İhsan Fazlıoğlu: "Balkanlar hafızamızda tehlike yaratan bir anıya sahip mi?"
Anlayış Dergisi (Sayı 7)
Aralık 2003 |
İslâm medeniyeti'nde toplumları sınıflandırmanın ölçütü bilgi/ilimdi. Nitekim Kadı Said Endelüsî Tabakatu'l-umem adlı eserinde milletleri bilgi-üretenler ve bilgi-üretmeyenler biçiminde iki ayırmıştı. Modern dönemde ise toplumları sınıflandırmanın ölçütü hatırlama yani tarih. Nitekim XX. yüzyıl Balkan tarihinin yetiştirdiği önemli düşünür ve devlet adamı Aliya İzzetbegoviç şöyle diyor: "Hatırlama, ilerlemiş medenî halklar ile geri kalmış ilkel halkları biribirinden ayıran ölçüttür. Medenî halkların anıları vardır. Önemli olaylarını hatırlayan halklar tarih dediğimiz şeye sahip olurlar". Aliya'nın deyişinde üç önemli kavram var: Hatırlama, anı ve tarih; bir de arkada duran ama her üç kavramı kuşatan hafıza.
Soruna nüfuz etmek, etrafını çevrelemek için Herakleitos'un izinden gidelim ve etimosun [kelimenin kökünün] hakikati verdiğini kabul ederek bu üç kavramın köklerinin, üzerine söyleştiğimiz konu bakımından, nelere işaret ettiğine bakalım. 'Hfz' kökü korumak, savunmak ve bakımlı tutmak anlamlarına sahip; 'htr' kökünde ise savunmak yanında önem, ciddiyet ve üstelik tehlike manaları mevcut; aynı kökten gelen hatır ise akıl demek. Anıya gelince an-maktan türemiş; anımsamak gibi 'htr' kökünün içeriğini çağrıştıran anlamları muhtevi. Hafıza, anı ve hatırlama kavramlarının mahsulu ise tarih; tersi de doğru: Tarihli olmanın doğal sonucu bu tarihi koruyan, savunan ve bakımlı tutan bir hafıza; bu içeriği önemli, ciddi ve hatta tehlikeli kılan bir hatıra yani anı mevcut. Bireye özgü hafıza kişiyle kaim; bu tür bir hafızaya şahsî tarih, daha felsefî bir deyişle bilinç/şuur denebilir. Topluma özgü hafıza ise yazı kavramının altına düşen eylemlerde cisimleşir ve tarih adını alır. Toplumsal hafızaya maşerî vicdan ya da transendental akıl ismi verilebilir. Başka bir deyişle toplumsal hafıza müşterek/kollektif şuurun/bilincin diğer adı; çünkü bilinç geçmişle kaimdir; ve geçmiş hafızaya içeriğini verir. Öyleyse, Aliya'nın sözüne geri dönülürse, halklar, milletler geçmişlerine ait önemli ve ciddi buldukları; bu nedenlerle bakımlı tuttukları, korudukları ve tehlikeleri göze alarak savundukları anılara yani tarihe sahipseler medenî olabilirler; aksi takdirde yani koruyacak, uğruna tehlikeyi göze alıp savunacak anıları olmayan, tarihi bulunmayan halklar medenî sayılamazlar. Akıl, Ortega y Gasset'in deyişiyle, bir cevher değil, süreçtir; tarihte oluşur, tarihle oluşur. 'Htr' kökünden gelen hatırın akıl manasına gelmesi de bu gerçeğe işaret eder. Kadim felsefî düşüncemiz aklı bir yanıyla tarihî bir süreç olarak görür çünkü. Bir başka açıdan aklın tarih, tarihin de akıl olduğu söylenebilir; zira tarih, belirli bir zaman ve mekan içerisinde hareket eden aklın eylemlerinin tecessüm etmiş halidir. Öyleyse bir milletin tarihi, o milletin aklıdır; aklı da tarihi. Aklın bir hali olarak tarih küllî hafızada korunan anılardır ve hatırlamayla âna/şimdiye ve geleceğe katılırlar. Aklımızın yaşı hafızamızda saklı duran anılarımızın yaşı demektir; onlar ne kadar yaşlılarsa aklımız da o kadar yaşlı; demekki o kadar olgundur. Anılar bakımlı bir biçimde tutulmalı, korunmalı ve tehlikeyi göze alıp savunulmalıdır. Öyleyse şu sorulabilir: Anılar ne zaman uğurlarında tehlikeyi göze alıp savaşılmaya değerdirler? Nietzsche bu soruyu "geleceğini kurmak isteyen kişi geçmişini anlamlı kılar" diyerek yanıtlar. Deyiş açık: Geleceğini kurmak isteyen geçmişini kurcalar. Çünkü anılarımız şimdiyle ve gelecekle ilişkilendirildikleri oranda korunurlar; ve ancak bu şekilde savunulurlar. Tarihî düşüncenin yola çıkış noktalarını bilmeyen kimsenin yol alış şekillerini; kaynaklarını tanımayan kimsenin de sonuçlarını bilemeyeceği açıktır. Böyle bir bilmeye talib olan kişinin, her şeyden önce tarihin ancak yeni bir şey, hatta yalnızca bir şey yapmaya niyeti olana yaradığını farketmesi; daha da önemlisi yalnızca geleceğe ilişkin bir niyeti olan kişinin tarihle uğraşabileceğini; hatta sadece böyle bir kişinin tarihi anlayabileceğini bilmesi gerekir. Başkalarının hikayelerini, masallarını ve destanlarını ancak kendi hikayelerini, masallarını ve destanlarını bilen bir millete mensup insan anlayabilir. Bundan dolayı, bir millet olarak biz Türkler, kendi hikayelerimizi, masallarımızı, destanlarımızı korumalı ve biribirimize aktarmalıyız; kendimizi ancak böyle koruyabiliriz. Bir milletin hikayelerini, masallarını ve destanlarını taşıyan o milletin Dil'i ve Din'idir. Dil ile Din'inin tecessüm ettiği, millete mal olduğu yer o milletin Tarihi'dir. Öyleyse, Türkiye'de yapılan her şeyin atfı [referansı] bu topraklarda vücud bulan Türk Tarihi olmalıdır. Bu toprakların çocukları geleceğe ilişkin rüyalarını, gelecek hakkındaki hayallerini terkettiklerinden bu yana, kendi dünyalarına ait masalları, anıları dinlemeyi, destanlara kulak vermeyi, hikayeleri anlatmayı bıraktılar. Bu bırakış, bu terkediştir ki onları başkalarının tarihiyle kendilerini tanımlama ve tanıtma; tarihlerini başkalarının lehine kendilerinin aleyhine okuma, hatta inşa etme zaafına düçar etti. Denilenleri Ebu Yakup İshak et-Türkî binikiyüz yıl önce farkedip şiirinde şöyle dile getirmiş: "Eskiyi koruyamaz isen yeniyle/Övünmen fayda vermez geçmişin şan ve şerefiyle". Diyesim o ki tarih geleceğe ilişkin niyeti olan milletler için anlamlıdır. Balkanlar da öyle... |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder