatırlamasın" demiş. Böyle bir yerin neresi olabileceğini düşünen tanrılar en nihayet, insan için en-yakın yer'in aslında en-uzak yer olduğunu farketmişler. Sonuçta insan'ı insan kılan niteleği yani sırrı insan'ın içine gömmüşler.

O gün bu gündür insan, "büht ü hayret re's-i marifettir" deyip kendisini insan kılan niteliği hep dışarı'da aradı; ya Evren'in en ücra köşelerinde ya Yer'in en diplerinde. Kısaca, insan kendisini unuttu. Bu nedenledir ki "insan, nisyan ile malul'dur" denmiş; insan ile nisyan arasında köken yakınlığı kurulmuştur. Felsefe-bilim tarihi'ne bakıldığında da bu durum müşahede edilebilir: Sümerler'den Babilliler'e, Mısırlılar'dan Yunanlılar'a merak'ın, hayret'in hep gökyüzüne, yeryüzüne, kısaca dışarı'ya yöneldiği görülür. Dışarı'ya nazar eden insan'ı kendisine konu alan Sokrates ile öğrencisi Eflatun'un "bilgi'yi insanın unuttuğunu hatırlaması" şeklinde tanımlamaları; Eflatun'un insanın düştüğü bu durumu izah için inşa ettiği istiare-i temsiliye, düşünce tarihinde içeri'ye yönelmenin ilk adımlarını teşkil ederler. Öyle ki Eflatun, dışarı'nın bilgisini bile içeri'ye yerleştirir. Bu süreci, öğrencisi Aristoteles tamamlar: De Anima yani Kitab el-nefs yani Kendi'nin bilgisi. Nübüvvet ile ondan beslenen sufî düşünce okulları ise insanın kendisine ilişkin bilgiden çok, insanın kendisini tanıması'ndan bahsederler: "Men 'arefe nefsehu fe-kad 'arefe Rabbehu": "Kendini tanıyan Rabbini tanır".

İnsan'ın dışarı'yı bilmesi, karşısına alması demektir; bu ise insan ile dışarısı arasında bir ayırışmayı, farklılaşmayı, hatta yabancılaşmayı getirir. Bilgi de, böyle bir resimde, karşı karşıya konulmuş bu iki yabancının bir bağ ile tekrar bir araya getirilme işidir. Ancak, insan ister Evren'in en ücra köşelerini ister Yer'in en diplerini tarassud etsin; sonuç kendisini ihmal'dir. Çünkü insan kendisini ne köşerlerde ne de diplerde bulabilir. Düşünce tarihinde dışarıdaki yollardan giden hiçbir düşünür kendisine uğrama fırsatı bulamamıştır. Dışarısı ara'dır; aralıkta mevcut olan insan'dır; insan aralığı değil aralıkta bulunan kendisini aramalıdır. Başka bir deyişle aralıkta kayıp olan insan'dır; bu nedenle insan, ara'da arayan, aradığı şeyin kendisi olduğunu bilmelidir; tersi durumda insan ara-lık-da kaybolup gider. İnsanın kendisini bulmasının olmaz ise olmaz ilk şartı ise yine kendisini bu-ara-da, aralıkta bulmasıdır.

Dışarı'dan gidenler, dışarı'yı fazla ciddiye alanlar, sırrı yani insanı dışarıda arayanlar acz hissederler. Bu acz sürdürülebilir olmaktan çıkınca insanı korku/havf kaplar. Korku kalıcı bir hal alırsa kişiyi anlamsızlığa sürükler. Hayatı anlamlandırma yetisini kaybeden kişi ise ya kendisini koyverir yani aralaştırır ya da kendisini imha eder. Maneviyatı yani kişinin anlam dünyasını dışarıdan hareketle kuracağını zannedenler, zamanla, içeriyi dışarısına benzetir; insanı bir meta gibi algılamaya başlarlar. Acz ve neden olduğu korku, insan olmaklığın çıkış noktasıdır: [İnsaf ile ger olursa dikkat/Nimet mi değildir acze ruhsat]; ancak bu-ara-da kalmak insanın önce kendisini, daha sonra çevresini imha etmesinin başlangıcıdır:. İnsan'ın acz ve korkudan, kendisine geçmesi, kendisinde gömülü olanı bulması, kudemanın deyişiyle, hâle hamd etmesi, şükretmesiyle başlar; bu insana bir kuvvet verir; bu kuvvet de korku'yu ümide/reca dönüştürür. Öyleyse dışarı'dan içeriye, acziyetten kuvvete, korkudan ümide adım atma, hamd/şükr etme ile başlar. Bu nedenle hamd/şükür köprüdür; kişiyi dışarıdan içeriye taşır: [Hamd ana ki kıldı halka rahmet/Tahmîdde acze verdi ruhsat].

Dışarı'da acziyet hisseden insan, işgale çıkar; dışarısını bilme ve bu bilmeye ilişkin, teknoloji dedikleri tüm âlet ve edevât bu acziyeti giderme çabasıdır. Bundan dolayı acziyet hissetme insan olmaklığımızı hatırlama bakımından önemlidir. Tersi durumda dışarı'da saplanma, dışarı'nın iniş-çıkışlarında kaybolma yüksektir: [Acz olmasa hâl olurdu müşkil/Pây-i kec-i kilk olurdu der-gil].

İçeri'ye hamd köprüsünden giren bir kişi'nin bilmesi gereken ilk şey, burasının dehlizlerinin dışarıdan daha yoğun olduğudur: [Boşuna gezmişim yok tabiatta/İçimdeki kadar iniş ve çıkış]. Kudemanın deyişiyle dışarı'da, başka bir adlandırmayla söz-denizi'nde boğulmamak için insan'ın kendisine demir atması gerekir. İçeri'deki seyr ü seferin derinliği, sihhatli ve müstakim bir şekilde akması, kişinin kendisinde gömülü olanla temasının yoğunluğuna bağlıdır. Türkçemizde, insanın kendi içine düşmesi anlamına gelen düşünmek, bu anlamda, gömülü olan üzerinde katlanmaktır, derinleşmektir.

Kudema, insanın derunî seyahatının ibadet salıyla mümkün olduğunda hem fikirdir. İçer'deki okyanusun derinliği, dalgaların haşmet ve azameti, yolların iniş ve çıkışı, üzerinde yol alınan ibadet kayığının güçlü olmasını talep eder. Her bir şey'in kulluğu/ibadeti ne-üzerine-halk edilmişse o şey üzerine, kısaca doğasına uygun olarak varlığını sürdürmesidir. Bir taşın ibadeti taş-olmaklığına, bir ağacın ibadeti ağaç-olmaklığına, bir arının ibadeti ise arı-olmaklığına göre var-olması ve buna uygun/göre davranmasıdır. Bundan dolayıdır ki, insan'ın en temel ibadeti içerisinde gömülü olan sırra, insan-olmaklığını mümküm kılan niteliğe göre yaşamasıdır; diğer tüm ibadetler insanı bu temel ibadete hazırlamak içindir. Geleneğimizde tefekkür, taakkul ile teemmül'ün, taabbud kabul edilmesinin sırlarından birisi de budur.

Oruç, kişiyi, içerisinde gömülü olan sırra yönelmek için, dışarıdan içeriye taşıyan en önemli ibadettir. Hemen hemen tüm kadim kültürlerde, insanın kendisini keşfedebilmeye hazırlayan bir güzergah olarak bulunması, orucun kişinin kendisini ciddiye almasının en önemli göstergelerinden birisi olmasındandır. Oruç, insana dışarı'ya karşı bir iç-duruş verir; dış-korkuyu iç-ümide dönüştürür.

İnsan'ın içerisinde gömülü sırra gelince, ister varlık ister tanrı, ister varlık bağlacı ister haml-i vücudî, sır Huve'ye doğrudur. Sufî'nin dediği gibi: "Kesret vahdet'te madum; vahdet kesret'te mevcut değilse insan'ın elindeki kadeh'i ancak ölüm doldurur": [Şad şükrola Hayy-i lâyemûta/Kim erdi söz âlem-i sükûta].

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts