Kim bunu bana anlatır? Çok zor bir dil hakkaten. Mebadi-i
tasavvuriyye. Yani temel kavramlar. Tasavvur kavram demek. “ve tasdikiyye…” ve
yargılar. Niye? Çünkü herhangi bir temellendirme yapmak için arkadaşlar,
aksiyomatik sistem diyoruz biz buna, temellendirme, iki işlem gücümüz vardır;
üç nesne alanımız vardır: Tanımlama ve önerme, bunlara işlem diyoruz.
Üç de nesne alanımız var:
1. Tanım,
2. Önerme
ve
3. Kural.
Şimdi, tanımlama kavrama ilişkindir. Yargı ve çıkarım. Onu söylemek
lazım. Bu ise önermeye ilişkindir. Tüm bunları da şu kurallara göre yapacağız.
Bu kurallar ne dedi, aklın kuralları.
Kavramlar ikiye ayrılır:
1. İlkel kavramlar,
2. Türetim kavramlar
(Türetilen kavramlar).
Önermeler ikiye ayrılır:
1. İspatsız önermeler,
2. Daha önceden
ispatlanmış önermeler.
Onları da başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Daha önceden
ispatlanmış olanları. Bu kurallar ise çeşitli olabilir. Matematiksel hesap
kuralları, algoritma kuralları olabilir. Aklın özdeşlik ilkesi olabilir.
Herhangi bir sistemi,
hangi sistem olursa olsun, sıkılaştırmak, temellendirmek, aksiyomatikleştirmek,
formelleştirmek için bütün yapının özeti budur: Kavram, önerme, bunlar da kendi
içinde ayrılır, kuram, tanımlama. Bunlar işlemdir. Çünkü işlem
yapıyoruz. Bir şeyi tanımlıyoruz. Kavram tanımlanır. Yargı da bir önermedir
zaten. Bir önermede bulunmak yargıda bulunmaktır, ama yargı tek başına önemli
değil, önemli olan çıkarım yapmak, ispatlamak yani. Aslında bu yargıyı ispat
olarak da görebilirsiniz. Çünkü önermeleri biz ispat konusu biliyoruz. Formel
sistem, bunun adı aksiyomatik sistem ya da bir sistemin formelleştirilmesi.
Okuyabiliyor musunuz?
Dinleyiciler: "Pek değil. Kırmızı kısımlar biraz zor."
İlkeler ikiye ayrılır; ilkel kavramlar, türetim kavramlar.
Önerme de
ikiye ayrılır. İspatsız önermeler. Mesela ispatsız önermeler. Bütün parçadan
büyüktür önermesi ilk başta belirli bir önerme gibi kalır; ispatsız. Bir de
daha önceden ispatlanmış önermeler. Yani burda ispatladık, ispatlayınca artık o
aksiyom, ilke gibidir. Kurallar ise ya mantık kuralları ya matematik
kurallarıdır. Bütün yapı bu şekilde çalışır. Onun için burada da ne diyor?
“Tasavvurî-i tasdıkiyye ki bu ilim ona muhtaçtır ve onun üzerine kuruludur.”
Yani şunu demek istiyor:
Ahlak ilminin temel kavramları nelerdir? Baştan
bilmemiz gereken ve temel yargıları nelerdir? Şunlar tabi kastettiği. Şimdi;
“Evvelâ malum olsun ki ulum-ı … her fen ilim mebais-i müteaddidedendir.” Yani
ister bir ilim dalı alın, ister zanaat dalı alın; o zanaat, o ilimde çok sorun,
mesele, problem vardır ve bunlar hakikaten sayısızdır, değil mi?
“Ve herşey ki umur-ı mütekessir ona bir cihet-i vahdet gerek
ki ânın … itibariyle … olup alahide maktu ve meşru
mümkün ola.” Dolayısıyla biz bir ilmi kurabilmek için, önce o uğraştığı problem
alanlarında ortak bir cihet bulmamız lazım. “Cihet-i vahde” diyoruz biz buna.
Cihet-i vahde. Bu ne demek biliyor musunuz cihet-i vahde?
Diyelim ki insanı
aldınız ele. İnsanın sağlıkla alakalı problemleri yok mu? Var, değil mi? E bir
de ahlakla ilgili problemleri var. Bir de dini problemleri var. Bir de devlet
problemleri var. Şimdi bunların hepsini tek bir ilimde inceler misiniz? Hayır.
Kümeler teorisi gibi. Bir küme, A kümesi, sağlıkla ilgili problemleri oraya
koyarsın, burda cihet-i vahdet nedir, hepsinin sağlıkla alakalı olması.
Dersiniz ki, bu problemleri sağlıkla ilgili olduğu için A kümesine topladım.
Bununla tıp bilimi ilgilenir. B kümesine ise ahlakî sorunları alırsınız.
Dersiniz ki bu problemleri cihet-i vahde, problemleri x1, x2, x3, x4, bunları
bir araya getiren ortak kümenin elemanı kılan ahlakla alakalı olmalarıdır.
Bununla da ahlak ilmi ilgilenir. Dolayısıyla her ilmi o ilmin mesâili arasında
ortak olan, problemleri arasında ortak olan cihet-i vahde ile tanımlıyoruz.
Şimdi İngilizce’de “subject matter” demiyor muyuz? “Every science has a subject
matter.” (Gülüşmeler)
…’de ders yapıyoruz. İki tane yabancı var, anlamıyorlar. Ben de dedim
ordan espriyle bir konu, bu konuyu neye göre belirleyeceksin? Diyelim ki
gökyüzüne baktın. Yani B, gök cisimlerine baktık. Gökbilimde konusu olan var,
astronominin konusu olan var, kozmogoni konusunda olan var. Bunları neye göre
ayıracağım? O nesneler hakkında, o sorular, o problemler hakkında bir ortak yön
belirleyeceğim, diyeceğim ki bu ortak yönü olan problemler buraya, bunu
astronomi inceler. Buna da cihet-i vahde diyoruz. Cihet-i vahde, yani
birleştirici yön. Kümeler teorisini biliyorsunuz hepiniz, değil mi?
Kümeler teorisindeki gibi. Dedim ki al sana şu
alfabe harflerini, bunları bana önce sesli ve sessiz olarak ayır. Burada sesli
harfler kümesi, sessiz harfler kümesi. Sesli harfler kümesinin cihet-i vahdesi
nedir? Sesli olmaları. Sessiz harflerin cihet-i vahdesi nedir? Sessiz olmaları.
Bu kadar işte yani. Dolayısıyla diyor ki şimdi bize orda, şimdi onu anlatacak:
ahlakın cihet-i vahdesi nedir? Cihet-i vahde tabi, çok böyle basit bir mesele
değil. Bunu ilk kez bilim haline getiren Molla Fenari’dir. Molla Fenarî bundan
bahsediyor. Daha sonra bu konuyla ilgili Osmanlılar çok metin kaleme
almışlardır. 18. yüzyılda önemli metinler
üretiliyor.
Özellikle Veliyüddin Cârullah. 500 sayfalık metni var. Çünkü bu ana
dilimizde söylersek, “unification of science”, bilimleri birleştirmek, yani
bilimler de birbirinden ona göre ayrılıyor, bir de nasıl birleşecekler, bu
konuyu işliyor. Çünkü bilimleri tasnif etmek için bu şart. Neye göre tasnif
yapıyorsun, niye ona ahlak buna fizik diyorsun, niye ona matematik buna kimya
diyorsun, değil mi? Bu cihet-i vahde meselesi. İkiye ayrılıyor: 1. Cihet-i
vahdet-i zatiyye, 2. Cihet-i vahdet-i araziyye.
Zati vahdet, bir de arazi
vahdet. Ne demek bu?
Öyle bilimler vardır ki klasik gelenekte, doğrudan konunun
zati yönleriyle ilgilenir. Diyelim ki cisim. Ama öyle ilimler vardır ki arazî,
hareket, hareket arazdır. Cismi ârız olan birşey, onu da inceliyor, değil mi?
Zatını incelemekle arazını incelemek farklıdır. Dolayısıyla bilimler hem zat
açısından yani özsel açıdan diyelim, hem de ilmekleri(?) arazları açısından
değerlendirilebilirler ve sınıflandırılabilirler. Diyelim ki matematik
yapıyoruz. Matematiğin zatı nedir? Sayı ve miktar. Sayı aritmetiğin, miktar ise
geometrinin konusu. Peki sayının diyelim ki çift sayılar dediğimde, çift
sayıyla ilgili bir bilim orada arazî oluyor. Çünkü çiftlik, örnek veriyorum
tabi, bu böyle olmayabilir, o sayının bir niteliğidir. Dolayısıyla nitelik
hiçbir zaman zat değildir, a’razdır. Onun için de bir ilim kuruyoruz mesela.
Diyoruz ki çift sayılar bilimi, mesela. Ya da kesirli sayılar diyoruz. Onun
gibi.
Dinleyici sorusu: "Mekaniği falan daha sonra matematiğin altına
alıyorlar ya, arazi yönüyle mi alıyorlar?"
Hoca: "Adın ne?"
Dinleyici: "Sıla."
Hoca: "Ben burda kendimi tuttum biliyor musun, o konuya girmeyeyim
diye. Aferin sana bak. En önemli konulardan biri bu. Cihetler bir kere
belirlendikten sonra ilimler arasında nasıl ilişki kuracağız?"
Dinleyici: "Evet."
Hoca: "Nasıl kuracağız?"
Dinleyici: "Benim de birkaç haftadır kafamda çok ciddi problemler var
bu konuyla ilgili."
Hoca: "Problemin bu olsun. (Gülüşmeler) Evet. Buradan ne problemi
diyoruz, felsefeden, meta basis problemi diyoruz. Bu var ya, başımızın
belası. Bunu çözmeden modern bilimi kuramıyorsun. Bunu çözdü Galileler,
Newtonlar. Bizimkiler çözemedi. Çıkamadılar bu dilemmadan. Mesela, Matematiği
fiziğe uygulayamazsın. Çünkü niye, cihetleri farklı, ikisinin konusu ayrı.
Dolayısıyla Aristoteles bunun ilkesini koymuş. Şimdi oraya geliyor zaten.
“Temâyüz-i ulum bi marzuatiha” ilimler konuları bakımından birbirlerinden ayrılırlar.
Konu da onun cinsidir.
Tamam mı?
O yüzden cinsler birbirlerine karıştırılamaz.
Matematik ve aritmetik bile birbirine uygulanmaz Aristotelesçi gelenekte. Bunu
bizimkiler yapıyorlar. Çünkü aritmetiğin cinsi adettir. Geometrinin cinsi
miktadır. İki cinsin ayrı bir bilimi vardır. Bu bilimler birbirine
indirgenemez. Aritmetiği geometriyle, geometriyi aritmetikle alamazsın."
Dinleyici: "Hatta maddeyle ilgilenen…"
Hoca: "Tabi, şimdi gelelim mekaniğe… Ya da bırak mekaniği, astronomiye.
Astronomi nedir? Şimdi yarısı fizik, yarısı matematik. E bu nasıl bir lahana
turşusu diyecek. Mekanik de öyle. Yarısı geometrik, yarısı fizik. Hareket
çünkü, değil mi? Diyecek ki Aristoteles burada o zaman diyor, haysiyetleri
değişiktir. Cihetleri aynıdır, haysiyetleri değişiktir. Çok teknik oldu. Çünkü
işin bir de haysiyeti var. “Min-hays”.
Hangi açıdan?
Mesela ahlak, insanı
erdemli ve erdemsizlik haysiyetiyle inceler. Tıp ise sağlık ve hastalık
haysiyetinden inceler, değil mi? Türkçe’de kullanıyoruz ya, haysiyetsiz adam,
işte o. Haysiyet. İnsanın haysiyeti nedir? Düşünmesidir mesela, onun gibi yani.
Tabi dil çok teknik bir konu yalnız. Özbek bir çocuğa verdik doktora tezi. Meta
basis problemi; İslam medeniyetinde. Çünkü islam medeniyetinde bu problemi
çözmeden ilimlerin sınıflandırması yapılmıştır. Bu büyük bir sıkıntı bizde.
Bunu aşıyorlar. Şeyde, modern bilim devrinde bunu aşıyorlar. Evet. Çok gitti
konu da ama, ne yapalım.
Dolayısıyla cihet-i vahdeti tesbit edeceksin ki bu nesnelere bunu
uygulayacaksın. Bu nesnelerin hepsi tek bir nesne haline dönüşüp, o kümenin
altına girecek diyor. “Çünkü hikmet-i ameliye dahi umur-ı müteaddide ve
mesail-i mütekessiredir.” Hikmet, pratik hikmette de çok umur-ı müteaddide, çok
konu var, ve çok mesele var. “ve ana dahi bir cihet-i vahdet gerek. Ol cihet-i
vahdet mesail-i mezkureyi mevzu ve vakiden bahsettiğidir.”
Yani tek bir konuda
bahsedeceği tek bir konuya onu indirgemek gerekiyor kısaca. Zira mesailden bir
tane bir ilm olup taife-il bukr ilm-i
ahmer olur”. Şimdi mesailin birini başka, birini başka
ilim inceler. “Ve erbab-ı ma’kulât…” yani mantıkçılar, erbab-ı ma’kulat
dediğinde mantıkçıları anlayacaksınız. Makulatla ilgilenenler yani.
“Temayüz-i
ulum bihasebi temayüze’l-mevzuat dediklerinin manası budur.” Yani ilimlerin
birbirinden ayrılması, konuların ayrılmasıyladır. Yani her ilmin bir konusu var
dedik ya, konu da onun cinsidir. Dolayısıyla her ilmin bir cinsi var. Ve
ilimler de bunlar, matematik dediğin, fizik dediğin, tıp dediğin böyle ayrılır.
“Mesela ilm-i tıb cesed-i ademîden bahseder; sıhhat u maraz cihetinden.”
Yani
tıp, insan bedeninden bahseder, hangi açıdan ama?
Ciheti nedir? Maraz ve sıhhat
cihetinden. “İlm-i heyet ecza-yı ulvi ve süfliye-yi basiteden bahseder.
Astronomi ise ulvî cisimler yani gökyüzü cisimleri ve yeryüzü cisimlerinden
bahseder. “Ecram-ı ulviyye ve süfliye-yi basîta.” Ecram-ı ulviyye demek gök
yüzü cisimleri, süfliye-yi basîta demek yeryüzü cisimleri; onlar da
ayrılıyorlar ya ikiye. “La cerem, bunların her birisi ilm-i ala ile ve fenn-i
müstakim olup ahire halt olunmadı.” Yani birbirine karıştırılamaz. Halt etmek
var Yai karıştırmak. İyi halt ettin, karıştırdın demek istiyor.
Şimdi, buraya
kadar açık mı? Bak, kaç mesele gördük. Aksiyomatik mesele nedir? Daha metni
okumuyoruz ama. Formelleştirme ne demektir? Cihet-i vahde. Cihet-i vahde-yi
zatiye, cihet-i vahde-yi araziye ne demektir, meta basis ne demektir? Bilim
sınıflandırması, bilimlerin konularına göre tasnif edilmesi ne demektir. Şimdi
bunları bitirdikten sonra otur mesela İbn Sina’nın kitaplarını rahat okurdun. Bunları
anlatıyor. Hepsinin mantığı bu, sistem çok sıkı bir sistem. “Ve mevzu-yı ilim
ne idüğini agavat ve ilm-i mezkure…”
Bak burası önemli, …. bizde hiç yok. Diyor
ki, başlamadan önce o ilmin konusunu bilmek intibah yani seni tembih eder. Ne
demek tembih? Aslında bu çok doğal birşey, herkesin bildiği birşey, insan
gaflete düçar olabilir bunun için. İntibah ne demek o zaman? İnsan tarafından
bilinen ama gaflette olduğumuz konularda dikkat çekmek demek, intibah, tembih
kelimesinin kökü. Çünkü insan, mesela mantık kurallarını biz biliyoruz aslında
ama bazen bu kurallardan gaflette olabiliriz. Diyorsun ki ‘Bak buna dikkat et.’
Çünkü aksiyomatik sistem herkeste ortaktır. Fakat insanlar onu sadece izhar
edemezler ya da onu ortaya çıkartamaz, ona tembih diyoruz. Ne denir, ‘Bir
çocuğu tembihle’. Biliyor aslında, ama çeşitli nedenlerle onu unutuyor. Tembih
kelimesinin kökü o: gafletten uyandırmak. Dolayısıyla bir ilim tahsil ederken
önce konusunu bileceksin ki ahlak-ı adalet diyoruz.
Üniversiteye giriyor çocuk,
niye girdin diyoruz felsefe bölümüne, geliyor başımıza. ‘Hocam valla kader
kurbanıyım’ diyor. Dolayısıyla bir ilmin konusunu bilmeden onu okumak abesle
iştigaldir, eskilerin tabiriyle. Çünkü hiçbir bilgin yok o konuda, kader
kurbanı diye felsefe okunur mu canım?
O zaman ne oluyor işte, saçlarını
uzatırsın, yıkanmazsın, yırtık giyinirsin, pipo içersin, filozofum diye
gezersin ortalıkta. Öyle oluyor. Evet.
Mesela, ilm-i ahlak, ahlak-ı nefs-i insaniden bahsetmek cihetiyle
muaraza vu tasavvur eyleyip… üzere olur "diyelim ki
adam ahlak okuyacak diyor, nedir ahlak? Nerden bahseder diye sorduğun zaman,
insan nefsinden bahseder, bunu bilirse, bu kadar bile bilse, diyor, en azından
basiret üzere olur. Yani mmm, demek ki ben, ahlak dediğin bilim bana insan
nefsinin bir haysiyetini, bir cihetini anlatacak. En azından iyi, bir teyakkuz
halinde olarak o ilme başlar. Hatta her mesele, mülahaza eder, eğer ahlak-ı
insaniden bahisse ilm-i matlubdan idüğin bilip taallüm-i tefehhümle ragıb olur
ve eğer hilafıysa matlub tahtına dahil değil idüğine arif, talebinden arib
olur."
Bu diyor aynı zamanda insana ne verir? Diyelim ki, konunun genelini,
genel olarak bilirsen o konunu altına giren şeyi ciddiye alırsın, almayan şeye
vakit kaybetmezsin. Kenarda tutarsın onu, pedagojik bir ilke bu. Evet. Şimdi,
okumadan hemen Türkçelerini söyleyeyim, siz takip edin. Burda konu çoktur,
diyor. Ancak biz bu risalede bunların hepsini açıklayamayız. O zaman biz ne
yapalım diyor, şimdi, hikmet-i ameliye (pratik felsefenin) ki bizim kitabımızın
konusudur, mevzuu konusu nedir ve talib-i kemal-i nefs için insan nefsinin
olgunlaştırılması için mahall-i Teveccüh şurûdur. Mevzuu nev u ulum-ı
senasikü’l-eczadır. Öyle ise öncelikle pratik felsefe nedir, pratik felsefenin
konusu nedir? İkincisi ise pratik felsefenin üç alt dalı var ya ahlak, iktisat
ve siyaset, bunların konuları nedir, bunları diyor, konuşmaya başlayalım ki bu
konuyla ilgilenenler basiret-i tammeye sahip olsunlar.
Şimdi, Nasıreddin Tûsî,
Ahlak-ı Nasır’ında demiş ki, “Çün ilm ü meşruun fi nefsi insanice hun iktisat
etmek gerekir ki andan sadır olan ef’al-i cemiu’l-mahmud olan ilmdir”.
Ne
demek? Bu ilmin konusu insan nefsini huylar cihetinden, hangi huylara sahip, o
cihetten incelemektir. Çünkü bizim
nefsimizin huyları var. Korkaklık, cesaret, adalet, ilm, bir sürü huyumuz var,
açlık, şehvet, gazap, sinirlenme, bir sürü huyumuz var. Bu huylar açısından
incelemektir. Ama ne açıdan? Doğrudan bu huyların ne olduğu mu? Hayır. Onu
metafizik inceliyor. O huylardan sadır olan fiiller, eylemler. Çünkü eyleme bakıyor. Diyor ki mesela adam çok
korkak, o korkaklığın mizaçta bir karşılığı var. Ama biz onu incelemiyoruz bu
ilmde. Onu Kitab-u Nefs inceliyor, metafizik inceliyor.
Biz sadece “Ya benden
bu korkaklığı nasıl mesela gideririm, nasıl cesaretli olabilirim” gibi ef’al
cihetinden inceliyor. “Pes, bu ilmin mevzuu nefs-i insanidir.” O zaman birinci
şey, bu konu bu ilmin yani hikmet-i ameliyenin konusu insan nefsidir, “Ammâ şol
cihette ki” cihet koyacak şimdi. Çünkü cihet koyacak ki ilmi tanımlayabilsin.
“Andan ahlak-i cemile-i mahmude ve kabiha-i mezmume bi-ihtiyar sadır olur.”
Hangi cihetten? O nefisten irade ile ya da ihtiyarla iyi ya da kötü fiillerin
sadır olması, çıkması cihetinden. Çünkü insan nefsinde başka şeyler de var,
sadır olur. dolayısıyla biz şimdi insan
nefsini konu olarak alıyoruz. bakıyoruz buradan iyi, erdemli fiiller, erdemsiz
fiiller sadır oluyor, ama bu erdemli-erdemsiz fiiller kas hareketleriyle değil,
bizim tercihimiz. İhtiyar bu demek.
İhtiyar ile irade arasındaki fark neydi?
Dinleyici cevabı: Biri doğal, biri hayır deme yetisi.
Hoca: Biri ne?
Dinleyici: İrade hayvanlara özel…
Hoca: Canlıya yani.
Dinleyici: Canlıya, evet. Ama ihtiyar, hayır diyebilme yetisi.
Hoca: Akla özgü.
Dinleyici: Evet, akla özgü.
Çünkü iradede vücut talep ediyor, yemek istiyor. Sen de gidiyorsun
yemek yiyorsun. Ama irede sana yeme diyor, kilo alıyorsun. Bu, ihtiyardır. Sen
de yemeyeceğim diyorsun. O da ihtiyar oluyor. İhtiyar: hayır. İhtiyar hep
iyiliği, iyi olanı, hayrı tercih eder. İrade ile ihtiyarı birbirine
karıştırmamak lazım. Şimdi, “Pes evvela bilmek gerek ki nefs-i insanî nedir?
Madem bu ilmin konusu insan nefsi, artı bu insan nefsinden ihtiyarla sadır olan
erdemli ve erdemsiz eylemler. O zaman ilk bilmemiz gereken nedir? Nefis nedir,
insan nefsi nedir, bunu bileceğiz.
2. Gayet-i kemali ne nesnedir. Yani insan nefsini olgunlaştırmak ne
demektir? Ve kuvvetleri nelerdir? Bu nefsin kuvvetleri nelerdir, güçleri
nelerdir? Buna İngilizce de fakülte diyoruz. İnsan nefsinin güçleri nelerdir ki
anlar vech-i mahmud üzerine istimal edecek, kemal ü hayra ki
matlubü’l-insandır, vasıl olan. Ki biz bu kuvvetleri iyi yönde kullanacağız ki,
değil mi, kemale, olgunluğa ve iyiye vasıl olacağız. Sonra, derece-i kemal ve
meratib-i saadetine mani nedir ki? Sırf bunu mu bileceğiz? Hayır. Sadece bizi o
olgunluğa, o hayra götüren yolları değil, nasıl kötüden kaçınacağız, onu da
bileceğiz. Bak, “Ve derece-i kemal ve meratib-i samiye mani nedir ki, hangi
engeller var ki andan ictinab etmek” ondan kaçınmak dahi tahsil-i haym-ı kemale
lazımdır. Yani şunu demek istiyor: Arabanın kurallarını bilmen yetmez, trafikte
karşıdan gelen öküzlerin de araba kullanışlarına dikkat edeceksin. Yoksa
çarpabilir sana. Sadece ben değil, çünkü bu işte senin dışında etkiler de var.
“Ve bu tahliyedir.” Ḥa-yı mu’ceme demek, tahliye, ḥalâ, temizlemek, boşaltmak,
yani nefsi, insan nefsini rezai ile ahlak ve kaba-yı amalden hali kalmaktır.
Yani insan nefsini kötü huylardan ve çirkin işlerden nasıl temizleriz? Bunu.
İki: Ve tahliyedir. h’yla. Donatmak demek, Yani nefsi cela-yı ahlak ve
mehasin-i âmâl ve müzeyyen-i hali kılmak. İnsan nefsini nasıl daha iyi
erdemlerle donatabiliriz? Nasıl onu yükleme yaparız.
İki şeyimiz var: Taḥliye
ve tahliye. Ve sonra bir şiir almış. Bizim klasik metinlerde biliyorsun, şiir
de verirler hemen, Farsça bir şiir. “Kötülüğü terk, iyi fiile başlangıçtır.”
Şunu demek istiyor: Bir kötüden kaçınmak öyle basit bir iş değil. Çünkü işin
başı o. Çünkü harama giden yol da haramdır denir ya, ondan.
Nasıl ki hasta
adama ilk ilaç perhizdir. Perhiz değil mi seni ilk önce hastalıktan perhiz
koruyor. Daha hasta olmadan perhiz yaparsan “Şahadet lafzının başı batılı olup
sınamaktır.” Bak, demek istiyor ki, sen, Tanrı vardır, birdir demeden önce bir
‘lâ’ yapıyorsun. Hiçbir Tanrı yoktur, “Lâilâhe illallah”. Onun için önce
olumsuzlama gelir. Ahlakta da böyle. Önce olumsuzlukları da bileceksin diyor.
Önce Eûzü besmele, sonra hamd ve dua. Yani “Eûzübillâhimineşşeytanirracim”
demeden “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn” demiyorsun.
Değil mi?
Önce elini yıka,
sonra namaz kıl. Yani bizim yâdımız dışında ne varsa önce onlardan elini
temizle. Değil mi? Namazın amacı o. Yani bunun sembolik anlamı ne? Tanrıdan
başka her şeyden arınıyorum. Bizim namaz falan değil. Ali’yi nasıl
kazıklayacağız, onu nasıl yapacağız, şunun ayağını nasıl kaydıracağız ya da bir
an evvel bitireyim gideyim kazık.
Bizde namaz, namaz değil ki… Halbuki abdest
nasıl ki vücudun tahareti varsa, namaz da aklın taharetidir. Vicdanın
taharetidir. Temizleyeceksin onu. Onu temizlemiyorsun ki.
‘Aklın tahareti
ahlaktır’ diyor bizimkiler. Edebdir. Ama nerde… Edebsizliklerinden geçilmiyor.
Evet.
“Pes talib-i hayr u sadır olana ahlak-ı ef’al-i hasını bilmek gerekirtir
ki ş… vücud-ı nefsi olan ahlak-ı amal-i zemimi idare etmek gerekir ki bidat-ı
muceme olanlardan pak …”
Yani iyiyi bilirsin onu elde etmek için, kötüyü
bilirsin ondan kaçmak için. Türkçesi bu. Onun için bak hemen şiiri verdi.
“Araftü şerre lani şerri lâkin litevakihî femen la yağrifü şerrin mine’l-hayrin
vakaa fi”
Diyor ki: Kötülüğü ben kötülük için öğrenmiyorum. Ondan korunmak için
öğreniyorum. Çünkü kötülükle iyiliği ayırt edemezsem kötülüğe düşerim. İyilik
diye düşebilirsin içinden. Onun için biz kötülüğü li-nefsihî değil, li-gayrihî
biliyoruz. Bu önemli. Yani kendiliğinden kötülüğü öğrendim, aman ne güzel,
değil. Ondan kaçınmak ve iyiliği elde etmek için, li-gayrihî biliyorum. Başka
bir amaç için biliyoruz yani.
O zaman marifet-i nefs-i insanî ve kuvva-yı
zahiri ve batınisi nelerdir veya niçin ve kemal-i noksan ve … nelerdir ve
nelerdedir? İzar-u iyan için üç makam irad olundu ve her makamda nice umur-ı
mühimme feveyad-ı nadire mi’n-derece kılındı. Madem mesele böyledir, o zaman
ilk önce insan nefsi nedir, ondan bahsedeceğim, diyor.
Sonra onun zahiri ve
batıni kuvvetleri, iç duyular-dış duyular, zahiri; iç duyular, batıni; dış
duyular. Bunları alacağız, sonra da diyor, bunların kemâline ve noksanlığına,
saadet ve şekavet saadetin zıddı şekavet, şakilik ordan gelir. Mutlu olmayan
insan şaki olur. Kendisiyle barışık olmayan insan başkasına savaş açar. Bu
sufilerin ilkesidir. Şaki demek, mutlu olmayan demek. Mutlu olmadığı için
başkalarının yolunu kesiyor, başkalarına zulmediyor. Kendisi mutlu olmayan,
başkalarının gülmesine tahammül edemez.
Onun için sufilere göre, kendini
dünyadan korumayacaksın, dünyayı kendinden koruyacaksın. Çünkü insan çok zarar
verir dünyaya. Veriyor, bak.
Bugün başka bir derste söyledim. Bir düşünür diyor
ki: "Diğer evrende bizden daha zeki, idrak eden varlıkların olduğu kesin. 'Delilin ne diye?' sorarsanız, şimdiye kadar bizle hiç irtibat kurmamaları" diyor.
(Gülüşmeler)
Çünkü bizden ahmak olsalar bizimle irtibat kurarlar. "Biz ahmakız" diyor, evrene sinyal gönderiyoruz, gelişmiş medeniyet aldırmaz ama, ya kaba bir
medeniyetse, "biz burdayız, gelin bizi köleleştirin demektir" diyor. Şurada toprak
parçasından kaldırdığında kaç bin canlı var içinde, değil mi? Hiç ilgileniyor muyuz? Biz de aynen böyleyiz, diyor. Gelişmiş insanlar için. Orda börtü böcek
birbirleriyle uğraşadursun.
Dinleyici: Geçen de Amerikalı bir filozof diyordu. "Fare ile insan
arasındaki genlerden dolayı, mesela %96 benzeriz. Fare ile hiç ilgilenmeyiz,
belki %2,5’luk farklı bir ırk vardır evrende, onlar bizi niye kaale
alsınlar ki" diyordu.
Hoca: Evdeki akvaryumda dünya kadar balık var. Sadece yem atıyorsun.
Öyle bir animasyon film vardı. Hayvanların yönettiği bir gezegende büyük bir
toplantı yapıyorlar. Toplantının konusu, Dünya diye bir gezegen var, orda insan
ırkının korunması. İşte, ilginç, şaşırıyorsun falan. Sonra anlıyorsun ki insan
ırkını niye koruyorlar? Çünkü dünyadaki sivrisinekler akrabaları,
sivrisineklerin beslenme ihtiyacının ortadan kalkmaması için. (Gülüşmeler)
Biz
diyoruz ya, yok ediyoruz, inekler yaşasın, arılar yaşasın, bal lazım bize;
onlar da insanları koruyor, çünkü seni sivrisineklere gıda sağlayan, yürüyen
ağaç olarak görüyor seni. Anlatabiliyor muyum? Bakış açısı böyle. Düşünsene,
maymunu koy dışarıya, sen kafesin içine gir, o sana baksın, öyle bir düşün. Ben
hep söylüyorum. Bizim kültürümüzü hiç ciddiye almıyorsunuz. Niye bizde hayvanat
bahçeciliği olmaz? Mümkün değil ya, döverler adamı.
Bak 1600’lerde
yazılmış bir kitap buldum, hazırlıyor bir arkadaşım. Çok enteresan bir kitap.
Belki bahsettim size, bahsetmişimdir. İstanbul’da bir fakihe kadın, beylere
Üsküdar’da ders veriyor. Ondan sonra tabi ilmi yetmiyor, sıkışıyor. Kocası
büyük bir müderris, bir gün ona diyor ki; “Nazariyat yazıp duruyorsun. Toplumun
ihtiyaçlarına amelî fıkıh kitabı yaz." Yazan adam kendisi anlatıyor bu hadiseyi. "Ben" diyor, "oturdum bunu yazdım".
Türkçe, çok güzel bir Türkçe, harekeli hem de.
İşte, başlıyor, hane halkından başlıyor: kadın, erkek, çocuk, hizmetçi,
komşular, bunların birbirleri üzerindeki hakları. Ne var bir de biliyor
musunuz? İlk defa gördüm, hukuku’l-hayvan, hukuku’n-nebat. Bahçedeki ağaca
tokat atayım mı? Yok öyle bir şey, ne atıyorsun yahu? Kafana göre hareket
edemezsin, onun hakkı var diyor. Hayvan, kedi-köpek benim kedim benim köpeğim
diye bir şey yok. Hukuk diyor, hukuku’l-hayvan.
Dinleyici: 1600 kaç demiştiniz?
Hoca: 1600’lerin başı. Tabi ben Mehmet Genç’ten öğrendim. Tam
Süleymaniye Camisi yapılırken hemen bu Beyoğlu’ndan Süleymaniye’ye bakan tepede
geliyor bir Fransız ressam, otel kiralıyor. Süleymaniye’nin resmini daha
Süleymaniye yapılırken çiziyor. Şimdi resimlerde enteresan bir şey var. Semer…
Semerde çiviler var. Şimdi bunu gavurlar nasıl yorumluyorlar? İyi çalışsın… Ama
işin garibi çiviler hayvanın tarafında değil, üzerine oturulan tarafında.
Köleler için mi diye düşünüyorlar. Bunu bir türlü çözemiyorlar. Kaynak da yok.
Fakat 1600’lerin sonu, 1700’lerin başında mahkeme kayıtlarında enteresan bir şey
çıkıyor.
Diyor ki müşteki olan:
"Efendim, daha önceki adet ve uygulamalardan
biliyoruz ki, hayvanlara yük taşıtıyoruz. Adam 5 kilometre yük taşıtıyor.
Getiriyor adam onu, çekiyor amele, yükleri boşalttıktan sonra geri dönmeyecek
mi 5 kilometre daha? Üzerine biniyor hayvanın. Kural koymuşlar, demişler ki: 'Hayvanlara binilmeyecek. Yürüyeceksin. Çünkü hayvan 5 km. yük taşımış, sen
niye biniyorsun? Zaten yorgun senin gibi.'
Fakat bizim ordakiler bunu
bilmiyorlar, dinlemiyorlar. Bunun üzerine 'çivi konacak, binmesinler' demişler." Mahkeme kaydında böyle diyor. "Fakat" diyor, "bunu da diyor kalın sof yaparak onun
üzerine sererek biniyorlar."
Kadının kararı ne? Hemen uzmanı çağırıyor, diyor
ki: “Şu kalınlıktaki sofun etkisinin azalacağı çivinin büyüklüğü ne kadardır?” Uzman “Şu kadardır.” diyor. Bir fetva, “Bütün İstanbul’daki katır, eşek-atlar zaten
savaş aleti -eğerlerindeki çivinin boyu şu kadar olacaktır,” diyor. Sof işe
yaramıyor. Anlıyorlar ki geriye dönüp, demek ki bu o dönemden beri var.
Hayvan
hakları mı dedin? İşte burda, ama biz bunu bilmiyoruz ki…
Bugün kaymakamlığa
kahve getirdiler. Dedim ki: "Sayın başkanım, dedim, eğitim daire başkanına,
kahvenin suyu niye gelir, ne alakası var?”
Dedi ki: "Hocam âdettir."
Ben “âdet
değil.” dedim. Bir eve misafir geldiğinde, kahveyle su getirilir. Eğer suyu
içerse açtır, hemen kahve alınır yemek getirilir.
Çünkü bir insana ‘Aç mısın?’
diye sorulmaz. Ayıp ya. Kahve içerse toktur.
Dinleyici: Bunu her iki tarafın da bilmesi gerekiyor ama.
Hoca: O kültür biliyor ama. O kültür biliyor.
Dinleyici: Şimdi için söyledim.
Hoca: Ya kardeşim, iş yerlerine gidiyorsun, ‘itiniz’ diyor. Lütfen
itiniz. Neyi itiyorsun, ya? Ne yazıyor? "Ya Fettah" yazıyor değil mi? Niçin
yazılır ‘Ya Fettah’? Biliyor musun?
İnsanoğlu bu, yolunu unutur; Allah
Fettah’tır, yolunu açar. Daralma, gerilme. Ha, ‘Ya Fettah’ yazma, Müslüman
değilsin, sekülersin. Ama "itiniz" de yazılmaz ki kardeşim. Ne kabalık ya.
‘Lütfen itiniz’ de. ‘Lütfen açınız’ de mesela. Ne bileyim bir şey, bir nezaket
olsun ya. Bu böyle kabalık olur mu? Anlatabiliyor muyum? Kültürün içine ettik
ya...
Niçin iki tokmak olur klasik kapılarda?
Dinleyiciler: Biri erkek, biri kadın için.
Valla atalarımızın, biz
onların çocukları mıyız yoksa başka bişeyin çocuğu muyuz bilemiyorum yani. O
kadar ince bir medeniyet kurmuşlar ki. Ha bu incelik aleyhine işlemiş onu da
söyleyeyim tabi. … dediği gibi taş, elması kırar. Geçelim şimdi.
Makam-ı evvel nefs insani ki nefs-i natıka ile tali olunur ne
nesnedir, ânın beyanıdır. Yani insan nefsi nedir? Burda insan nefsinden
kastettiği, düşünen nefis. Yani homo sapiens sapiens diyoruz ya, o. Nedir bu
düşünmek? Burdaki düşünmek, basit anlamda değil. Düşündüğünü düşünmek,
arkadaşlar. Tamam mı? Malum ola ki: “Hukema nefs-i natıka dediklerinde lisan-ı
şer-i mutahharada ruh derler.” Yani kastettikleri İslam dilinde kullanılan
ruhtur. Doğru mudur bu arkadaşlar?
Dinleyici (Rüştü Atmaca): Felsefeciler ruh diyor. Yok, nefis diyor.
Kelamcılar ruh diyordu.
Hoca: Peki neydi nefis?
Hanım bir dinleyici: Kadın.
Hoca: Ne?
Hanım bir dinleyici: Kadın
Dinleyici: Hayır ya.
Hoca: Ha o tamam. Havva’yı temsil ediyor da, o değil ama. O başka, o
sufilerin yorumu. İntellect ve logos ayrımı. Nefs neye deriz? Mesela İbn-i Sina
aslında bütün Ortaçağ boyunca nefs neye denir?
Dinleyici (Rüştü Atmaca): Allah’tan gelen sinyalle…
Hoca: Yok, o değil.
Dinleyici: Allah’tan değil, pardon.
Hoca: Yani evren çift kutuplu bir madde var, bir de logos var. Intellect
var. O gün çekimi bilmiyor, enerjiyi bilmiyor, böyle bahsediyor adam,
varsayımlarda. Bu logos’un maddeye değen tarafına nefs diyoruz. Aslında
esas logos var, intelect, akıl. el-Akl ama, Büyük Akıl. O yekpare
bir şey. Değil mi, farklı tezahürleri var. Hayvanın da, bitkinin de, insanın da
var. Aynı
nefis aslında. Yani elektrik aynı ama alet değişik olduğu için fonksiyonlar
farklı, o yani. Sinyal gibi dedik ya hani, örnek verdik.
Satellite, uydu.
Uyduda sinyal geliyor ama seninki iPhone 7, benimki iPhone 4. Fonksiyonları
aynı mı, değil, seninki daha gelişmiş. Halbuki giren sinyalde bir değişiklik
yok, senin burdaki fonksiyonlarında. Onun için insan bedeninin fonksiyonuyla
diyelim ki bir, hatta bırak insanı, diyelim ki bir aslandaki fonksiyonla
böcekteki fonksiyon farklı. Çünkü böceğin mekanizmasına göre aslanınki çok
gelişmiş olduğu için, değil mi, orda tezahür var. Ama hepsinde aynı akıl var: logos.
Fakat böceğin nefsiyle aslanın nefsi farklı oluyor. Çünkü giren enerji ordaki
imkanlara göre kendini dışa vurabiliyor. Anlaşılıyor mu? Bunu anlattım. Aynı
şey.
Dinleyici: Çözüm üretiyor.
Hoca: Çözüm üretiyor. Ama ruh ne demek? Aslında ruhun bununla hiç
alakası yok. Klasik İslam geleneğinde ruh latif cism demektir. vücuttaki en
ince, latif cisme diyorlar. Yani maddi, böyle spiritüel. Maddeleşmiş birşey
değil. Peki niye ilk dönemde İslam bunu kabul etmedi? Niye ilk dönemde İslam
spiritüel unsurlara…
Dinleyici: Tanrı’dan başka maddi…
Hoca: Tanrı’dan başka cisim ya da cismani olmayan birşey yoktur. Yani
evrende melekler dahil herşey ya cisimdir, ya cismanidir. Onun ne olduğunu
biraz sonra söyleyeceğim. Madde ve mekânüstü sırf Tanrı’dır. Melekler bile
değildir bak. Onun için spiritüel unsurlardan korktu İslam. Niye korktu? Çünkü
Tanrı’ya eşdeğer bir güç olması. Çünkü klasik kültürde o kadar çok spiritüel
okültüsü var ki-intellect, logos bilmem ne- filan, değil mi? Peki sonra bunlar
nasıl yavaş yavaş vazgeçti?
Dinleyici: Gazali ile...
Hoca: Bir: sistem yerleşti, güçlü bir kültür oldular. Dolayısıyla
ayrım yapabilecek kapasiteleri var. 400 yıl sonra, değil mi, Gazali bunları
yaptığında, kabul ettiğinde, değil mi, 1100’lerde, İslam medeniyeti kaç
yüzyıllık bir medeniyetti? 500 yıllık bir kültürdü. Her şey oturmuş. İbn-i Sina
ölmüş gitmiş, İbn-i Heysem ölmüş gitmiş. Büyük bilim adamları. Ve kadim
kültürden gelen nefs anlayışını ruhla özdeşleştirdiler. Halbuki klasik
gelenekte bizim bugünkü anladığımız anlamda bir ruh yok. Niçin buna ihtiyaç
duydular ve tuttu bu? Çünkü öldükten sonra bir şeyin baki kalması lazım. Allah
neyi diriltecek, kardeşim?
Yok kuyruk sokumundan kemikmiş, yok bilmem şuymuş
buymuş diye bir sürü teori var. Klasiklerde de var. Yani ruh diye bir şey var, o
dirilecek. Esas odur bu iş, değil mi? Gazali’den sonra özellikle Fahreddin
Razi. Fahreddin Razi’nin ölümü 1214. İslam medeniyeti 600 yaşında. Şimdi bakın,
arkadaşlar, burda o konuyu anlatmadık ama, Samsun’da 3 Aralık’taki konferansta
onu anlatacağım.
Bunları meseleleri İslam’ın bir parçası, dinin bir parçası
zannediyoruz. Halbuki bunlar Fahreddin Razi tarafından üretilmiş tasavvurlar.
Bunlar vazgeçilebilir şeyler yani. Gayet doğal, sen İslam hayat görüşünün temel
ilkeleriyle, dönemin resimlerini, dönemin kültürlerinin etkisine sokup ordan
tasavvurlar üretmişsin. Bu tasavvurları şimdi din zannediyoruz biz, dinin bir
parçası zannediyoruz. Hiç alakası yok.
Elbette o tasavvurlardaki gayreti,
efendim, takdir edelim ama takdis etmek başka. Teorisyenin biri ilerde çıkar
der ki, “Kardeşim ruh diye bir şey yok, her şey maddedir, beynin fonksiyonudur.”
Vaay!
Kâfir o zaman niye Fahreddin Razi okuyacağız?
600 yıldır neyi okuyorlardı
bunlar?
Allah nasıl diriltecek?
Hz. İbrahim’e bakın Bakara suresinde, ilk
yarattıysa o mu zor, o mu zor?
Diyor ya Bakara suresinde, “Onların ruhları bir
yere gitti.” Yok parçala, karıştır, koy dağlara, çağır gelsinler. Bakara
suresinde var. Ruhtan eser yok. Şimdi dolayısıyla şeylere diyelim ki güncel
merkezi sistem o dönemde cari bir tesbitti. Astronomi ona göre yapıyordu, sen
de ona göre yaptın. Şimdi ne yapacağız? Atacağız yani.
İşte Hüseyin Nasrevî
diye bir adam var ya… Git kutsal-mutsal değil be, resmin yorumu o. E resim
değişti ya.
Dinleyici: Esirden bahsediyor.
Hoca: Hâlâ esirden bahsediyorlar, tabi. Bunlar ne, esir mi kaldı yahu,
hepimiz teslim olduk. (Gülüşmeler) Ne esiri yahu?
Buna çok dikkat etmek lazım.
Ayık olmak lazım. Yani bu dinin elden gideceğini zannediyor adam. Din o değil
ki, din temel ilkelerdir. Onlar da zaten bir dinin ilkeleri azdır. Çok olursa
zaten o inanç olmaz. Azdır yani, değiştirebilirsin. Bunlara dikkat etmekte
fayda var. Bu kitap da öyle. Bu kitabın %80’i bitti. Biz metinleri klasik
metinlere nüfuz etmek için öğreniyoruz. Bunun %80’i bitti, yok. Hadi biraz daha
inelim, %75 diyelim. Psikoloji değişti, kozmoloji değişti, fizik değişti, değil
mi? Geriye ne kaldı? Tıp değişti. Geriye temel ilkeler kaldı.
Ahlak önemli bir
ilke değil mi? E, tamam bunun da ilkesi o zaten. O değişmez. Erdemli olalım.
İnsan nefsini terbiye edelim, olgunlaştıralım. Bunu yaparken şundan şundan
istifade edelim. Bu değişmez bak. Yaz hadi bakalım var mı, adam o dönemde
yapmış yahu. Emin olun ne Arapça’da ne Farsça’da bunun üstüne metin var. Ve bu
Türkçe yazıldı, her şeye rağmen. Bunu anlattım, mantığı, zaten bunu bile okuyamıyoruz işte. 1,5 yılda 20
sayfa okuduk. Evet.
Dinleyici: Hocam, amelî dediğimiz şeyi teorik diye ayırıyorlar ya
klasik dönemde…
Hoca: Nazarî ve amelî…
Dinleyici: Evet, nazarî ve amelî. Bugün mesela bir sosyoloji,
antropoloji gibi ilimleri bu sınıflamaya dahil edebilir miyiz, yoksa
değiştirecek miyiz artık? İlimler sınıflaması.
Hoca: Bir açıdan edebilirsin. amel ne demek? İnsan eylemlerinin
sonucunda ortaya çıkan tüm nesne alanlarına amelî diyoruz. Hepsi insan
iradesinin sonuçları değil mi bunların?
Dinleyici: Evet.
Hoca: Bu yapıya göre hepsi amelî hikmet. Nazarî olan nedir?
Dinleyici: Teorik, ampirik, amelden bağımsız, direk akılla inşa
ediliyor.
Hoca: Varlığı insan iradesine bağlı olmayan alana diyoruz değil mi?
Tabiat. Tabiata ait olan ilimlere de nazarî ilimler diyoruz. Orda matematik
biraz tartışmalı. Ama amelî hikmetin nesne alanı nedir? İnsan irade ve
ihtiyarının tecessüm etmiş halleri. Yani action theory dedikleri bugün
batılıların, eylem teorisi sonucunda ortaya çıkan şey. Savaş bir action’dır,
değil mi? Cami bir action’dır, yani bir eylem sonucudur. Orda insanların
eylemleri, iradeleri içkindir. Sen onu o toplum da öyle siyaset de öyle, amelî
felsefe olarak görebilirsin. Ama tutup illa bu kuralları uygulamaya gerek yok
arkadaş.
Yani tasnifler çok çeşitli açılardan yapılabilir. Bunlar ayet değil,
hadis değil. Ne olacak. Savaşı Kudüs’te yapmanızın bir anlamı yok. Hiçbir
açıdan, ne dini, ne estetik. Polonya ordusunu ben size örnek vereyim.
Polonya’da cumhurbaşkanı atları çok seviyor, atlardan kurmuş bütün askerî
birlikleri. II. Dünya Savaşı’nda Alman tankları gelince atlar kaçmış. Tankın
gürültüsünden ne olacak atlar, kaçacak tabi. Real olmak lazım. Realistik,
gerçekçi olmak lazım.
Hayat mecaz ve kinayeye göre gitmez. Giderse işte
başımıza gelenler gelir. “Ve yesûlüneke külli ruhi min emri rabbi.” Şimdi
burada ayet-i kerimeyi okuyor, veriyor. "Sana ruhtan sorarlar, de ki ruhun
bilgisi Rabbimin emrindedir." Sizce doğru mu bu? Kesinlikle değil. Burdaki ruh
ne? Vahiy ve Cebrail. Halbuki onun ruhla hiç alakası yok.
Dinleyici: Yahudiler soruyor.
Hoca: Tabi, ama ayetin de anlamı senin birikimine göre. O dönemdeki
birikime göre ayeti anlıyor. Şimdiki birikim değişti. O dönemdeki tefsirlerin
de %90’ı historikti. Gayet doğal şeyler. Açıyorsun İbn Sina’nın Felak Sûresi
birinci akıldan şöyle, ikinci akıldan böyle, aaa, ne güzel. Ne biri şimdi öyle
bir anlamı var mı? Şimdi ne birinci akıl kaldı, ne ikinci akıl. Felekler mi
kaldı? Yani bunu da anlamıyoruz.
Adam Fahreddin Razi tefsirine kutsal kitap
muamelesi yapıyor ya da Said Nursi’nin metinlerine kutsal kitap muamelesi
yapıyor. Bir yorum o, anlatabiliyor muyum, bitti onlar. O dönemin resmine göre
Newtoncu fiziğin yorumudur Said Nursî. Kaba pozitivizmin eleştirisidir. Kuantum
çıktı ya. Ne yaptık Kuantum’a karşı? Anlamadık ki daha.
Dinleyici: Denklemleri anlayan bir adam hele ilahiyatçılar…
Hoca: Tabi ne kuramcılar, ne kuramcılar var da-inançla Feza Gürsoy
var.
Dinleyici: O manada değil, İlahiyatçılar değil, felsefeciler de hocam,
denklemleri çok anladıklarını sanmıyorum.
Hoca: Bizim ilahiyatçılarımız çıkıp sümüklü sümüklü ağlayıp para
kazanıyorlar işte. Kabahat üzerine 10.000 lira koyup pazarlık yapıyor. Ama
karakterli olmanız lazım. Sen olacaksın, 10.000 lira para mı ya, ver ya ne
olacak. (Gülüşmeler)
Dinleyici: Hocam, Esra Erol’un aldığı paraya bakarak kanaatkâr yani,
bir şey diyemeyiz.
Hoca: Bir yanlışla kendi yanlışını savunamazsın. Her dönemde kültürün
maymunları vardır. Şarkı yüzünden herkesten fazla para alıyordu. Dese ki
şarkıcıya bak. O zaten medya maymunu, milleti eğlendiriyor, kalabalığa hitap
ediyor. Bir lira alsa yüz bin kişi izlese yüz bin lira. Ama bu öbürünü haklı
çıkartmaz.
Bir fizikçi, bir bilim adamı, bir filozof şaklabanlık yapmaya
başlasa, şimdi diyemez şarkıcı yüz bin lira kazanıyor, biz de kazanalım. Olmaz
o. O zaman git şarkıcı ol. Futbolcuların aldığı şeyi biz alıyor muyuz?
Türkiye’nin, hadi bizi geç, çok iyi bilim adamları var, uluslararası. Bir
futbolcunun maaşını alıyor mu? Yoo. Ama bir futbol gibi eğlendiriyor mu insanı?
Yoo.
Yani bakın, ammeye, kamuya hizmet eden insanlar her zaman tarih boyunca
fazla kazanırlar. Medyanın maymunu, milletin şaklabanı her zaman fazla kazanır.
Sen şov sistemi nasıl çalışıyor, biliyor musun? Ben biliyorum. Yemin ediyorum
onların hiçbiri mutlu değil, ama bir kere o gelire alışınca bırakamıyor. Yani
düşünsene giyimine kuşamına başkaları için… Sen olmaktan çıkıyorsun ya,
maymunsun sen.
Hadi onu geç, (Bir akademisyeni) düşün. Türkiye’nin
çok iyi zekâlarından biri. Eee, ne oldu? Medya maymununa döndü. Niye? Çünkü
eşekten indin katıra bindin, katırdan ata, ordan Tofaş’a, ordan bilmem neye, en
son Mercedes’e bindin, o da yetmedi özel arabaya bindin. Hadi bir daha geri dön
bakalım. Mümkün değil. Yoksa şimdi o güç artıyor. Bu sefer daha çok kazanmak,
daha çok kazanmak için maymunluğun derecesi artıyor.
Zeki Müren için derler,
Allah rahmet eylesin. Allah’ın rahmeti geniştir. İlk çıktığında nasıl bir müzik
yaparmış. Ama piyasa bozuldukça o da müziğini bozmak zorunda kaldı, niye? Para lazım. Değil mi? Şöyle diyen olmuş
mesela: ne bozulursa bozulsun ben sanatımdan taviz vermem. Bekir Sıtkı. Ama
şimdi ben dinleyemiyorum Zeki Müren’in yeni şarkılarını. Çalışamam zaten
onlarsız. Devam edelim. Dolayısıyla buradaki ayet, dönemin bağlamında ve
anlamındadır.
Dinleyici: Hocam bu ayetteki numen alemine özdeşleştirme…
Hoca: Ne? Numen mi?
Dinleyici: Numen alemi.
Hoca: Yok, birkaç anlama gelebilir. Rabbinin bildiği bir kavram aynı
zamanda zihnî şey demek. Kavram demek. Ondan sonra tasarruf anlamına da gelir.
Rabbinin tasarrufundadır, anlamına da gelir. Yorumlayabilirsin canım, dersin ki
Rabbinin yazılı programıdır. Bak, bilgisayar programı gibi yorumla. Yüzyıl
sonra bunun bir anlamı kalmaz. Onu demek istiyorum. Yorumlamışlar. Evet.
“Kelimesinin işaret-i şerifesi oldur ki, hakikat-i ruhtan beyan ve
mahiyet-i ruhtan keşf kast mümin olana reva ve ebed-i ubudiyete layık u seza
değildir.”
Bu ayet de bize şunu gösteriyor: Aslında ayeti, ayetin kendisi için
anlatmıyorum. Bir şeyi tembih için.
Diyor ki: "Ruhun mahiyeti nedir? Hakikati
nedir? Bu konuda bizim bir soru sorma hakkımız yoktur. Ne açıdan yok?"
Bak,
inceliğe bakın, arkadaşlar. Edeb-i ubudiyyet, edeb açısından yok. Bunu da bir
türlü bilmiyoruz biz. Diyor ki bana: “Hocam bu dine aykırı değil.” Arkadaş, din
sadece form değildir ya, dinin geleneği vardır, örfü vardır, edebi vardır ya.
Sırf formu düşünen dindar zihin Vahhabiye-i Selefî DEAŞ oluyor işte.
Hakkaten
adamın dediği doğru, dine aykırı değil. Ama din sırf örf değil, dinin gelenek,
görenek var ya, değil mi? Kulluğun bir edebi yok mu? Sırf formu mu var? Şunu
demek istiyor: Bunu yasaklayamayız. Tabi ki soru sorabilir insan. Soru
sorabilirsin. Ama bu kulluğun edebine mugayirdir. Size ben şeyi anlatmadım mı?
Muhammed Nurü’l-Arabi’nin irade hikayesini?
Ya ben hata yapıyorum pedagojik
olarak, çok şey anlatıyorum, akılda bir şey kalmıyor. Anlattım ben bunu.
Abdülhamid dönemi Muhammed Nurü’l-Arabi Filistin asıllı fakat Türkleşmiş,
Balkanlar’da üçüncü dereceden Melâmilik’in kurucusu, büyük bir alim. Kafalı bir
adam, Türk kültürüne çok hizmeti var. Balkanların Müslüman olması,
tutulmasında. Abdülhamid döneminde bir kitap yazıyor cüz’î irade konusunda.
Cüz’î iradeyi tasavvufî açıdan, tabi mutasavvıflara göre açıklıyor, Tanrı’nın
iradesidir. Tabi kozmik teolojide öyle de, bu rahatsızlığa sebeb oluyor.
Abdülhamid diyor ki ulemaya, şeyhülislama, "bu adamı çağırın, ne yapıyor bu
adam?". Çağırıyorlar Sultanahmet’e. Şeyhülislam’ın başkanlığında ulema heyeti.
Sultan sırf şeyhülislam biliyor, geliyor çaktırmadan şeyde padişah mahfilinden
dinliyor. Arabi geliyor, hissediyor, Sultan orda.
Dinleyici: Bunu anlatmadınız, hocam.
Hoca: Anlattım be.
Dinleyici: Yok. Başka bir yerde bize değil.
Hoca: Bak ben bunu anlattığımı şeylerde dinlerken bulurum, sene
boyunca her birinize seminerimizde beşer kilo baklava aldırırım. (Gülüşmeler)
Çünkü geçen derste böyle bir şey oldu. 45 kişilik sınıf, hepsi birden, ısrarla…
Ver dedim not defterini, iyi not tutan bir hanım arkadaşa. Açtım, oku dedim. Ya
ben o kadar da bunamadım ya. Ben bunu anlattım.
Şimdi neyse konuşuyorlar, diyor
ki şeyhülislam efendi: “Nedir senin bu konudaki fikrin?” Müthiş bir cevap,
diyor ki: “Efendim siz şuanda burada bulunan ulema ve mahiyetinin en üst
makamısınız, değil mi? Kimseye danışmadan burdan çıkıp gidebilirsiniz.
İradeniz. Ama Halife-yi zat-ı şahanelerinden izin almak da edebdendir, değil
mi?” diyor. “Tabi” diyor. Abdülhamid duyuyor.
"Bizimki de böyledir" diyor. "Elbette irade-i cüziye vardır" diyor, "ama biz sufiler, buna rağmen Hz. Padişah-ı
Cenab-ı Hakk’tan izin almadan iş yapmayız" diyor. Allah! Müthiş bir şey ya!
Yani
demek istiyor ki, bu form olmayan bir şey değil ki... Bizim edebimizden bu ya.
Sufinin edebinden bu.
Abdülhamid diyor ki: “Bu adam ne yaptı böyle?”
Abdülhamid
öyle bilincin eşlik ettiği bir şeye karşı olmaz. Kullanılabilirliklere karşı
çıkıyor. Kullanıyor birçok insan. Onun için kulluğun edebi var.
Bakın ben size çok
ağır bir hadise anlatayım:
Hep böyle onlardan mı örnek vereceğiz? Benim Akif
diye bir ağabeyim vardı. Ağabeyim derken, Yıldız’da okuyordu...
Allah rahmet eylesin, beyin tümöründen öldü. Bak niye öldüğünü de söyleyeyim
size. O çok namuslu bir adamdı. Bizde çok emeği var. Biz lisede okuyorduk, imam
hatipte, orda bize abilik yaptılar, akıllı adamlardı; mühendis. Bir hanıma
aşıktı. Evlenecek yani, niyeti var. Fakat yanındaki arkadaşı bunu bildiği halde
gitti, kendisi evlenme teklif etti ve o kızla evlendi. Yakınındaki arkadaşı.
Tabi ben deli adamım, Ofluyum ben kardeşim, aklın öteki yakasındayım. Boğazına
sarıldım. Abimiz bunlar büyükler bizden ama, iki üç yaş büyükler. Buna
sarıldım, nasıl böyle bir şey yaparsın!
Bana verdiği cevap şuydu: “bu şer’-i
şerife, İslam’a aykırı mı?” Değil tabi yani.
Dedim ki ben de: “Başlarım senin
İslam’ına ..., insanlık diye bir şey var." O zaman tabi edeb demedim. İnsanlık
diye bir şey var ya. Senin arkadaşın bu ve sen biliyorsun konuyu, bilmeden
tamam. Şimdi bakın, şer’-i şerife uygunlukla edeb işte burda ortaya çıkıyor.
Dine aykırı değil, doğru ama din bu kadar katı, mekanik bir şey değil ki ya. Bu
kadar form değil ki ya. O arkadaş üzüntüsünden hastalandı -beyin tümörü- ve
gitti. Genç yaşta...
Dinleyici: Hocam, hukukta var bunun…
Hoca: Nerden bileceksin sen onu ya. Onu bi oku.
Dinleyici: Yok… şeyde…
Hoca: Ya vicdan diye bir şey var ya. Arkadaşlık hukuku var ya, böyle
bir şey olur mu ya? Anlatabiliyor muyum?
Dinleyici: Hocam burda kul hakkı söz konusu olmuyor mu?
Hoca: Ya nerde, kul hakkı mı dinliyor adam?
Dinleyici: Dini olan ahlaki olan arasındaki…
Hoca: Tabi ahlak dinden önce gelir abi. İbn Haldun Mukaddime’de diyor
ki: "Eğer topluma vahiy gelmiş olsa bile bu dine dönüşmemiştir" diyor. Ama her
toplumda ahlak vardır. Bunu İbn Haldun söylüyor. Ama biz İbn Haldun’dan
Müslüman olduğumuz için…
Yo ben yukarıya söyledim ahlaklı nesil, dindar nesil
meselesinde ben açıkça söyledim. Ahlaklı nesli öncelemeliyiz. Çünkü çok dindar
olup ahlaksız olanlar var, çok dindar olup dinsiz olanlar var.
Dinleyici: Hocam, ibadetteki kolaylık dinin ahlakından mı
kaynaklanıyor?
Hoca: Tabi ya, ahlak önemli tabi. Çünkü sen müslüman olmayabilirsin
ama ahlaklı olmak zorundasın. Çok dikkat etmek lazım, çok yanlış yapıyoruz biz.
Onun için dindar bir sürü dinsiz var piyasada. Evet. Yani burda bu konu o kadar
hoşuma gitti ki bunu hemen yazdım bak: Kulluk edin. Yani şunu demek istiyor,
bakın ne kadar ince bir nezaket var. Soru sormayı yasaklayamayız elbette.
Bir
kafa çıkar der ki: “Ruh nedir? Mahiyeti nedir?” Ama edebe mugayirdir bu. Yoksa
entelektüel ilme filan mugayir değildir, sorabilirsin. Nitekim sorulmuştur da.
“Binaenaleyh, meşayih-i hakikat” yani sufiler, arifler, meşayih-i hakikat
arifler demek “ve ulema-yı şeriatta nice eimme-i kibar hakikat-ı ruhta tekellüm
eylemekten imam-ı firar eylediler.”
Bu edebden dolayı arif ve pek çok
mütekellim konuşmak istemediler bu konuda. Lakin bak, “zayid la ekad
muhtemildir ki Kuran-ı Azim’de Furkan-ı Kerim’de hakim hakikat-u künkü ruhtur
ki fasl ne cins ile olur."
Ancak diyor, şuna da dikkat et ki burda kastedilen
şey, Kur’an-ı Kerim’de söylenen şey, ruhun hatt-ı tamını, faslını ve cinsini
bilmek anlamındadır. Yoksa resmi bilinebilir. Öyle değil mi? Amma bazı avarız-ı
harice ve ahvaza teslim olunmaya men yoktur. Düşün bunu diyor. Ama mantıksal
istidlal olarak bilemezsin. Haaa, bak bu ayrım çok önemlidir. Bilmek ve
düşünmek ayrımı.
Şimdi, adalet bilinmez, adalet düşünülür. Niye çünkü adaletin
mahiyetini tüketemezsin ki neye göre bileceksin? Onun için adalet üzerine şeyin
çok güzel bir örneği vardır değil mi bununla alakalı? Neydi? Heiddeger’in...
Bir
gün biri buna kitap getiriyor, Was ist die Justis?: Adalet nedir? diye. Diyor
ki maşallah diyor ne kadar bilgili, adaleti bile biliyor diyor. Öğrencisi de
“Efendim bilemez miyiz?” “Hayır, düşünebiliriz. Çünkü Kant’tan beri bu böyle.”
Ne Kant’ı, bütün klasik gelenekte bu böyledir. Çünkü bir şeyi düşünmek için
hat-ı tam’ını vermek lazım. Nedir hat-ı tam?
Dinleyici: Tam tam.
(Gülüşmeler)
Hoca: Adem nedir, insandır. Lafzî tanım o. Hadd-i lafzî o.
Dinleyici: Hadd-i lafzî. (Gülüşmeler)
Hoca: Neydi hadd-i tam? Mantık. Onu da anlattım. Onu da bulabilirim.
Dinleyici: Yo, onu anlattınız.
Hoca: Anlattım. Şimdi. Kümeler teorisini düşüneceksiniz. İçiçe küreler
var, değil mi? En başta ne var? Cins var. Bir şeyin cinsini buluruz, üstü
yoktur. Mesela diyor ki varlık bir cinstir. İlmin üstü yoktur. Nasıl
tanımlayacağım? Bu cinsin altı nedir?
Tür. Türü elde etmek için ne yapıyoruz? Faslı. Fasl. Mesela. Bunu anlattım.
Dinleyici: Anlattınız.
Hoca: Bakın canlılar dedik, burda canlılar değeri x=2 falan. Bir sürü
var. Sonra şunların düşünme kabiliyetinde düşünen canlı eşittir insan dedik,
değil mi? Bu. Burda bir mahiyet bulunuyor. Bir fasl var demek. Kılıçla kesmek.
Diferentia, Latince’de. Ayrım yani. Ayrımını bulacaksın. Buna tabi bunu özsel
kabul ediyor filozoflar, kelamcılar bunu özsel kabul etmiyor. Ne diyorlar buna?
“Ehassun hassa”. Yani en temel nitelik. Özsel birşey değil de, insana ait olan
en temel şeyi düşünmedir, anlamında. Şimdi biz bişeyi tanımlarken hemen bunu
varlık skalasında bir yere yerleştirmemiz lazım, klasik sistemde. Çünkü varlık
yoksa tanım yapamazsın. Bunu yüz bin kere söyledim. Türklerin en önemli
problemlerinden bir tanesi de varlık şemamız yok bizim şuan kültürümüzde.
Başkalarının şemalarıyla idare ediyoruz. Şimdi -yine bunu da anlattığımı
hatırlıyorum- Ramazan Efendi’ye soruyorlar: ‘Nefy ve isbat nedir?’ Hatırlıyor
musunuz?
Dinleyici: Anlattınız, hocam.
Hoca: Olumlama nedir, olumsuzlama nedir? Adam diyor ki ya x, y’dir, x,
y değildir. Ya bu ne diyor. Bunu anlatabilmem için önce varlıktan başlamam
lazım diyor. Çünkü hem nefy ve isbat kadıyyeye, hem kadıyye bir tasavvura her
tasavvur bir şeye (Gülüşmeler) hepsi bir vücuda dayanır, diyor. Hepsi vücuttan
anlatmam lazım diyor. Sultan II. Bayezid’e sunduğu kitapta.
Tanım bir şeye
nisbetle olacağı için. Onun için ruhun diyor biz hadd-i tamını yapamayız. Niye?
Çünkü ruhun bir üst cinsi yok ki, neye nisbet edeceğim onu ben, nereye
bağlayacağım? Ki onun bir faslını bulup onu diğerlerinden ayırayım. Haddi tam
yapamayız bak, onu diyor burada. Lakin Kur’an-ı Kerim’in veya bu hakikat-i
künhü mahiyet-i ruh, ruhun mahiyeti, künhü hakikatidir ki bunu hadd-ı tam, tam
tanım ve fasl-ı has, özel bir ayrımla yapmak lazım “ve cins-i amm”, bir de
cins-i amm’ı olması lazım. Ama “bazı avarız-ı harice”, ne demek avarız-ı
harice? İlmeklerin fakat özellikle asar-ı havas-ı zahiresi. Yani
fonksiyonlarıyla bazı şeylerin mahiyetini bilemeyiz. Ama fonksiyonlarını
biliriz.
Temel’e sormuşlar, "elektrik nedir?". Temel, "Aslı bilinmez ama tecellisi bilinir" demiş. Adam filozof tabi. Tecellisi yani görüngüleri.
Hadi Newton’a diyorlar,
yer çekimi nedir? Gravitation nedir? “Ne bilmiyorum ama fonksiyonlarını
matematik olarak tek tek hissedebiliyorum” diyor.
Dinleyici: Hâlâ da öyle.
Hoca: Hâlâ da öyle. Yok.
Dinleyici: Biraz bulunuyor.
Hoca: Biraz bulunuyor, kütle, çekim falan birbirine dönüştürülebiliyor
ya.
Dinleyici: Ama tam şey yapılmadı.
Hoca: Işık ne mesela? Işığın ne olduğunu bilmiyoruz. Nedir ışık, değil
mi? Yani bazı şeyler fonksiyonlarıyla bilinir. Mahiyeti bilinmez. Anlatabiliyor
muyum? Bunun gibi. Yoksa biz ruhu ya da nefsi neyse Kınalızade’ye göre
fonksiyonları itibarıyla âsâr, etkileri itibariyle bilebiliriz. Ama bu bilmek
de tersim cihetindendir. Yani bir tasvir yapabilirsin, bir resim çizebilirsin, yoksa
bir tanım veremezsin. Hatırla, ne dedik burda, tanımlama isbatlamayla biz
gidebiliriz ancak, formel bir sistem kurabilmek için. Evet. Şüphesiz âlimlerin
büyük bir kısmı ve büyük bazı filozoflar başlangıç aşamasında yani mübtediler
için öğrencilerin anlaması için bazı şekillerde ruhu tanımlamışlardır, nefsi
tanımlamışlardır. Mesela, nefs insanî bir cevher-i basit-i gayr-ı cismanidir.
Yani nefis basit bir cevherdir, cisim değildir. Cismani değildir. Birinci tanım
bu. Cisimle cismanî arasında ne fark var? Onu ilerde anlatacağım size. Cismani
dediğimde ne kastettiğimi. Demek ki birincisi basit bir cevher diyor. Basit
kelimesi üzerinde durmamız lazım. Basit ne? Neydi Rüştü basit? Allah basittir
dediğimizdeki basitten ne anlıyorduk?
Rüştü: Ek almamış diyelim.
Hoca: Ne diyor Akaid kitabında adam, Allah basittir diyor. Cinsi
olmadığı için faslı da yoktur. Mantık diline göre düşüneceğiz. Mürekkep
olabilmesi için birşeyin cinsi olması lazım, faslı olması lazım. İnsan
mürekkeptir. Niye? Bir canlılık bir de düşünceden oluşuyor. Anlatabiliyor
muyum? Bütün evrendeki her cisim mürekkeptir. Basit, bir üstü olmayan, akıl
gibi. Tanrı gibi. Bunlara basit diyoruz. Yoksa yalındır, çok kolay anlaşılır.
(Gülüşmeler) Öyle anlatıyor adam. Allah’ı anlamak basittir, fıtrî birşeydir diyor.
Öyle oluyor ama. Hatta mutlak kelimesiyle mukayese etmiştim.
Dinleyici: Evet yoğunluğu, mutlağı hatırlıyoruz. Talak’tan geliyor.
Hoca: Basit olan şey mutlak oluyor. Herhangi bir nitelikle
kayıtlanmamış. Aaah ah.
Dinleyici: Tembeliz hocam.
Hoca: Bizzat ma’külât-ı idrak-ı taarruf… Şimdi bakın nefis cevherdir,
basittir, cisim değil, cismani değil ve makulatı idrak eder. Ne demek
ma’akulatı idrak etmek? Kavramları idrak eder. Yargıları, bilgiyi idrak eder
yani. Çok enteresan, bu bugün bile tartışılan bir konudur. Nasıl oluyor da biz
bilgiyi üretiyoruz ya, yok bu fizik nedir? Beyin, fiziksel bir entite, doğru da
bu fiziksel entiteden fiziksel olmayan bir yapı nasıl ortaya çıkıyor ya? Şiir
üretiyoruz, müzik üretiyoruz, değil mi? Bunlar fiziksel değil ki. Dil
üretiyoruz ya. Bu hala problem bak. Sesi nasıl anlama dönüştürüyoruz ya? Ses
çıkıyor benim ağzımdan. Adama diyorum ki sen ne güzel bir insansın, havaya
giriyor, sen şeytansın bozuluyor. Ulan ikisi de ses. (Gülüşmeler) Nasıl oluyor
da, o sesin içinde taşınan içerik, insanın mizacını bozuyor. Düşünsene bir
mahallede oturuyorsun, sana hırsız diyorlar. Hadi otur bakayım. Ya. Hır-sız ya,
h-ı-r-s-ı-z. Ama bütün hayatını kaydırıyor, öyle değil mi?
Dinleyici: Yan binaya taşınınca sıkıntı olmaz hocam. Kimse tanımıyor.
(Gülüşmeler)
Hoca: İdrak-ı taarruf. 2. Beden-i mahsusata alet ve kubas … sadece … etmez, bedenin
enerjisi de bedendeki tüm tasarrufları, tüm işleri organize eder. Tedbir ve
tasarruf eder. Bedenin hareket ettiği enerjisi yani. Elektrik ya, takıyorsun, öyle
düşün yani, ya da takıyorsun uydudan gelen sinyal daha iyi. Beden aslında kendi
içerisinde sade bir imkândır, o imkânı harekete geçiren, gelen enerjidir.
Dolayısıyla nefs bizden cevher, basit, cisim değil, cismani değil ama iki büyük
fonksiyonu var bizde. 1. Ma’kulatı, kavramları, yargıları idrak ediyoruz,
yargıları üretiyoruz. 2. Bedenimizdeki bütün kontrol mekanizmalarını nefis
sayesinde yapıyoruz. O dönemin şartlarında güzel bir çözüm ha, nasıl izah
ediyor? Açıklama gücü olmasıdır model.
Dinleyici: Bugün de aynısı hocam. Bugün de çok farklı birşey denmiyor.
Yine bedeni organlar bazında kontrol ediyor, eylemleri kontrol ediyor.
Hoca: Tabi ya. Artık şimdi burda nefs insanı aşan bir yapı olarak
değil, insanın içinde bir fonksiyon, beynin bir fonksiyonu olarak görülüyor.
Dinleyici: Bugün öyle oldu.
Hoca: Gerçi bu (John) Searle diye bir adam var. Onun iddiası biraz
enteresan. New Yorklu bir filozof, Amerikalı. Çok güzel şeyler söylüyor. Neyse.
(Rupert) Sheldrake kitabından bahsettim değil mi?
Dinleyici: Yok hocam.
Hoca: Youtube’a gir, bu adamın enteresan bir anlayışı var şimdi. Bugün
Cambridge’de. Kuantum alanlar teorisini canlılar bilimine uyguluyor ve…
Dinleyici: Nasıl yazılıyor, hocam?
Hoca: Yanlış hatırlayabilirim ama Sheldrahe. Tümsel bilinçten
bahsediyor ya, manyak ya. Alanlar teorisini uyguluyor ama. Ve vallah…
Dinleyici: Bununla ilgili filmler de yaptılar hocam.
Hoca: Yaptılar ama bu şimdi bilim adamı ya. Bu adamın internette 29
dakikalık bir konuşması var. Yani bir geceme mal oldu, uyuyamadım. (Gülüyor).
Bütün bilgini gözden geçiriyorsun, enteresan bir adam. Çok enteresan adamlar
var. Ne oldu?
Dinleyici: Açtım da videoyu, o yüzden. (Gülüşmeler)
Hoca: Buldun mu?
Dinleyici: Ben de bu gece uyuyamam ya.
Hoca: Görüyorsunuz sallamıyorum ha, delilli konuşuyorum. Bizde
sallamak yok. Evet. Anlaşıldı değil mi, bakın tekrar ediyorum. Nefis bir
cevherdir. Basittir. Gayri cismîdir, cismânî değildir. İlmi üretir ve bedeni
yönetir. Özellikleri böyle tanımlamış ve “Bu tarif kabl-i kâfiyü’l-kemâ ve
mecz-i ekser-i meşayih sufiye-i muhtarı bazı ulema-yı kelamdır”. Bu tanım,
diyor, tüm filozofların katıldığı, büyük çoğunlukla sufilerin, ariflerin
katıldığı ve bazı kelam alimlerinin, hepsinin değil, katıldığı bir tanımdır, diyor.
“Mahiyet-i nefs-i natıka", düşünen insan nefsinin mahiyeti ve hakikati konusunda
söz çoktur. Biz bunların hepsini burada zikretmeyeceğiz. İsteyen Şeyh
Şahabeddin Ömer Sühreverdi’nin Kitab-ı Avarü’l Maarif’ine bakabilir. Orda bunun
tafsilatı vardır. Kim bu Şahabeddin Ömer-i Sühreverdî?
Dinleyici: Bizim Sühreverdî mi?
Başka bir dinleyici: Yok değil.
Dinleyici: Yok, değil, değil mi?
Hoca: O Şeyh Maktûl. Şahabeddin, bunların ikisi de Şahabeddin. İki
Sühreverdi var tarihimizde. Çok var da, bilinen. Biri Maktul olan filozof,
İşrâkî, biri de bu. Bu kim? Sühreverdilik tarikatı kurucusu olan. Esas kim bu
adam? Çok derin bir adam. Bu, Ahi Teşkilatı’nın İslam coğrafyasında
uluslararasılaşmasına neden olan… Fütüvvet Teşkilatı derin devlet demektir
klasik dönemde. Bugünkü loncaları falan kastetmiyorum. Ordan loncalar çıkıyor.
Niçin? Çünkü Moğollar geliyorlar, Moğollara karşı duramayacaklarını anlayan
Müslüman entelektüeller geri çekiliyorlar ve büyük bir organizasyona
başlıyorlar.
Ömer Sühreverdî’nin vazifesi de Anadolu’ya gelip Alaaddin Keykubad
ve diğer Osmanlı Selçukluları’yla beraber bu örgütlemeyi yapmaktır. Konya’da
uzun yıllar kalıyor, çok etkili oluyor bizim kültürde. Anlatabiliyor muyum?
Esas itibarıyla tabi, Halife’ye bağlılar hepsi. Halifelik o zaman Bağdat’ta
daha ortadan kalkmamış, çok enteresan bir adam, bunlar derin adamlar, bunlar bugünkü alimler gibi
değil. Bunlar siyasette de var, bunlar savaşmayı bilen adamlar. Fakat gerçekçi
adamlar. Bakıyorlar ki bu Moğol ordusuna karşı durmak mümkün değil, onun için
içerden… Ben örnek verdim geçen toplantıda: Tıbb-ı nebevi.
Bugün bir sürü
ahmak, tıbb-ı nebevi diye konuşuyor. Tıbb-ı nebevi ne zaman ortaya çıkmıştır
bir literatür olarak? Moğol istilasında. Çünkü Moğol saldırılarından sonra hastane kalmadı İslam dünyasında. Bütün hastaneleri
yıktılar, her şeyi yıktı adamlar canım.
Ulema o kadar zeki ki, Müslümanların
sağlığını koruyabilmek için -en güçlü silah dindir- din tarihte icat
edilmiş en ucuz kontrol ve terbiye sistemidir. Tıbb-ı nebevî üreterek
insanların sağlıklı olmasını sağladılar. Şunu ye, bunu iç. Anlatabiliyor muyum?
Ama bu çok aşırı gitti, Moğollar bittikten sonra bile. Onun için İbn Haldun
Mukaddime’de ne diyor? Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’i insanlığa rahmet olarak
göndermiştir, doktor olarak değil. Dolayısıyla tıbb-ı nebevîyi mübalağa etmeyin
diyor. Tıp dediğin, işte ilmî tıp.
Dinleyici: Şimdi olduğu gibi.
Dinleyici 2: Çok para kazandırıyor, bence ondan.
Hoca: E tabi, piyasası varsa engelleyemezsin abi. Bir şey piyasaya
dönüştüyse dinlemezler seni. Evet. “Amma biz tarif-i mezkûrun izah-ı tahriri ve
gayruhu isbat-ı takrir altı emr irad ettik." Yani biz diyor şu anda nefis
konusunda altı tane başlık açacağız ve insanın takat becerisine göre bunları
anlatmaya çalışacağız.
Dinleyici: Hocam.
Hoca: Var vaktimiz, on dakika var.
Dinleyici: Biraz istirahat, 5 dakika.
Hoca: Şimdi Ofluların istirahat şeyi yok ki…
Dinleyici: Namaz kılacak herkes.
Hoca: Tamam şu cümleyi bitireyim o zaman. Hemen maddeleri okuyorum.
Birincisi nefsin isbatı,
ikincisi cevher olması.
Üçüncüsü basit olması.
Dördüncüsü cisim ve cismanî olmaması.
Altıncısı nefsin idrak edici ve bilgi
üretici ve vücudu yönetici olması ve nefsin mahsus yani sensible
duyularla algılanabilir olmaması.
Bu altı maddeyi, halbuki ben çok hızlı
gidecektim ama, hepsini okuyup geçecektim ama burda kaldık. Önümüzdeki 15 gün
sonraki toplantıya inşallah…
***
Ders Notları için Gamze TOKER'e teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri
2015-2016 Dönemi Dersleri
2016-2017 Dönemi Dersleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder