İhsan Fazlıoğlu: "Varlık'ın Manzûm ve Mensûr Tasavvuru'na Giriş"

İhsan Fazlıoğlu: "Varlık'ın Manzûm ve Mensûr Tasavvuru'na Giriş"


Dibâce, Kış 2001, Sayı 11, s. 4-5.

Bu "yazı", yaklaşık yedi yıl önce genç bir ârif tarafından bana verilen "yazma" bir eserin içerisindeki Arapça "tâire"den yola çıkılarak tahrîr edilmiştir. Müellifi meçhûl olan bu küçük metnin (tâirenin), yalnızca ferağ kaydında şöyle bir ibâre mevcuttur: "Temmet fî İslâmbol. El-Abd el-Fakir ile'l-lahi Teâlâ" [İstanbul'da tamamlandı. Allah'ın Fakir Kulu].
"Tâire"deki cümleler, muhtemelen daha önce telif edilmiş bir eserden yahut eserlerden derlenerek bir araya getirilmiş "muhtasar ve müfid", bir o kadar da "veciz" önermelerdir. Bu cümleler, belki de bir şâir ya da musikişinas olan derleyicisi tarafından sanatının temel/ana ilkeleri olarak düşünülmüştü. Öte bir deyişle "Varlık'ın Manzûm ve Mensûr Tasavvuru" denebilecek, uzun soluklu bir çalışmanın "gelişi-güzel derlenmiş" ön-düşünceleri? Bu çalışmanın devamı geldi mi? Geldiyse bu çalışmada ortaya konulan çerçeveye uygun, bağlı bir sanat faaliyeti vücûd buldu mu? Bu ve benzeri diğer sorular, yazıyı okuyanın aklına gelen ilk sorular. Ancak kanaatimizce bu "tâire"nin muhtevi olduğu düşünceleri gelecekte inşa edilmesi düşünülen bir sanatın ilkeleri, temel kabulleri değil; tersine vücûd bulmuş, câri olan bir dilin kendisine göre konuşulduğu dilbilgisi kuralları olarak görmek daha doğru?
Tâire'nin Muhtevası
"Bir. Bir Varlık'tır. Bir öncedir, sonradır, başlangıçtır, aradır, bitiştir. Bir zâhirdir, bâtındır; görünendir, görünmeyendir. Bir kendisidir, kendisindendir, kendisiyledir. Bir hem çığlıktır hem sukunettir. Bir muhtardır, muriddir. Bir'in ihtiyarı, îrâdesi harekettir. Hareket sayrurettir. Sayruret yani oluş mekânı ve zamanı doğurur. Doğan doğar, olur ve ölür. Doğan, olan ve ölen hep aynıdır. Aynı olan beraber olandır. Beraber olan burada olandır. Burada olan var-olandır. Var-olan hareket, mekan ve zaman içredir. "İçre" olmak akışta olmaktır. Bir akıştadır. Bir'in iradesi akıştır. Akış, kesintisizdir, süreklidir. Hareket yani akış çoğaltır . Çoğalan çocuktur. Çoğalan çağıldar. Hareket, akış, çoğalma çağıldar. Çağıldama Bir'in çığlığının hareketidir, akışıdır, çoğalmasıdır. Her şey Bir'in çocuğudur. Çocuk Bir'in tecelligahıdır. Çocuk var-olandır. Çocuk çağıldar. Çağıldamak, akış nazımdır. Nazmın nizâmı vardır; nizâmın nazmını vereren Nâzımı. Nazm sürekli ve düzenlidir. Nazm düzenlemek, Nizâm düzen, Nâzım düzenleyen, Bütünü, Manzûme'dir yani Bir. Manzûme akıştır. Akış çağıldar. Çağıldamak bâtında titreme, zâhirde sallanmadır. Çağıldamak ses verir. Ses bâtında titrer, zâhirde sallanır. İnsan ki hem manzûmenin içinde hem dışındadır "işitir" ve "duyar" . İnsan Bir'in iradesinin hareketini, akışını, işitir, duyar. Duyulanın [Tecellinin] temsilidir dil. Hareketin, akışın, çağıldayışın, çığlığın nazmının temsilidir dil.
Ses, ardarda gelir ezgiyle; aynı anda gelir ahenkle. Hem ezgi hem de ahenk örülmüştür harflerle yani rakamlarla? Şair örgüyü harflerle dillendirir, musikar rakamlarla tellendirir. Şair kelimelere döker nazmı, musikar nağmelere? Biri aruzdur biri edvar; ikisi beraberce ilm-i şerif. Düşünce seyirdedir. Dil seyirdedir çünkü. Seyir yani hareket, akış ve oluş. Dil seyirdedir, ses seyirde. Dil de dolaşır şair, ses de dolaşır musikar. Hayatiyet seyirdedir çünkü.
İstanbul'da tamamlandı. Allah'ın Fakir Kulu".

Fakir Deyişler
Doğanın, giderayak tüm Varlık'ın "gösterge" haline indirgendiği günümüz dünyasında, "Fakir Kul"un doğayı, Varlık'ı aynı zamanda bir "remz" olarak görmesi, düşüncelerini de bu görüşe bağlı kalarak dillendirmesi, anlaşılması, anlaşılsa bile dâhil olunulması oldukça güç bir bakış açısı? Doğa'dan büyünün sökülüp atılması, zamanla "doğanın büyüsü"nü de yok etti çünkü. Aslında "büyü" insanoğlunun varlıkın nazmına nüfuz etme araçlarından bir tanesiydi zamanında. Şiir ile musiki de bu faaliyeti tamamlayan iki yan-koldu. Belki de o günün büyüsünden, can çekişse bile, günümüze kalan yalnızca şiir ile musiki oldu? Gerçi şiir ile musikinin de salt birer "gösterge" düzeyinde ele alınması; remziyetten soyutlanması, artık günümüz dünyasının olağan hadiselerinden birisi. Artık hiç kimse, Eski Çağ Ege Medeniyeti mensupları gibi musikiyi, "ta mûsiké = perilerin konuştuğu dil" yani "perice" olarak görmüyor. Ya da İslâm Medeniyeti mensupları gibi musikiye "meleklerin konuştuğu dil", hatta "lisânu'l-lah" olarak bakmıyor. Bakılsaydı "ilm-i şerif"in hali böyle mi olurdu? Ya Eski Türkler'in mûsiki'ye "kök" demesi acaba günümüzde bir şeyler çağrıştırabilir mi? Cevapsız bir soru daha?? Şiire ne demeli? Lafzın (dolayısıyla sesin) düzeni, Varlık'ın zaman ve mekandaki sürekli, akıp giden (akış) düzeniyle bir ilgisi var mı? Vezin bu düzenin hangi tarafını temsil ediyor? Acaba, şiir bir manzûme olan Varlık'ın nazmını ifade için, tıpkı matematik gibi, geliştirilmiş bir "dil" olamaz mı? Öyle ya şiirdeki nazım kalıpları (hece yahut aruz) Varlık'ın nazmının döküldüğü kalıplar olarak görülemezler mi? Bir de bu sorulara, ilk dönem düşünce ve felsefe metinlerinin "şiir" şeklinde kaleme alındığını eklersek belki de "şiir"in zamanında bir "dil" olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Eski Çağ Ege Medeniyeti'ndeki "Şairler" ile "Filozoflar" arasındaki gerginliğin "bilgi" merkezli bir gerginlik olduğunu hatırlamalıyız. Hele kutsal metinlerin şiir tarzında kaleme alınmasına ne demeli?? Tüm bunlardan daha önemlisi, rakam ve harfin aynı manaya geldiği o dönemlerde aritmetik ölçülere dayanan bir şiir ve musiki dili, bu dille "bir şeyler yapılmak" istendiğini açıkça gösteriyor. İster aritmetik ister geometrik olsun Matematik ile şiir ve musikinin benzeşimi ortak bir "ta mathemata" kaygısının olduğunu gösteriyor.
Abdurrahman Bistâmî, "Harfler ile sayılar aynıdır. Tüm sayılar bi'l-fiil harf bi'l-kuvve sayıdır" der ve "Aslî harfler ya düşünceye ya söze ya da yazıya ilişkindir" tasnifini yapar; sonra da "Söze ilişkin harfler havada akan seslerdir ve kulaklar yoluyla idrak edilirler; yazıya ilişkin harfler eşyaların üzerine yine eşyalarla çizilen nakışlardır ve gözler yoluyla idrak edilirler" düşüncesini dile getirir. Böyle bir düşünceye dayanan şiir ile musikinin içiçeliği çok açıktır. Özellikle "aritmetik duyuşa" dayanan bir şiir ve mûsikî? Geleneğimiz bunun örnekleriyle doludur. Hele Bistâmî'nin ses ile kulak (musiki), nakış ile göz (resim) arasında kurduğu irtibat farklı farklı estetik duyuşların kökenlerine bir işaret olarak görülemez mi? Ali Kuşçu'nun "Var-olanın mahiyeti adedî heyeti hendesidir" deyişini ne yapmalı?. Acaba buna uygun bir şiir anlayışı geliştirilebilmiş mi? Evet. Özellikle XVI. yüzyıldan sonra gelişen "hendesî şiir" bu anlayışın bir tezahürü. Şiirin mahiyetinin (tek tek beyitlerin) adedî olması yanında heyetinin (tamamının) mekânda hendesî formlar şeklinde tersim edilmesi? Dairevî, içiçe geçmiş dâireler (mürekkep dâireler), kare, kare ve dâire vb. gösterimler tamamen Ali Kuşçu'nun cümlesinin uygulaması gibidir. Hatta mantık ilminin kıyas bahsindeki çıkarım kurallarının yapısına benzer ya da burada kullanılan terimleri tahkiye eden şiir yazım tekniklerinin bolluğu şiir dilini mantık diline benzetme çabalarının bir sonucu olarak görülebilir. Tüm bunlara ek olarak "kombinatör analiz"in şiire uygulandığını görmek oldukça ilginç bir durum? Öyle bir beyit yazalım ki bu beyti oluşturan kelimeler anlamı bozmadan yer değiştirip yeni bir beyit oluştursun? Klasik kaynaklarda bu tekniği anlatırken sıkça verilen bir örnek incelendiğinde 8 (sekiz) kelimeden oluşan bu beytin 8!=8.7.6.5.4.3.2.1=40 320 yeni beyit şeklinde yazılabileceği görülür. Acaba sanatta sürrealizm bu olmasın?
Bir bilge şöyle tanımlamış sanatı "Sanat: İnsanın etrafında bulunan, insanın da içerisinde bulunduğu eşyanın şuurunda olmasıdır". Şuurunda olmak yani farkında olmak? Farkında olan ancak hem "içeri"yi hem de "dışarı"yı farkeder. Farketmek farkeden insanın hayatını dua kılar, dua yani sanat' Sanat duadır. Sanırım yine bir bilge şöyle der: "Sanat insanın Allah'a 2´2=4 etmemesi için dua etmesidir".

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts