İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VI


İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VI


[Aksam-ı Hikmet-i Nazariyye] sayfa 43

Hikmet-i mutlakayı nazari ve ameli olarak ikiye taksim ettik. Hikmet-i Nazariye de kendi içinde üçe ayrılır ve her birinin kendine göre bir tanımı vardır. Mevcudat-ı hariciye ki insan iradesinin ve ihtiyarının var olmasında dahli olmayan nesnelerle ilgilidir. Nazari hikmet bunlardan bahseder. Var olmasında insan iradesinin dahli olmayan nesnelerin bilimi. Çağdaş bilim-felsefesini de biz doğa bilimleri ve manevi bilimler olmak üzere ikiye ayırıyoruz. İnsan iradesi ve ihtiyarının var olmasında dahli olmayan nesneler de ontolojik( varlıkça) aynı ağırlıkta değildir. Mesela Tanrı’ya bakıyoruz, vücud-u harici. Ayrıca fizik nesnelerine bakıyorsun ontolojik olarak Tanrı gibi değil ama onun da var olmasında insan iradesinin dışında. Geometrik/matematik nesneler var. Bunların ise insanın iradesine taalluk eden tarafları var etmeyen tarafları var. Kısaca, var olmasında insan iradesinin dahli olmayan nesneler üç kısma ayrıldığı  için üç tür nazari ilim var. Klasik gelenek gözle kurulan bir gelenektir. Teleskop, mikroskop gibi aletler yok. Gözle gördükleri nesneleri tasnif ediyorlar. Dolayısıyla klasik gelenekte optik çok önemli bir bilim. Şimdi, denilebilir ki Tanrı’yı çıplak gözle görebiliyorlar mı? Hayır. Fakat klasik gelenekte görme bir aklî bir de hissî’dir. İşaret-i akliye ve işaret-i hissiye olmak üzere ikiye ayrılır. Yani insan içeriden de görür. Aklıyla gördüğünde Tanrı’yı kendisinin yaratmadığını idrak eder. Gayb nesneler, mahsus değil makul nesnelerdir. Gaybe iman demek kayıp olana iman demek değil. Hissi olarak görünmeyene fakat aklî olarak görünene iman etmek demektir. Varlık iki türlü tecelli eder klasik gelenekte. Bir dışarıya/harici, bir de akla. Akla tecelli ettiğinde ortaya çıkan nesne alanına gaip nesneler yani makul nesneler diyoruz. Bu makul nesnelerin idraki işaret-i akliye ya da basar-ı akli ile mümkündür.

Varlığında insan iradesinin dahli olmayan nesnelerin sınıflandırılması insan idrakine göredir. Madem akli ve hissi olarak ayırdık, ona göre tasnifi de insanın onlar ile olan ilişkisine göre yaparız. En soyut olandan en somut olana doğru tasnif yaparız. Tecrit (abstraction) diyoruz biz buna. Tecrit esas itibarıyla  maddeden arındırmak demektir. Mücerret genellikle soyut diye tercüme ediyoruz, yani maddeden ârî demek. Akıl, nefis gibi kavramlara da mücerredat deriz.
İlk olarak nesnelerin farklı olduğunu görüyoruz. İkinci olarak insan idrakinin o nesnelerle girdiği ilişkiye bakıyoruz. Buradaki insan iradesi ile nesne arasındaki ilişkinin derecesine tecrit( abstraction) teorisi diyoruz.   Bilmek   soyutlamaktır,   nesneyi   makul   hale   getirmek,   akla   tercüme   etmektir.   Bu açıdan


baktığımızda üç türlü nesne var: Fizik nesneler, matematik nesneler, metafizik nesneler. Bütün tasnifler buna göre yapılır.
1)Somut-2) orta soyut- 3)soyut

1)Fizik nesneler, 2)matematik nesneler, 3)metafizik nesneler 1)Ulum-u süfliye, 2)ulum-u mutavassıta, 3)ulum-u aliye
------------------------------------------------------------------------------------------

1)Ulum-u tabiye; Hariçde de zihinde de maddeden müstağni değilse 2)ulum-u riyaziye; Zihinde maddeden müstağni, hariçde değilse 3)ulum-u ilahiye; Hariç ve zihinde maddeden ârî ise

[İlm-i ilahi] Sayfa 43


Bir nesne hem idrakin içerisinde hem de dışarıda maddeye bitişik değil ise bunu metafizik inceler. (idrakimizin dışında demek iki anlama gelir. Birincisi, fizik anlamda dış. İkincisi, nefsü’l emr anlamında dış) Akıl, adalet, varlık, yokluk, nedensellik gibi insan aklının genel kavramları buraya aittir. Madde bir tür eksikliğin/nakısa kaynağı olarak görülmüştür Babil’den beri. İslam bunu düzeltiyor. Madde Tanrı’nın yaratımı olduğu için pis değil. Biz de madde, madde olması bakımından pis değil, insan ile ilişkisi bakımından pis olabilir. Var olmasında insanın dahli olmayan, hâriçde(dışarıda) ve zihinde maddeden ârî olan nesnelerle uğraşan ilime ilm-i ilahi denir. Madde-i cisim olduğunda mekân ve zaman devreye giriyor. Yani üç boyutluluk, oluş ve bozuluş. Eğer bunlar var ise noksanlık da var demektir. İlm-i ilahi’nin nesneleri ise hem hâricen hem de zihnen bunlardan beridir çünkü oluş-bozuluş yok. Bu (Metafizik) nesneler sürekli(dâyim ü kâyim) var, zamanda değil yani. Dolayısıyla bunlar ilm-i ilahi’nin konusudurlar. Meşşai gelenekte metafizik ve teoloji iç içe girmiştir. Tanrı’yı bir ilke olarak ele aldığın zaman metafizik olur.  Yoksa dinin Tanrısı, Hüve olan kişi Tanrı metafiziğin konusu olmaz. Kelamcılar bile ikiye bölüyorlar ilahiyatı: İlahiyat-ı semi ve ilahiyat-ı akli. Akli olan bütün insanlığın üzerinde düşünebileceği Tanrı’dır. İlahiyat-ı semi’de akıl regülatiftir, inşai değildir.

(Mübdi-i Evvel: İlk yaratıcı, Tanrı. Ukul u nüfûs-ı mücerrede: akıllar ve nefisler)


[İlm-i Riyâzî] Sayfa 44


Buradaki nesneler dışarıda(hariçde) muayyen olmayan bir maddeye birleştirilirken, zihnimizde bütün maddeden ârî olarak düşünebildiğimiz nesnelerdir. Mesela daireyi zihinde madde ile birlikte düşünemeyiz. Zihinde bütün geometrik/aritmetik/cebir/matematik nesneleri herhangi bir maddeye bitiştirerek düşünmeyiz. Bunun bir örneği yeryüzünde yaşayan bütün insanların zihni daireyi aynı şekilde düşünüyor. Maddeye bitişik olsa idi aynı şekilde düşünemezdi. Bu, insan zihninde onun ideal olduğunu gösterir. Ancak hariçte maddeye muhtaçtır. Matematik nesnelerin muayyen bir maddesi yoktur, fizikten bir farkı da buradadır. Bu yüzden hiçbir zaman fasıllarını bulamazsın. Matematik nesneler her zaman tartışma konusu olmuştur. Matematik; Mezopotamya, Yunan, İslam döneminde hep tartışılmış bir nesne alanıdır. 20.yy da bu tartışma Russell, Whitehead, Einstein, Heisenberg vb. düşünürlerle devam etmiştir. Tanrının ilminin matematiksel olduğunu iddia edenler dahi vardır (Molla Lütfi). Ayrıca Hurufiler mesela Abdurrahman Bistami (ö.1453) evrenin mahiyetini matematik olarak görür. Kısacası matematik nesneler geçmişten bugüne çok tartışmalı bir konudur. Matematik nesneler dışarıda(hariçte) olmasına rağmen nasıl elde edildiği tartışma konusu olmuştur. Temel aritmetik/matematik/geometrik kavramların insan zihni tarafından dışarıdan intizâ ve tecrit edilerek elde edilmiştir. Bu iki yöntem ile insan zihni doğadan matematik nesneleri elde ediyor. Temel geometrik formlar evrende var. Üç boyutluluk zaten mekânın formu. İnsan zihni oradan intiza ediyor, sonra onu tecrit ediyor ve ideal geometrik forma dönüştürüyor. Ondan sonra vehim yetisiyle akıl, dışarıda olmayan geometrik şekiller elde ediyor. Matematik’in kökü Yunancadır: Mathemata. İki anlama gelir. İlk olarak “orta” anlamına gelir. İkinci olarak ise “talim”, “eğitim” anlamına gelir. Arapçaya ikisi de tercüme edilmiştir: ilmu’l evsat (ortabilimler) ve ilmu’l tâlimi. İlm-i riyazi mathemata’nın tercümesi değil esasında. Riyazi, spor, pratik demektir.  İlm-i  riyazi meşşailerin oluşturduğu bir kavram. Bu kavramı matematikçiler kabul etmez. Yeni başlayanlar (edva ve mübtedîlere) metafiziğe başlamadan önce matematik ilmini çalışırlardı Matematik nesneler, soyut ve somut nesnelerin arasında olduğundan, Meşşailere göre insan zihnini metafiziğe hazırlayan ara bir güzergâhtır. Bunun için oraya riyazi denmiştir. Felsefi görüşleri matematikçi olanlar ilm-i riyazi kelimesini hiç sevmezler. İlmu’l evsat kelimesini de kullanmazlar çok fazla. İlmu’l talimi’yi kullanırlar genellikle. Matematik nesneler harici nesnelerdir Kınalızade’ye göre. Taşköprülüzade’nin Miftahu’s-saâde’sinde tüm matematik bilimler haricidir. Bu çok orijinal bir görüştür. Bunun nedeni 1250’den sonraki matematik bilimlerine verilen değerle alakalıdır. Kınalızade de böyle düşünür. Özetleyelim: Matematik nesneler haricidir. Fakat hariçde gayri muayyen bir maddeye bitişirler. Zihinde maddeden ârîdirler. İlm-i riyazi derler çünkü metafiziğe geçmeden önce tahsil ettirilir. İlm-i evsat derler soyutluk açısından orta derecededir.


Şimdi geldi bunun bilgi değerlerine. Matematik nesnelere ilişkin bilgi yakinidir(kesindir), delilleri katîdir şek ve şüphe barındırmazlar. Maddeye bitişik olmadıklarından, saf vehim kategorisi içinde ele alındıklarından dolayı o nesnelere ilişkin bilgi kesinlik, katîlik ifade eder. Değişim yok çünkü. Matematik nesneler hareketin konusu değildir, dolayısıyla zamana tâbi değildir. Saf mekândırlar. Zamanı mekâna kattığınız zaman modern bilim elde edilir. Bizim gelenekte matematik hareketsiz uzayın bilimidir. Onun için vektörel geometri, analitik geometri, integral, kalkülüs yoktur. Bunun tek istisnası Arşimet çizgisidir. Bizde ise İbn Heysem. Hareket kavramını matematiğe katıyor. Logical integrali keşfediyor. Fakat Ömer Hayyam gibi bir dahi bile ahmak diyor İbn Heysem’e. Ömer Hayyam hareketi hareketsiz olana katarak matematik ilmini zayıflattığını söylüyor İbn Heysem için. Modern bilim ne diye özetleyecek olsak öklidyen uzayı harekete gömme işlemidir. O zaman hemen vektörel, analitik geometriyi kurarsın(Descartes). Differensiyel integrali kurarsın(Leibniz, Kepler, Newton). Fakat burada matematik fizikselleştirildiği için artık kesinlik bekleyemezsin. İbn Heysem bunu yaparken mekân kavramını fizikten kurtarıyor. Tarihte ilk defa mekânı fizikle özdeşleştirmeyen, geometrik mekân kavramını ortaya koyan isimdir İbn Heysem. Bu işlere yeni başlayanların doğası kesin olanı almak ister, metafizikte ve fizikte dahi kesinlik isteriz, zanna kâni olmayız. Yalnız bir yerde madde var ise kesinlik aramak mümkün değildir. İlm-i evsat ise dışarıda (haricde) maddeye muhtaç iken, zihinde maddeden müstağnidir. Bu (ilm-i riyazi) ilim 4’e ayrılır: Astronomi (hey’et), geometri( hendese), hisab ve mûsikî. Bugün astronomi doğa bilimidir. Mûsikînin de bugün matematikle alakası yoktur. Astoronominin (Hey’et’in) nesneleri ay üstü dünya olduğu ve klasik kozmolojide ay üstü dünya maddeden ârî olduğuna inandıkları için burayı matematik incelerdi. Ay üstü dünya maddeden ârî olduğu için oluş-bozuluş’un ve değişimin olmadığına inanırlardı. Klasik gelenekte Babillerden beri ilk gelen matematik ilmi astronomidir. Müzik esas itibarıyla gezegenlerin sesinden kurulur, yani ilahi olarak kabul edilir. Optik de matematikseldir çünkü ışık ay üstü dünyadan geliyor.

İntiza: Ayıklamak (extraction)     Tecrid: Abstraction

[İlm-i Tabî’i] Sayfa


Zihinde ve dışarıda (hâriçde) maddeye muhtaç olandır. (fizik nesnelerinin var olmasında yine insan iradesinin bir dahli yok. Zihinde ve dışarıda maddeye muhtaçtır fakat bu madde muayyen bir maddedir. Evrendeki her nesnenin muayyen bir maddesi vardır. Bu muayyen madde bizim formumuzdur, suretimizdir.) Bu ilme ilm-i tabî’î veya ilm-i esfel denir.(Niçin ilm-i tabî’î denir? Tabiat kelimesi yani füsis Yunancada, evrende/maddede içkin olan bir güç/enerji olarak kabul ediliyor. Yani hareketin ve sükûnetin ilkesi. Madde hareket ettiğinde füsis hareket ettiriyor onu. Madde sükün ettiğinde ise füsis sükûna  ermiş


olduğundan oluyor bu. Modern dönemin tam tersidir bu açıdan. Klasik gelenekte esas olan sükûnettir, hareket arizidir. Evrendeki hareket her nesnenin doğal yerine girme eylemidir. Modern dönemde ise esas olan harekettir, sükûnet arizidir. Nesneler bir engel olmadığı müddetçe hareket etmeye devam ederler modern anlayışta. Burada, sükûnet ancak hareketin durdurulması ile mümkündür.

İlk dönem kelam metinlerini açtığınız zaman (mutezile ya da eş’ârî) muhakkak bir bölüm vardır: “fizikçilere reddiye”. Buradaki tabiatçıları fizikçiler diye tercüme ediyorlar. Hâlbuki fizikçilerle alakası yok. Evrende özsel gücü kabul etmekle alakalı bir şey, kelamcılar buna karşı çıkıyorlar. Çünkü özsel gücü kabul etmek demek Tanrının müdahalesine kapalı bir güç kabul etmek demektir: intellect mesela. Kelamcılar evrende Tanrıdan başka fail tanımadıkları için buna karşı çıkmışlardır. Kelamcılarda doğa anlayışı olmadığından doğa felsefesi yerine kelamcıların fiziksel dünyası tabirini kullanabiliriz. Ama bu onların doğa felsefesi yaptığı anlamına gelmiyor. Doğa felsefesi Meşşailerin yaptığı felsefeye diyebiliriz. Zihin ve hâricde muayyen bir maddeye muhtaç olduğu için İlm-i esfel denmiştir. Klasik gelenekte, kozmolojide iki yön fizikseldir. Günümüzde bütün yönlerin rölatif olduğunu kabul ediyoruz, evrende yön yok. Klasik gelenekte hiyerarşik bir evren anlayışı olduğu için ve sudur teorisi gereği aşağısı ve yukarısı sabit iki yöndür. Dünya da bu evrenin en altında bulunan bir şey demektir. Dünya aşağıda olan demektir fakat bu değer yargısı ifade etmez, fiziksel bir şeydir. Esfel de bu demektir. Aslında esfel somut demektir. Ulum-u sufliye’yi bu açıdan baktığımızda somut ilimler diye çevirmek doğru olur. Klasik gelenekte dünya sabit, evrenin merkezinde ve fiziksel olarak en aşağıdadır. Atlas feleği ise en yukarıdadır.

[Aksâm-ı Hikmet-i Ameliyye] Sayfa 44


Ameli hikmet de üçe ayrılır. Üç türlü amel var: Ferdin ameli (ilm-i ahlâk) , topluluğun/cemaatin ameli (ilm-i tedbîrü’l menzil) , toplumun/cemiyetin ameli (ilm-i tedbîrü’l-medîne) Ameli hikmetin nesnesi eylemin kendisidir. Bu kitabın asıl konusu da ameli hikmettir.

[İlm-i Ahlâk] Sayfa 44-45


İlm-i ahlâk dediğimiz şey çok cüzi bir nesne alanına taalluk ediyor: kişinin eylemi. Tek bir insandan sadır olan ameldir, başkaları dikkate alınmaz burada. Bu ilimde kişinin huyunun nasıl bir şekilde iyi olabileceği ve ne şekilde çirkinlikten uzak durulması gerektiğinden bahsedilir. Burada kendi cinsiyle olan irtibatı dikkate alınmaz. Yani kişinin ahlakı olur toplumun olmaz klasik gelenekte. Bir insan tek başına kalsa da huyundan dolayı sakin veya sinirli vb. olabilir.

[İlm-i Tedbîrü’l Menzil] Sayfa 45



Aslında iktisat/ekonomi anlamına gelir. Bu kısım büyük ölçekli aile ile ilgilidir. Burada atomik aileden bahsedilmiyor tabî olarak. Klasik gelenekte hep birlikte yaşanıldığı için büyük ölçekli ailelerden bahsediliyor. Ehl-i beyt dediğimiz çoluk çocuklardan oluşan, hizmetçilerden oluşan kişiler ne şekilde birbirlerine karşı muamele edecekler, kısacası ne tür bir ilişki kuracaklarına dair meseleler ele alınır. Mühim bir meseledir çünkü yaşama kavramının düzenin sebebidir bu ilim. Aksi takdirde ev hayatında düzensizlik olur. Evdeki düzeni /tertibi sağlamak için ne tür bir ilişki kurulacağına dair olan ilme ilm-i tedbîrü’l menzil denir. Bu büyük oranda menfaate dayanır. İlm-i tedbîrü’l menzil’de esas olan topluluktur ve burada menfaat esastır. Ahlâkta ise fert esas olduğundan fazilet amaçlanır. İlm-i tedbîrü’l-medîne’de ise esas olan şehir/toplumdur ve burada da maslahat amaçlanır. Maslahat yani ilm-i tedbîrü’l menzil’in amaçladığı menfaatler arasında bir ortaklık arayışıdır. Böylece toplumda bir sulh oluşmuş olur.

[İlm-i Tedbîrü’l-Medine] Sayfa 45-46


Burada geçen Medine kelimesi basit anlamda bir şehir manasına gelmiyor. Şehirlerden kurulu büyük bir imparatorluğu/ülkeyi dikkate almak gerekir. Buraya dek anlatılan meseleler çoğunluğun kabul ettiği şeylerdir. Nasireddin Tusi ise farklı bir şey söylüyor: “İnsan türünün amellerinin maslahatı ve fiillerinin güzelliği toplum hayatının düzeni ve belli bir istikameti olması için şarttır. Bunu sağlamak için bir kökü (mebde) olması gerekir. Bu ya tab’dır(füsis) ya da vaz’dır (Nomos). Fiiller ya doğamızdan gelir ya da ortaya koyulmuş bir düzeleme ile gerçekleşir. Tusi diyor ki toplum hayatı belirli bir düzen ister. Bu düzen içinde fiillerimize ve eylemlerimize bakmak gerekir. İki ölçüt var diyor: ilki doğa, ikincisi ise kanun. İlk  kısım yani doğadan kaynaklananları ayrıntılı olarak anlatan filozoflardır. Aslında burada klasik ahlâkın fiziğin bir devamı olduğunu görüyoruz. Bu(doğadan kaynaklanan) zamanla, mekânla, dinle, milletlerin değişmesiyle değişmez. Bu anlatılan ameli hikmettir. İkinci kısım ise vaz’dan kaynaklanandır, bunun üzerine muhakkak bir grup ittifak eder ki buna gelenek, görenek derler.Bu ya ilahi teyidi olan erdemli bir insanın –ki O Nebi’dir- ya da veli ve imam gibilerin vaz’ı ile olur. Bu kısma ilahi kanunlar derler.Namus kelimesi için iki tane rivayet var. Biri Yunanca Nomoi’den geldiğini söylerler. Bir de Nemese kelimesinden geldiğini söylerler. Nemese derinden gelen gizli ses demek. İlahi yasalar da ameli hikmet gibi iç sınıftır.  İlki her şahısta o kişiye has olandır ki buna “ahkâm-ı ibâdât” derler. İkincisi ise nikah ve karşılıklı ilişkilerin olduğu bir grup ile alakalıdır. Üçüncüsü, bütün ülkeye ve kullara aittir ve buna hudud-u siyaset derler. Bunun toplamına ehl-i şer fıkıh diye adlandırır.

Tüm bunların kökü vâz’ın vaz’ıdır. Bu zamanla, mekânla, toplumla değişir. Bu bap hikmetin konusu değildir  (fıkhın  konusudur).  Filozof  aklına  baktığı  ve külli  konularla  uğraştığı  için  toplumun, zamanın,


mekânın değişmesiyle ortaya çıkan değişiklikleri dikkate almaz. Ama genel açıdan bakıldığında bu da ameli hikmetdir.”

Kınalızade, Nasireddin Tusi’nin görüşlerini desteklediğini belirtiyor. Şer’i kanunlar sürekli değişir. Verdiği örnek de tartışmalı bir konu olan Hz. Adem’in şeriatında kardeşler arasındaki evliliğin caiz olmasıdır. Böylece hikmetin hem ameli hem de nazari kısmını görmüş olduk.


***
Ders notları için Sayın Murat Fatih Yazıcı'ya teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts