İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-X

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-X




  Nefs-i nâtıkanın mahiyeti ve sair hayvanat kuvvasından temyizi. Yani düşünen nefsin mahiyeti nedir ve diğer hayvanat fakültelerinden, güçlerinden farkı nedir? Şimdiye kadar dikkat ettiyseniz hep ‘Hikmet nedir?’, ‘Hikmetin çeşitleri nedir?’, ‘Amelî hikmet nedir, amelî hikmetin çeşitleri nelerdir? bunu gördük. Şimdi ise doğrudan ahlâkın konusu olan ve ahlâkın kendisine ait olduğuna inanılan insan nefsi üzerine konuşacağız. Çünkü ahlakı insan nefsi için talep etmiyor muyuz? İnsan nefsi nedir? Bütün ahlakın zemini orda ya, onu anlatacak bize bu bölümde. Daha mukaddimedeyiz, biliyorsunuz. Bunu bitirince zaten konuya girecek. “Hikmet-i ameliye ki 3 ilimdir.” Yani amelî hikmet 3 ilimdir. “Mevzuları ne nesnelerdir, ânları beyan etmektedir.” Konusu nedir bunların? Çünkü herhangi bir ilmin önce konusu. “…ve bazı mebadi-i tasavvuriyye bu tasdikiyye-i ulûm-ı mezkûrede muhtac-ı meymum-ı mefhum aleyhtir bu siyakda mübeyyen ü muayyen olunur.”

Kim bunu bana anlatır? Çok zor bir dil hakkaten. Mebadi-i tasavvuriyye. Yani temel kavramlar. Tasavvur kavram demek. “ve tasdikiyye…” ve yargılar. Niye? Çünkü herhangi bir temellendirme yapmak için arkadaşlar, aksiyomatik sistem diyoruz biz buna, temellendirme, iki işlem gücümüz vardır; üç nesne alanımız vardır: Tanımlama ve önerme, bunlara işlem diyoruz.

Üç de nesne alanımız var: 
1. Tanım, 
2. Önerme 
ve 
3. Kural.

Şimdi, tanımlama kavrama ilişkindir. Yargı ve çıkarım. Onu söylemek lazım. Bu ise önermeye ilişkindir. Tüm bunları da şu kurallara göre yapacağız. Bu kurallar ne dedi, aklın kuralları.

Kavramlar ikiye ayrılır: 
1. İlkel kavramlar, 
2. Türetim kavramlar (Türetilen kavramlar).

Önermeler ikiye ayrılır: 
1. İspatsız önermeler, 
2. Daha önceden ispatlanmış önermeler.

Onları da başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Daha önceden ispatlanmış olanları. Bu kurallar ise çeşitli olabilir. Matematiksel hesap kuralları, algoritma kuralları olabilir. Aklın özdeşlik ilkesi olabilir.

Herhangi bir sistemi, hangi sistem olursa olsun, sıkılaştırmak, temellendirmek, aksiyomatikleştirmek, formelleştirmek için bütün yapının özeti budur: Kavram, önerme, bunlar da kendi içinde ayrılır, kuram, tanımlama. Bunlar işlemdir. Çünkü işlem yapıyoruz. Bir şeyi tanımlıyoruz. Kavram tanımlanır. Yargı da bir önermedir zaten. Bir önermede bulunmak yargıda bulunmaktır, ama yargı tek başına önemli değil, önemli olan çıkarım yapmak, ispatlamak yani. Aslında bu yargıyı ispat olarak da görebilirsiniz. Çünkü önermeleri biz ispat konusu biliyoruz. Formel sistem, bunun adı aksiyomatik sistem ya da bir sistemin formelleştirilmesi. 

Okuyabiliyor musunuz?

Dinleyiciler: "Pek değil. Kırmızı kısımlar biraz zor."

İlkeler ikiye ayrılır; ilkel kavramlar, türetim kavramlar. 
Önerme de ikiye ayrılır. İspatsız önermeler. Mesela ispatsız önermeler. Bütün parçadan büyüktür önermesi ilk başta belirli bir önerme gibi kalır; ispatsız. Bir de daha önceden ispatlanmış önermeler. Yani burda ispatladık, ispatlayınca artık o aksiyom, ilke gibidir. Kurallar ise ya mantık kuralları ya matematik kurallarıdır. Bütün yapı bu şekilde çalışır. Onun için burada da ne diyor? “Tasavvurî-i tasdıkiyye ki bu ilim ona muhtaçtır ve onun üzerine kuruludur.” 

Yani şunu demek istiyor: 

Ahlak ilminin temel kavramları nelerdir? Baştan bilmemiz gereken ve temel yargıları nelerdir? Şunlar tabi kastettiği. Şimdi; “Evvelâ malum olsun ki ulum-ı her fen ilim mebais-i müteaddidedendir.” Yani ister bir ilim dalı alın, ister zanaat dalı alın; o zanaat, o ilimde çok sorun, mesele, problem vardır ve bunlar hakikaten sayısızdır, değil mi? 

“Ve herşey ki umur-ı mütekessir ona bir cihet-i vahdet gerek ki ânın … itibariyle … olup alahide maktu ve meşru mümkün ola.” Dolayısıyla biz bir ilmi kurabilmek için, önce o uğraştığı problem alanlarında ortak bir cihet bulmamız lazım. “Cihet-i vahde diyoruz biz buna. 

Cihet-i vahde. Bu ne demek biliyor musunuz cihet-i vahde? 

Diyelim ki insanı aldınız ele. İnsanın sağlıkla alakalı problemleri yok mu? Var, değil mi? E bir de ahlakla ilgili problemleri var. Bir de dini problemleri var. Bir de devlet problemleri var. Şimdi bunların hepsini tek bir ilimde inceler misiniz? Hayır. Kümeler teorisi gibi. Bir küme, A kümesi, sağlıkla ilgili problemleri oraya koyarsın, burda cihet-i vahdet nedir, hepsinin sağlıkla alakalı olması. Dersiniz ki, bu problemleri sağlıkla ilgili olduğu için A kümesine topladım. Bununla tıp bilimi ilgilenir. B kümesine ise ahlakî sorunları alırsınız. Dersiniz ki bu problemleri cihet-i vahde, problemleri x1, x2, x3, x4, bunları bir araya getiren ortak kümenin elemanı kılan ahlakla alakalı olmalarıdır. Bununla da ahlak ilmi ilgilenir. Dolayısıyla her ilmi o ilmin mesâili arasında ortak olan, problemleri arasında ortak olan cihet-i vahde ile tanımlıyoruz. Şimdi İngilizce’de “subject matter” demiyor muyuz? “Every science has a subject matter.” (Gülüşmeler)

…’de ders yapıyoruz. İki tane yabancı var, anlamıyorlar. Ben de dedim ordan espriyle bir konu, bu konuyu neye göre belirleyeceksin? Diyelim ki gökyüzüne baktın. Yani B, gök cisimlerine baktık. Gökbilimde konusu olan var, astronominin konusu olan var, kozmogoni konusunda olan var. Bunları neye göre ayıracağım? O nesneler hakkında, o sorular, o problemler hakkında bir ortak yön belirleyeceğim, diyeceğim ki bu ortak yönü olan problemler buraya, bunu astronomi inceler. Buna da cihet-i vahde diyoruz. Cihet-i vahde, yani birleştirici yön. Kümeler teorisini biliyorsunuz hepiniz, değil mi?
Kümeler teorisindeki gibi. Dedim ki al sana şu alfabe harflerini, bunları bana önce sesli ve sessiz olarak ayır. Burada sesli harfler kümesi, sessiz harfler kümesi. Sesli harfler kümesinin cihet-i vahdesi nedir? Sesli olmaları. Sessiz harflerin cihet-i vahdesi nedir? Sessiz olmaları. Bu kadar işte yani. Dolayısıyla diyor ki şimdi bize orda, şimdi onu anlatacak: ahlakın cihet-i vahdesi nedir? Cihet-i vahde tabi, çok böyle basit bir mesele değil. Bunu ilk kez bilim haline getiren Molla Fenari’dir. Molla Fenarî bundan bahsediyor. Daha sonra bu konuyla ilgili Osmanlılar çok metin kaleme almışlardır.  18. yüzyılda önemli metinler üretiliyor. 

Özellikle Veliyüddin Cârullah. 500 sayfalık metni var. Çünkü bu ana dilimizde söylersek, “unification of science”, bilimleri birleştirmek, yani bilimler de birbirinden ona göre ayrılıyor, bir de nasıl birleşecekler, bu konuyu işliyor. Çünkü bilimleri tasnif etmek için bu şart. Neye göre tasnif yapıyorsun, niye ona ahlak buna fizik diyorsun, niye ona matematik buna kimya diyorsun, değil mi? Bu cihet-i vahde meselesi. İkiye ayrılıyor: 1. Cihet-i vahdet-i zatiyye, 2. Cihet-i vahdet-i araziyye. 

Zati vahdet, bir de arazi vahdet. Ne demek bu? 

Öyle bilimler vardır ki klasik gelenekte, doğrudan konunun zati yönleriyle ilgilenir. Diyelim ki cisim. Ama öyle ilimler vardır ki arazî, hareket, hareket arazdır. Cismi ârız olan birşey, onu da inceliyor, değil mi? Zatını incelemekle arazını incelemek farklıdır. Dolayısıyla bilimler hem zat açısından yani özsel açıdan diyelim, hem de ilmekleri(?) arazları açısından değerlendirilebilirler ve sınıflandırılabilirler. Diyelim ki matematik yapıyoruz. Matematiğin zatı nedir? Sayı ve miktar. Sayı aritmetiğin, miktar ise geometrinin konusu. Peki sayının diyelim ki çift sayılar dediğimde, çift sayıyla ilgili bir bilim orada arazî oluyor. Çünkü çiftlik, örnek veriyorum tabi, bu böyle olmayabilir, o sayının bir niteliğidir. Dolayısıyla nitelik hiçbir zaman zat değildir, a’razdır. Onun için de bir ilim kuruyoruz mesela. Diyoruz ki çift sayılar bilimi, mesela. Ya da kesirli sayılar diyoruz. Onun gibi.

Dinleyici sorusu: "Mekaniği falan daha sonra matematiğin altına alıyorlar ya, arazi yönüyle mi alıyorlar?"

Hoca: "Adın ne?"

Dinleyici: "Sıla."

Hoca: "Ben burda kendimi tuttum biliyor musun, o konuya girmeyeyim diye. Aferin sana bak. En önemli konulardan biri bu. Cihetler bir kere belirlendikten sonra ilimler arasında nasıl ilişki kuracağız?"

Dinleyici: "Evet."

Hoca: "Nasıl kuracağız?"

Dinleyici: "Benim de birkaç haftadır kafamda çok ciddi problemler var bu konuyla ilgili."

Hoca: "Problemin bu olsun. (Gülüşmeler) Evet. Buradan ne problemi diyoruz, felsefeden, meta basis problemi diyoruz. Bu var ya, başımızın belası. Bunu çözmeden modern bilimi kuramıyorsun. Bunu çözdü Galileler, Newtonlar. Bizimkiler çözemedi. Çıkamadılar bu dilemmadan. Mesela, Matematiği fiziğe uygulayamazsın. Çünkü niye, cihetleri farklı, ikisinin konusu ayrı. Dolayısıyla Aristoteles bunun ilkesini koymuş. Şimdi oraya geliyor zaten. 

“Temâyüz-i ulum bi marzuatiha” ilimler konuları bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Konu da onun cinsidir. 

Tamam mı? 

O yüzden cinsler birbirlerine karıştırılamaz. Matematik ve aritmetik bile birbirine uygulanmaz Aristotelesçi gelenekte. Bunu bizimkiler yapıyorlar. Çünkü aritmetiğin cinsi adettir. Geometrinin cinsi miktadır. İki cinsin ayrı bir bilimi vardır. Bu bilimler birbirine indirgenemez. Aritmetiği geometriyle, geometriyi aritmetikle alamazsın."

Dinleyici: "Hatta maddeyle ilgilenen…"

Hoca: "Tabi, şimdi gelelim mekaniğe… Ya da bırak mekaniği, astronomiye. Astronomi nedir? Şimdi yarısı fizik, yarısı matematik. E bu nasıl bir lahana turşusu diyecek. Mekanik de öyle. Yarısı geometrik, yarısı fizik. Hareket çünkü, değil mi? Diyecek ki Aristoteles burada o zaman diyor, haysiyetleri değişiktir. Cihetleri aynıdır, haysiyetleri değişiktir. Çok teknik oldu. Çünkü işin bir de haysiyeti var. “Min-hays”. 

Hangi açıdan? 

Mesela ahlak, insanı erdemli ve erdemsizlik haysiyetiyle inceler. Tıp ise sağlık ve hastalık haysiyetinden inceler, değil mi? Türkçe’de kullanıyoruz ya, haysiyetsiz adam, işte o. Haysiyet. İnsanın haysiyeti nedir? Düşünmesidir mesela, onun gibi yani. Tabi dil çok teknik bir konu yalnız. Özbek bir çocuğa verdik doktora tezi. Meta basis problemi; İslam medeniyetinde. Çünkü islam medeniyetinde bu problemi çözmeden ilimlerin sınıflandırması yapılmıştır. Bu büyük bir sıkıntı bizde. Bunu aşıyorlar. Şeyde, modern bilim devrinde bunu aşıyorlar. Evet. Çok gitti konu da ama, ne yapalım.

Dolayısıyla cihet-i vahdeti tesbit edeceksin ki bu nesnelere bunu uygulayacaksın. Bu nesnelerin hepsi tek bir nesne haline dönüşüp, o kümenin altına girecek diyor. “Çünkü hikmet-i ameliye dahi umur-ı müteaddide ve mesail-i mütekessiredir.” Hikmet, pratik hikmette de çok umur-ı müteaddide, çok konu var, ve çok mesele var. “ve ana dahi bir cihet-i vahdet gerek. Ol cihet-i vahdet mesail-i mezkureyi mevzu ve vakiden bahsettiğidir.” 

Yani tek bir konuda bahsedeceği tek bir konuya onu indirgemek gerekiyor kısaca. Zira mesailden bir tane bir ilm olup taife-il bukr ilm-i ahmer olur”. Şimdi mesailin birini başka, birini başka ilim inceler. “Ve erbab-ı ma’kulât…” yani mantıkçılar, erbab-ı ma’kulat dediğinde mantıkçıları anlayacaksınız. Makulatla ilgilenenler yani. 

“Temayüz-i ulum bihasebi temayüze’l-mevzuat dediklerinin manası budur.” Yani ilimlerin birbirinden ayrılması, konuların ayrılmasıyladır. Yani her ilmin bir konusu var dedik ya, konu da onun cinsidir. Dolayısıyla her ilmin bir cinsi var. Ve ilimler de bunlar, matematik dediğin, fizik dediğin, tıp dediğin böyle ayrılır. “Mesela ilm-i tıb cesed-i ademîden bahseder; sıhhat u maraz cihetinden.” 

Yani tıp, insan bedeninden bahseder, hangi açıdan ama? 

Ciheti nedir? Maraz ve sıhhat cihetinden. “İlm-i heyet ecza-yı ulvi ve süfliye-yi basiteden bahseder. Astronomi ise ulvî cisimler yani gökyüzü cisimleri ve yeryüzü cisimlerinden bahseder. “Ecram-ı ulviyye ve süfliye-yi basîta.” Ecram-ı ulviyye demek gök yüzü cisimleri, süfliye-yi basîta demek yeryüzü cisimleri; onlar da ayrılıyorlar ya ikiye. “La cerem, bunların her birisi ilm-i ala ile ve fenn-i müstakim olup ahire halt olunmadı.” Yani birbirine karıştırılamaz. Halt etmek var Yai karıştırmak. İyi halt ettin, karıştırdın demek istiyor. 

Şimdi, buraya kadar açık mı? Bak, kaç mesele gördük. Aksiyomatik mesele nedir? Daha metni okumuyoruz ama. Formelleştirme ne demektir? Cihet-i vahde. Cihet-i vahde-yi zatiye, cihet-i vahde-yi araziye ne demektir, meta basis ne demektir? Bilim sınıflandırması, bilimlerin konularına göre tasnif edilmesi ne demektir. Şimdi bunları bitirdikten sonra otur mesela İbn Sina’nın kitaplarını rahat okurdun. Bunları anlatıyor. Hepsinin mantığı bu, sistem çok sıkı bir sistem. “Ve mevzu-yı ilim ne idüğini agavat ve ilm-i mezkure…” 

Bak burası önemli, …. bizde hiç yok. Diyor ki, başlamadan önce o ilmin konusunu bilmek intibah yani seni tembih eder. Ne demek tembih? Aslında bu çok doğal birşey, herkesin bildiği birşey, insan gaflete düçar olabilir bunun için. İntibah ne demek o zaman? İnsan tarafından bilinen ama gaflette olduğumuz konularda dikkat çekmek demek, intibah, tembih kelimesinin kökü. Çünkü insan, mesela mantık kurallarını biz biliyoruz aslında ama bazen bu kurallardan gaflette olabiliriz. Diyorsun ki ‘Bak buna dikkat et.’ 

Çünkü aksiyomatik sistem herkeste ortaktır. Fakat insanlar onu sadece izhar edemezler ya da onu ortaya çıkartamaz, ona tembih diyoruz. Ne denir, ‘Bir çocuğu tembihle’. Biliyor aslında, ama çeşitli nedenlerle onu unutuyor. Tembih kelimesinin kökü o: gafletten uyandırmak. Dolayısıyla bir ilim tahsil ederken önce konusunu bileceksin ki ahlak-ı adalet diyoruz. 

Üniversiteye giriyor çocuk, niye girdin diyoruz felsefe bölümüne, geliyor başımıza. ‘Hocam valla kader kurbanıyım’ diyor. Dolayısıyla bir ilmin konusunu bilmeden onu okumak abesle iştigaldir, eskilerin tabiriyle. Çünkü hiçbir bilgin yok o konuda, kader kurbanı diye felsefe okunur mu canım?

 O zaman ne oluyor işte, saçlarını uzatırsın, yıkanmazsın, yırtık giyinirsin, pipo içersin, filozofum diye gezersin ortalıkta. Öyle oluyor. Evet.

 Mesela, ilm-i ahlak, ahlak-ı nefs-i insaniden bahsetmek cihetiyle muaraza vu tasavvur eyleyip… üzere olur "diyelim ki adam ahlak okuyacak diyor, nedir ahlak? Nerden bahseder diye sorduğun zaman, insan nefsinden bahseder, bunu bilirse, bu kadar bile bilse, diyor, en azından basiret üzere olur. Yani mmm, demek ki ben, ahlak dediğin bilim bana insan nefsinin bir haysiyetini, bir cihetini anlatacak. En azından iyi, bir teyakkuz halinde olarak o ilme başlar. Hatta her mesele, mülahaza eder, eğer ahlak-ı insaniden bahisse ilm-i matlubdan idüğin bilip taallüm-i tefehhümle ragıb olur ve eğer hilafıysa matlub tahtına dahil değil idüğine arif, talebinden arib olur." 

Bu diyor aynı zamanda insana ne verir? Diyelim ki, konunun genelini, genel olarak bilirsen o konunu altına giren şeyi ciddiye alırsın, almayan şeye vakit kaybetmezsin. Kenarda tutarsın onu, pedagojik bir ilke bu. Evet. Şimdi, okumadan hemen Türkçelerini söyleyeyim, siz takip edin. Burda konu çoktur, diyor. Ancak biz bu risalede bunların hepsini açıklayamayız. O zaman biz ne yapalım diyor, şimdi, hikmet-i ameliye (pratik felsefenin) ki bizim kitabımızın konusudur, mevzuu konusu nedir ve talib-i kemal-i nefs için insan nefsinin olgunlaştırılması için mahall-i Teveccüh şurûdur. Mevzuu nev u ulum-ı senasikü’l-eczadır. Öyle ise öncelikle pratik felsefe nedir, pratik felsefenin konusu nedir? İkincisi ise pratik felsefenin üç alt dalı var ya ahlak, iktisat ve siyaset, bunların konuları nedir, bunları diyor, konuşmaya başlayalım ki bu konuyla ilgilenenler basiret-i tammeye sahip olsunlar. 

Şimdi, Nasıreddin Tûsî, Ahlak-ı Nasır’ında demiş ki, “Çün ilm ü meşruun fi nefsi insanice hun iktisat etmek gerekir ki andan sadır olan ef’al-i cemiu’l-mahmud olan ilmdir”. 

Ne demek? Bu ilmin konusu insan nefsini huylar cihetinden, hangi huylara sahip, o cihetten incelemektir. Çünkü  bizim nefsimizin huyları var. Korkaklık, cesaret, adalet, ilm, bir sürü huyumuz var, açlık, şehvet, gazap, sinirlenme, bir sürü huyumuz var. Bu huylar açısından incelemektir. Ama ne açıdan? Doğrudan bu huyların ne olduğu mu? Hayır. Onu metafizik inceliyor. O huylardan sadır olan fiiller, eylemler. Çünkü  eyleme bakıyor. Diyor ki mesela adam çok korkak, o korkaklığın mizaçta bir karşılığı var. Ama biz onu incelemiyoruz bu ilmde. Onu Kitab-u Nefs inceliyor, metafizik inceliyor. 

Biz sadece “Ya benden bu korkaklığı nasıl mesela gideririm, nasıl cesaretli olabilirim” gibi ef’al cihetinden inceliyor. “Pes, bu ilmin mevzuu nefs-i insanidir.” O zaman birinci şey, bu konu bu ilmin yani hikmet-i ameliyenin konusu insan nefsidir, “Ammâ şol cihette ki” cihet koyacak şimdi. Çünkü cihet koyacak ki ilmi tanımlayabilsin. 

“Andan ahlak-i cemile-i mahmude ve kabiha-i mezmume bi-ihtiyar sadır olur.” Hangi cihetten? O nefisten irade ile ya da ihtiyarla iyi ya da kötü fiillerin sadır olması, çıkması cihetinden. Çünkü insan nefsinde başka şeyler de var, sadır olur. dolayısıyla  biz şimdi insan nefsini konu olarak alıyoruz. bakıyoruz buradan iyi, erdemli fiiller, erdemsiz fiiller sadır oluyor, ama bu erdemli-erdemsiz fiiller kas hareketleriyle değil, bizim tercihimiz. İhtiyar bu demek. 

İhtiyar ile irade arasındaki fark neydi?

Dinleyici cevabı: Biri doğal, biri hayır deme yetisi.

Hoca: Biri ne?

Dinleyici: İrade hayvanlara özel…

Hoca: Canlıya yani.

Dinleyici: Canlıya, evet. Ama ihtiyar, hayır diyebilme yetisi.

Hoca: Akla özgü.

Dinleyici: Evet, akla özgü.

Çünkü iradede vücut talep ediyor, yemek istiyor. Sen de gidiyorsun yemek yiyorsun. Ama irede sana yeme diyor, kilo alıyorsun. Bu, ihtiyardır. Sen de yemeyeceğim diyorsun. O da ihtiyar oluyor. İhtiyar: hayır. İhtiyar hep iyiliği, iyi olanı, hayrı tercih eder. İrade ile ihtiyarı birbirine karıştırmamak lazım. Şimdi, “Pes evvela bilmek gerek ki nefs-i insanî nedir? Madem bu ilmin konusu insan nefsi, artı bu insan nefsinden ihtiyarla sadır olan erdemli ve erdemsiz eylemler. O zaman ilk bilmemiz gereken nedir? Nefis nedir, insan nefsi nedir, bunu bileceğiz.

2. Gayet-i kemali ne nesnedir. Yani insan nefsini olgunlaştırmak ne demektir? Ve kuvvetleri nelerdir? Bu nefsin kuvvetleri nelerdir, güçleri nelerdir? Buna İngilizce de fakülte diyoruz. İnsan nefsinin güçleri nelerdir ki anlar vech-i mahmud üzerine istimal edecek, kemal ü hayra ki matlubü’l-insandır, vasıl olan. Ki biz bu kuvvetleri iyi yönde kullanacağız ki, değil mi, kemale, olgunluğa ve iyiye vasıl olacağız. Sonra, derece-i kemal ve meratib-i saadetine mani nedir ki? Sırf bunu mu bileceğiz? Hayır. Sadece bizi o olgunluğa, o hayra götüren yolları değil, nasıl kötüden kaçınacağız, onu da bileceğiz. Bak, “Ve derece-i kemal ve meratib-i samiye mani nedir ki, hangi engeller var ki andan ictinab etmek” ondan kaçınmak dahi tahsil-i haym-ı kemale lazımdır. Yani şunu demek istiyor: Arabanın kurallarını bilmen yetmez, trafikte karşıdan gelen öküzlerin de araba kullanışlarına dikkat edeceksin. Yoksa çarpabilir sana. Sadece ben değil, çünkü bu işte senin dışında etkiler de var. “Ve bu tahliyedir.” Ḥa-yı mu’ceme demek, tahliye, ḥalâ, temizlemek, boşaltmak, yani nefsi, insan nefsini rezai ile ahlak ve kaba-yı amalden hali kalmaktır. Yani insan nefsini kötü huylardan ve çirkin işlerden nasıl temizleriz? Bunu. İki: Ve tahliyedir. h’yla. Donatmak demek, Yani nefsi cela-yı ahlak ve mehasin-i âmâl ve müzeyyen-i hali kılmak. İnsan nefsini nasıl daha iyi erdemlerle donatabiliriz? Nasıl onu yükleme yaparız. 
İki şeyimiz var: Taḥliye ve tahliye. Ve sonra bir şiir almış. Bizim klasik metinlerde biliyorsun, şiir de verirler hemen, Farsça bir şiir. “Kötülüğü terk, iyi fiile başlangıçtır.” Şunu demek istiyor: Bir kötüden kaçınmak öyle basit bir iş değil. Çünkü işin başı o. Çünkü harama giden yol da haramdır denir ya, ondan. 

Nasıl ki hasta adama ilk ilaç perhizdir. Perhiz değil mi seni ilk önce hastalıktan perhiz koruyor. Daha hasta olmadan perhiz yaparsan “Şahadet lafzının başı batılı olup sınamaktır.” Bak, demek istiyor ki, sen, Tanrı vardır, birdir demeden önce bir ‘lâ’ yapıyorsun. Hiçbir Tanrı yoktur, “Lâilâhe illallah”. Onun için önce olumsuzlama gelir. Ahlakta da böyle. Önce olumsuzlukları da bileceksin diyor. Önce Eûzü besmele, sonra hamd ve dua. Yani “Eûzübillâhimineşşeytanirracim” demeden “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn” demiyorsun. 

Değil mi? 

Önce elini yıka, sonra namaz kıl. Yani bizim yâdımız dışında ne varsa önce onlardan elini temizle. Değil mi? Namazın amacı o. Yani bunun sembolik anlamı ne? Tanrıdan başka her şeyden arınıyorum. Bizim namaz falan değil. Ali’yi nasıl kazıklayacağız, onu nasıl yapacağız, şunun ayağını nasıl kaydıracağız ya da bir an evvel bitireyim gideyim kazık. 

Bizde namaz, namaz değil ki… Halbuki abdest nasıl ki vücudun tahareti varsa, namaz da aklın taharetidir. Vicdanın taharetidir. Temizleyeceksin onu. Onu temizlemiyorsun ki.

 ‘Aklın tahareti ahlaktır’ diyor bizimkiler. Edebdir. Ama nerde… Edebsizliklerinden geçilmiyor. Evet. 

“Pes talib-i hayr u sadır olana ahlak-ı ef’al-i hasını bilmek gerekirtir ki ş… vücud-ı nefsi olan ahlak-ı amal-i zemimi idare etmek gerekir ki bidat-ı muceme olanlardan pak …” 

Yani iyiyi bilirsin onu elde etmek için, kötüyü bilirsin ondan kaçmak için. Türkçesi bu. Onun için bak hemen şiiri verdi. 

“Araftü şerre lani şerri lâkin litevakihî femen la yağrifü şerrin mine’l-hayrin vakaa fi” 

Diyor ki: Kötülüğü ben kötülük için öğrenmiyorum. Ondan korunmak için öğreniyorum. Çünkü kötülükle iyiliği ayırt edemezsem kötülüğe düşerim. İyilik diye düşebilirsin içinden. Onun için biz kötülüğü li-nefsihî değil, li-gayrihî biliyoruz. Bu önemli. Yani kendiliğinden kötülüğü öğrendim, aman ne güzel, değil. Ondan kaçınmak ve iyiliği elde etmek için, li-gayrihî biliyorum. Başka bir amaç için biliyoruz yani. 

O zaman marifet-i nefs-i insanî ve kuvva-yı zahiri ve batınisi nelerdir veya niçin ve kemal-i noksan ve … nelerdir ve nelerdedir? İzar-u iyan için üç makam irad olundu ve her makamda nice umur-ı mühimme feveyad-ı nadire mi’n-derece kılındı. Madem mesele böyledir, o zaman ilk önce insan nefsi nedir, ondan bahsedeceğim, diyor. 

Sonra onun zahiri ve batıni kuvvetleri, iç duyular-dış duyular, zahiri; iç duyular, batıni; dış duyular. Bunları alacağız, sonra da diyor, bunların kemâline ve noksanlığına, saadet ve şekavet saadetin zıddı şekavet, şakilik ordan gelir. Mutlu olmayan insan şaki olur. Kendisiyle barışık olmayan insan başkasına savaş açar. Bu sufilerin ilkesidir. Şaki demek, mutlu olmayan demek. Mutlu olmadığı için başkalarının yolunu kesiyor, başkalarına zulmediyor. Kendisi mutlu olmayan, başkalarının gülmesine tahammül edemez. 

Onun için sufilere göre, kendini dünyadan korumayacaksın, dünyayı kendinden koruyacaksın. Çünkü insan çok zarar verir dünyaya. Veriyor, bak. 

Bugün başka bir derste söyledim. Bir düşünür diyor ki: "Diğer evrende bizden daha zeki, idrak eden varlıkların olduğu kesin. 'Delilin ne diye?' sorarsanız, şimdiye kadar bizle hiç irtibat kurmamaları" diyor. (Gülüşmeler) 

Çünkü bizden ahmak olsalar bizimle irtibat kurarlar. "Biz ahmakız" diyor, evrene sinyal gönderiyoruz, gelişmiş medeniyet aldırmaz ama, ya kaba bir medeniyetse, "biz burdayız, gelin bizi köleleştirin demektir" diyor. Şurada toprak parçasından kaldırdığında kaç bin canlı var içinde, değil mi? Hiç ilgileniyor muyuz? Biz de aynen böyleyiz, diyor. Gelişmiş insanlar için. Orda börtü böcek birbirleriyle uğraşadursun.

Dinleyici: Geçen de Amerikalı bir filozof diyordu. "Fare ile insan arasındaki genlerden dolayı, mesela %96 benzeriz. Fare ile hiç ilgilenmeyiz, belki %2,5’luk farklı bir ırk vardır evrende, onlar bizi niye kaale alsınlar ki" diyordu.

Hoca: Evdeki akvaryumda dünya kadar balık var. Sadece yem atıyorsun. Öyle bir animasyon film vardı. Hayvanların yönettiği bir gezegende büyük bir toplantı yapıyorlar. Toplantının konusu, Dünya diye bir gezegen var, orda insan ırkının korunması. İşte, ilginç, şaşırıyorsun falan. Sonra anlıyorsun ki insan ırkını niye koruyorlar? Çünkü dünyadaki sivrisinekler akrabaları, sivrisineklerin beslenme ihtiyacının ortadan kalkmaması için. (Gülüşmeler) 

Biz diyoruz ya, yok ediyoruz, inekler yaşasın, arılar yaşasın, bal lazım bize; onlar da insanları koruyor, çünkü seni sivrisineklere gıda sağlayan, yürüyen ağaç olarak görüyor seni. Anlatabiliyor muyum? Bakış açısı böyle. Düşünsene, maymunu koy dışarıya, sen kafesin içine gir, o sana baksın, öyle bir düşün. Ben hep söylüyorum. Bizim kültürümüzü hiç ciddiye almıyorsunuz. Niye bizde hayvanat bahçeciliği olmaz? Mümkün değil ya, döverler adamı.

            Bak 1600’lerde yazılmış bir kitap buldum, hazırlıyor bir arkadaşım. Çok enteresan bir kitap. Belki bahsettim size, bahsetmişimdir. İstanbul’da bir fakihe kadın, beylere Üsküdar’da ders veriyor. Ondan sonra tabi ilmi yetmiyor, sıkışıyor. Kocası büyük bir müderris, bir gün ona diyor ki; “Nazariyat yazıp duruyorsun. Toplumun ihtiyaçlarına amelî fıkıh kitabı yaz." Yazan adam kendisi anlatıyor bu hadiseyi. "Ben" diyor, "oturdum bunu yazdım". 

Türkçe, çok güzel bir Türkçe, harekeli hem de. İşte, başlıyor, hane halkından başlıyor: kadın, erkek, çocuk, hizmetçi, komşular, bunların birbirleri üzerindeki hakları. Ne var bir de biliyor musunuz? İlk defa gördüm, hukuku’l-hayvan, hukuku’n-nebat. Bahçedeki ağaca tokat atayım mı? Yok öyle bir şey, ne atıyorsun yahu? Kafana göre hareket edemezsin, onun hakkı var diyor. Hayvan, kedi-köpek benim kedim benim köpeğim diye bir şey yok. Hukuk diyor, hukuku’l-hayvan.

Dinleyici: 1600 kaç demiştiniz?

Hoca: 1600’lerin başı. Tabi ben Mehmet Genç’ten öğrendim. Tam Süleymaniye Camisi yapılırken hemen bu Beyoğlu’ndan Süleymaniye’ye bakan tepede geliyor bir Fransız ressam, otel kiralıyor. Süleymaniye’nin resmini daha Süleymaniye yapılırken çiziyor. Şimdi resimlerde enteresan bir şey var. Semer… 

Semerde çiviler var. Şimdi bunu gavurlar nasıl yorumluyorlar? İyi çalışsın… Ama işin garibi çiviler hayvanın tarafında değil, üzerine oturulan tarafında. Köleler için mi diye düşünüyorlar. Bunu bir türlü çözemiyorlar. Kaynak da yok. Fakat 1600’lerin sonu, 1700’lerin başında mahkeme kayıtlarında enteresan bir şey çıkıyor. 

Diyor ki müşteki olan: 
"Efendim, daha önceki adet ve uygulamalardan biliyoruz ki, hayvanlara yük taşıtıyoruz. Adam 5 kilometre yük taşıtıyor. Getiriyor adam onu, çekiyor amele, yükleri boşalttıktan sonra geri dönmeyecek mi 5 kilometre daha? Üzerine biniyor hayvanın. Kural koymuşlar, demişler ki: 'Hayvanlara binilmeyecek. Yürüyeceksin. Çünkü hayvan 5 km. yük taşımış, sen niye biniyorsun? Zaten yorgun senin gibi.'

 Fakat bizim ordakiler bunu bilmiyorlar, dinlemiyorlar. Bunun üzerine 'çivi konacak, binmesinler' demişler." Mahkeme kaydında böyle diyor. "Fakat" diyor, "bunu da diyor kalın sof yaparak onun üzerine sererek biniyorlar."
 Kadının kararı ne? Hemen uzmanı çağırıyor, diyor ki: “Şu kalınlıktaki sofun etkisinin azalacağı çivinin büyüklüğü ne kadardır?” Uzman “Şu kadardır.” diyor. Bir fetva, “Bütün İstanbul’daki katır, eşek-atlar zaten savaş aleti -eğerlerindeki çivinin boyu şu kadar olacaktır,” diyor. Sof işe yaramıyor. Anlıyorlar ki geriye dönüp, demek ki bu o dönemden beri var.

 Hayvan hakları mı dedin? İşte burda, ama biz bunu bilmiyoruz ki… 

Bugün kaymakamlığa kahve getirdiler. Dedim ki: "Sayın başkanım, dedim, eğitim daire başkanına, kahvenin suyu niye gelir, ne alakası var?” 
Dedi ki: "Hocam âdettir." 
Ben “âdet değil.” dedim. Bir eve misafir geldiğinde, kahveyle su getirilir. Eğer suyu içerse açtır, hemen kahve alınır yemek getirilir. 
Çünkü bir insana ‘Aç mısın?’ diye sorulmaz. Ayıp ya. Kahve içerse toktur.

Dinleyici: Bunu her iki tarafın da bilmesi gerekiyor ama.

Hoca: O kültür biliyor ama. O kültür biliyor.

Dinleyici: Şimdi için söyledim.

Hoca: Ya kardeşim, iş yerlerine gidiyorsun, ‘itiniz’ diyor. Lütfen itiniz. Neyi itiyorsun, ya? Ne yazıyor? "Ya Fettah" yazıyor değil mi? Niçin yazılır ‘Ya Fettah’? Biliyor musun? 

İnsanoğlu bu, yolunu unutur; Allah Fettah’tır, yolunu açar. Daralma, gerilme. Ha, ‘Ya Fettah’ yazma, Müslüman değilsin, sekülersin. Ama "itiniz" de yazılmaz ki kardeşim. Ne kabalık ya. ‘Lütfen itiniz’ de. ‘Lütfen açınız’ de mesela. Ne bileyim bir şey, bir nezaket olsun ya. Bu böyle kabalık olur mu? Anlatabiliyor muyum? Kültürün içine ettik ya...

 Niçin iki tokmak olur klasik kapılarda?

Dinleyiciler: Biri erkek, biri kadın için.

Hoca: Nerde bu şimdi? Var mı öyle birşey, yok. Her konuda inceliğimizi kaybettik. Sonra bir de diyoruz ki "Osmanlı ah!" işte. 

Valla atalarımızın, biz onların çocukları mıyız yoksa başka bişeyin çocuğu muyuz bilemiyorum yani. O kadar ince bir medeniyet kurmuşlar ki. Ha bu incelik aleyhine işlemiş onu da söyleyeyim tabi. … dediği gibi taş, elması kırar. Geçelim şimdi.

Makam-ı evvel nefs insani ki nefs-i natıka ile tali olunur ne nesnedir, ânın beyanıdır. Yani insan nefsi nedir? Burda insan nefsinden kastettiği, düşünen nefis. Yani homo sapiens sapiens diyoruz ya, o. Nedir bu düşünmek? Burdaki düşünmek, basit anlamda değil. Düşündüğünü düşünmek, arkadaşlar. Tamam mı? Malum ola ki: “Hukema nefs-i natıka dediklerinde lisan-ı şer-i mutahharada ruh derler.” Yani kastettikleri İslam dilinde kullanılan ruhtur. Doğru mudur bu arkadaşlar?

Dinleyici (Rüştü Atmaca): Felsefeciler ruh diyor. Yok, nefis diyor. Kelamcılar ruh diyordu.

Hoca: Peki neydi nefis?

Hanım bir dinleyici: Kadın.

Hoca: Ne?

Hanım bir dinleyici: Kadın

Dinleyici: Hayır ya.

Hoca: Ha o tamam. Havva’yı temsil ediyor da, o değil ama. O başka, o sufilerin yorumu. İntellect ve logos ayrımı. Nefs neye deriz? Mesela İbn-i Sina aslında bütün Ortaçağ boyunca nefs neye denir?

Dinleyici (Rüştü Atmaca): Allah’tan gelen sinyalle…

Hoca: Yok, o değil.

Dinleyici: Allah’tan değil, pardon.

Hoca: Yani evren çift kutuplu bir madde var, bir de logos var. Intellect var. O gün çekimi bilmiyor, enerjiyi bilmiyor, böyle bahsediyor adam, varsayımlarda. Bu logos’un maddeye değen tarafına nefs diyoruz. Aslında esas logos var, intelect, akıl. el-Akl ama, Büyük Akıl. O yekpare bir şey. Değil mi, farklı tezahürleri var. Hayvanın da, bitkinin de, insanın da var. Aynı nefis aslında. Yani elektrik aynı ama alet değişik olduğu için fonksiyonlar farklı, o yani. Sinyal gibi dedik ya hani, örnek verdik. 

Satellite, uydu. Uyduda sinyal geliyor ama seninki iPhone 7, benimki iPhone 4. Fonksiyonları aynı mı, değil, seninki daha gelişmiş. Halbuki giren sinyalde bir değişiklik yok, senin burdaki fonksiyonlarında. Onun için insan bedeninin fonksiyonuyla diyelim ki bir, hatta bırak insanı, diyelim ki bir aslandaki fonksiyonla böcekteki fonksiyon farklı. Çünkü böceğin mekanizmasına göre aslanınki çok gelişmiş olduğu için, değil mi, orda tezahür var. Ama hepsinde aynı akıl var: logos. Fakat böceğin nefsiyle aslanın nefsi farklı oluyor. Çünkü giren enerji ordaki imkanlara göre kendini dışa vurabiliyor. Anlaşılıyor mu? Bunu anlattım. Aynı şey.

Dinleyici: Çözüm üretiyor.

Hoca: Çözüm üretiyor. Ama ruh ne demek? Aslında ruhun bununla hiç alakası yok. Klasik İslam geleneğinde ruh latif cism demektir. vücuttaki en ince, latif cisme diyorlar. Yani maddi, böyle spiritüel. Maddeleşmiş birşey değil. Peki niye ilk dönemde İslam bunu kabul etmedi? Niye ilk dönemde İslam spiritüel unsurlara…

Dinleyici: Tanrı’dan başka maddi…

Hoca: Tanrı’dan başka cisim ya da cismani olmayan birşey yoktur. Yani evrende melekler dahil herşey ya cisimdir, ya cismanidir. Onun ne olduğunu biraz sonra söyleyeceğim. Madde ve mekânüstü sırf Tanrı’dır. Melekler bile değildir bak. Onun için spiritüel unsurlardan korktu İslam. Niye korktu? Çünkü Tanrı’ya eşdeğer bir güç olması. Çünkü klasik kültürde o kadar çok spiritüel okültüsü var ki-intellect, logos bilmem ne- filan, değil mi? Peki sonra bunlar nasıl yavaş yavaş vazgeçti?

Dinleyici: Gazali ile...

Hoca: Bir: sistem yerleşti, güçlü bir kültür oldular. Dolayısıyla ayrım yapabilecek kapasiteleri var. 400 yıl sonra, değil mi, Gazali bunları yaptığında, kabul ettiğinde, değil mi, 1100’lerde, İslam medeniyeti kaç yüzyıllık bir medeniyetti? 500 yıllık bir kültürdü. Her şey oturmuş. İbn-i Sina ölmüş gitmiş, İbn-i Heysem ölmüş gitmiş. Büyük bilim adamları. Ve kadim kültürden gelen nefs anlayışını ruhla özdeşleştirdiler. Halbuki klasik gelenekte bizim bugünkü anladığımız anlamda bir ruh yok. Niçin buna ihtiyaç duydular ve tuttu bu? Çünkü öldükten sonra bir şeyin baki kalması lazım. Allah neyi diriltecek, kardeşim? 

Yok kuyruk sokumundan kemikmiş, yok bilmem şuymuş buymuş diye bir sürü teori var. Klasiklerde de var. Yani ruh diye bir şey var, o dirilecek. Esas odur bu iş, değil mi? Gazali’den sonra özellikle Fahreddin Razi. Fahreddin Razi’nin ölümü 1214. İslam medeniyeti 600 yaşında. Şimdi bakın, arkadaşlar, burda o konuyu anlatmadık ama, Samsun’da 3 Aralık’taki konferansta onu anlatacağım. 

Bunları meseleleri İslam’ın bir parçası, dinin bir parçası zannediyoruz. Halbuki bunlar Fahreddin Razi tarafından üretilmiş tasavvurlar. Bunlar vazgeçilebilir şeyler yani. Gayet doğal, sen İslam hayat görüşünün temel ilkeleriyle, dönemin resimlerini, dönemin kültürlerinin etkisine sokup ordan tasavvurlar üretmişsin. Bu tasavvurları şimdi din zannediyoruz biz, dinin bir parçası zannediyoruz. Hiç alakası yok. 

Elbette o tasavvurlardaki gayreti, efendim, takdir edelim ama takdis etmek başka. Teorisyenin biri ilerde çıkar der ki, “Kardeşim ruh diye bir şey yok, her şey maddedir, beynin fonksiyonudur.” 

Vaay! 
Kâfir o zaman niye Fahreddin Razi okuyacağız? 
600 yıldır neyi okuyorlardı bunlar? 
Allah nasıl diriltecek? 
Hz. İbrahim’e bakın Bakara suresinde, ilk yarattıysa o mu zor, o mu zor? 

Diyor ya Bakara suresinde, “Onların ruhları bir yere gitti.” Yok parçala, karıştır, koy dağlara, çağır gelsinler. Bakara suresinde var. Ruhtan eser yok. Şimdi dolayısıyla şeylere diyelim ki güncel merkezi sistem o dönemde cari bir tesbitti. Astronomi ona göre yapıyordu, sen de ona göre yaptın. Şimdi ne yapacağız? Atacağız yani. 

İşte Hüseyin Nasrevî diye bir adam var ya… Git kutsal-mutsal değil be, resmin yorumu o. E resim değişti ya.

Dinleyici: Esirden bahsediyor.

Hoca: Hâlâ esirden bahsediyorlar, tabi. Bunlar ne, esir mi kaldı yahu, hepimiz teslim olduk. (Gülüşmeler) Ne esiri yahu?

 Buna çok dikkat etmek lazım. Ayık olmak lazım. Yani bu dinin elden gideceğini zannediyor adam. Din o değil ki, din temel ilkelerdir. Onlar da zaten bir dinin ilkeleri azdır. Çok olursa zaten o inanç olmaz. Azdır yani, değiştirebilirsin. Bunlara dikkat etmekte fayda var. Bu kitap da öyle. Bu kitabın %80’i bitti. Biz metinleri klasik metinlere nüfuz etmek için öğreniyoruz. Bunun %80’i bitti, yok. Hadi biraz daha inelim, %75 diyelim. Psikoloji değişti, kozmoloji değişti, fizik değişti, değil mi? Geriye ne kaldı? Tıp değişti. Geriye temel ilkeler kaldı.

 Ahlak önemli bir ilke değil mi? E, tamam bunun da ilkesi o zaten. O değişmez. Erdemli olalım. İnsan nefsini terbiye edelim, olgunlaştıralım. Bunu yaparken şundan şundan istifade edelim. Bu değişmez bak. Yaz hadi bakalım var mı, adam o dönemde yapmış yahu. Emin olun ne Arapça’da ne Farsça’da bunun üstüne metin var. Ve bu Türkçe yazıldı, her şeye rağmen. Bunu anlattım, mantığı, zaten  bunu bile okuyamıyoruz işte. 1,5 yılda 20 sayfa okuduk. Evet.

Dinleyici: Hocam, amelî dediğimiz şeyi teorik diye ayırıyorlar ya klasik dönemde…

Hoca: Nazarî ve amelî…

Dinleyici: Evet, nazarî ve amelî. Bugün mesela bir sosyoloji, antropoloji gibi ilimleri bu sınıflamaya dahil edebilir miyiz, yoksa değiştirecek miyiz artık? İlimler sınıflaması.

Hoca: Bir açıdan edebilirsin. amel ne demek? İnsan eylemlerinin sonucunda ortaya çıkan tüm nesne alanlarına amelî diyoruz. Hepsi insan iradesinin sonuçları değil mi bunların?

Dinleyici: Evet.

Hoca: Bu yapıya göre hepsi amelî hikmet. Nazarî olan nedir?

Dinleyici: Teorik, ampirik, amelden bağımsız, direk akılla inşa ediliyor.

Hoca: Varlığı insan iradesine bağlı olmayan alana diyoruz değil mi? Tabiat. Tabiata ait olan ilimlere de nazarî ilimler diyoruz. Orda matematik biraz tartışmalı. Ama amelî hikmetin nesne alanı nedir? İnsan irade ve ihtiyarının tecessüm etmiş halleri. Yani action theory dedikleri bugün batılıların, eylem teorisi sonucunda ortaya çıkan şey. Savaş bir action’dır, değil mi? Cami bir action’dır, yani bir eylem sonucudur. Orda insanların eylemleri, iradeleri içkindir. Sen onu o toplum da öyle siyaset de öyle, amelî felsefe olarak görebilirsin. Ama tutup illa bu kuralları uygulamaya gerek yok arkadaş. 

Yani tasnifler çok çeşitli açılardan yapılabilir. Bunlar ayet değil, hadis değil. Ne olacak. Savaşı Kudüs’te yapmanızın bir anlamı yok. Hiçbir açıdan, ne dini, ne estetik. Polonya ordusunu ben size örnek vereyim. Polonya’da cumhurbaşkanı atları çok seviyor, atlardan kurmuş bütün askerî birlikleri. II. Dünya Savaşı’nda Alman tankları gelince atlar kaçmış. Tankın gürültüsünden ne olacak atlar, kaçacak tabi. Real olmak lazım. Realistik, gerçekçi olmak lazım. 

Hayat mecaz ve kinayeye göre gitmez. Giderse işte başımıza gelenler gelir. “Ve yesûlüneke külli ruhi min emri rabbi.” Şimdi burada ayet-i kerimeyi okuyor, veriyor. "Sana ruhtan sorarlar, de ki ruhun bilgisi Rabbimin emrindedir." Sizce doğru mu bu? Kesinlikle değil. Burdaki ruh ne? Vahiy ve Cebrail. Halbuki onun ruhla hiç alakası yok.

Dinleyici: Yahudiler soruyor.

Hoca: Tabi, ama ayetin de anlamı senin birikimine göre. O dönemdeki birikime göre ayeti anlıyor. Şimdiki birikim değişti. O dönemdeki tefsirlerin de %90’ı historikti. Gayet doğal şeyler. Açıyorsun İbn Sina’nın Felak Sûresi birinci akıldan şöyle, ikinci akıldan böyle, aaa, ne güzel. Ne biri şimdi öyle bir anlamı var mı? Şimdi ne birinci akıl kaldı, ne ikinci akıl. Felekler mi kaldı? Yani bunu da anlamıyoruz. 

Adam Fahreddin Razi tefsirine kutsal kitap muamelesi yapıyor ya da Said Nursi’nin metinlerine kutsal kitap muamelesi yapıyor. Bir yorum o, anlatabiliyor muyum, bitti onlar. O dönemin resmine göre Newtoncu fiziğin yorumudur Said Nursî. Kaba pozitivizmin eleştirisidir. Kuantum çıktı ya. Ne yaptık Kuantum’a karşı? Anlamadık ki daha.

Dinleyici: Denklemleri anlayan bir adam hele ilahiyatçılar…

Hoca: Tabi ne kuramcılar, ne kuramcılar var da-inançla Feza Gürsoy var.

Dinleyici: O manada değil, İlahiyatçılar değil, felsefeciler de hocam, denklemleri çok anladıklarını sanmıyorum.

Hoca: Bizim ilahiyatçılarımız çıkıp sümüklü sümüklü ağlayıp para kazanıyorlar işte. Kabahat üzerine 10.000 lira koyup pazarlık yapıyor. Ama karakterli olmanız lazım. Sen olacaksın, 10.000 lira para mı ya, ver ya ne olacak. (Gülüşmeler)

Dinleyici: Hocam, Esra Erol’un aldığı paraya bakarak kanaatkâr yani, bir şey diyemeyiz.

Hoca: Bir yanlışla kendi yanlışını savunamazsın. Her dönemde kültürün maymunları vardır. Şarkı yüzünden herkesten fazla para alıyordu. Dese ki şarkıcıya bak. O zaten medya maymunu, milleti eğlendiriyor, kalabalığa hitap ediyor. Bir lira alsa yüz bin kişi izlese yüz bin lira. Ama bu öbürünü haklı çıkartmaz. 

Bir fizikçi, bir bilim adamı, bir filozof şaklabanlık yapmaya başlasa, şimdi diyemez şarkıcı yüz bin lira kazanıyor, biz de kazanalım. Olmaz o. O zaman git şarkıcı ol. Futbolcuların aldığı şeyi biz alıyor muyuz? Türkiye’nin, hadi bizi geç, çok iyi bilim adamları var, uluslararası. Bir futbolcunun maaşını alıyor mu? Yoo. Ama bir futbol gibi eğlendiriyor mu insanı? Yoo. 

Yani bakın, ammeye, kamuya hizmet eden insanlar her zaman tarih boyunca fazla kazanırlar. Medyanın maymunu, milletin şaklabanı her zaman fazla kazanır. Sen şov sistemi nasıl çalışıyor, biliyor musun? Ben biliyorum. Yemin ediyorum onların hiçbiri mutlu değil, ama bir kere o gelire alışınca bırakamıyor. Yani düşünsene giyimine kuşamına başkaları için… Sen olmaktan çıkıyorsun ya, maymunsun sen. 

Hadi onu geç, (Bir akademisyeni) düşün. Türkiye’nin çok iyi zekâlarından biri. Eee, ne oldu? Medya maymununa döndü. Niye? Çünkü eşekten indin katıra bindin, katırdan ata, ordan Tofaş’a, ordan bilmem neye, en son Mercedes’e bindin, o da yetmedi özel arabaya bindin. Hadi bir daha geri dön bakalım. Mümkün değil. Yoksa şimdi o güç artıyor. Bu sefer daha çok kazanmak, daha çok kazanmak için maymunluğun derecesi artıyor. 

Zeki Müren için derler, Allah rahmet eylesin. Allah’ın rahmeti geniştir. İlk çıktığında nasıl bir müzik yaparmış. Ama piyasa bozuldukça o da müziğini bozmak zorunda kaldı,  niye? Para lazım. Değil mi? Şöyle diyen olmuş mesela: ne bozulursa bozulsun ben sanatımdan taviz vermem. Bekir Sıtkı. Ama şimdi ben dinleyemiyorum Zeki Müren’in yeni şarkılarını. Çalışamam zaten onlarsız. Devam edelim. Dolayısıyla buradaki ayet, dönemin bağlamında ve anlamındadır.

Dinleyici: Hocam bu ayetteki numen alemine özdeşleştirme…

Hoca: Ne? Numen mi?

Dinleyici: Numen alemi.

Hoca: Yok, birkaç anlama gelebilir. Rabbinin bildiği bir kavram aynı zamanda zihnî şey demek. Kavram demek. Ondan sonra tasarruf anlamına da gelir. Rabbinin tasarrufundadır, anlamına da gelir. Yorumlayabilirsin canım, dersin ki Rabbinin yazılı programıdır. Bak, bilgisayar programı gibi yorumla. Yüzyıl sonra bunun bir anlamı kalmaz. Onu demek istiyorum. Yorumlamışlar. Evet.

“Kelimesinin işaret-i şerifesi oldur ki, hakikat-i ruhtan beyan ve mahiyet-i ruhtan keşf kast mümin olana reva ve ebed-i ubudiyete layık u seza değildir.” 

Bu ayet de bize şunu gösteriyor: Aslında ayeti, ayetin kendisi için anlatmıyorum. Bir şeyi tembih için. 

Diyor ki: "Ruhun mahiyeti nedir? Hakikati nedir? Bu konuda bizim bir soru sorma hakkımız yoktur. Ne açıdan yok?" 

Bak, inceliğe bakın, arkadaşlar. Edeb-i ubudiyyet, edeb açısından yok. Bunu da bir türlü bilmiyoruz biz. Diyor ki bana: “Hocam bu dine aykırı değil.” Arkadaş, din sadece form değildir ya, dinin geleneği vardır, örfü vardır, edebi vardır ya. Sırf formu düşünen dindar zihin Vahhabiye-i Selefî DEAŞ oluyor işte. 

Hakkaten adamın dediği doğru, dine aykırı değil. Ama din sırf örf değil, dinin gelenek, görenek var ya, değil mi? Kulluğun bir edebi yok mu? Sırf formu mu var? Şunu demek istiyor: Bunu yasaklayamayız. Tabi ki soru sorabilir insan. Soru sorabilirsin. Ama bu kulluğun edebine mugayirdir. Size ben şeyi anlatmadım mı? Muhammed Nurü’l-Arabi’nin irade hikayesini?

Ya ben hata yapıyorum pedagojik olarak, çok şey anlatıyorum, akılda bir şey kalmıyor. Anlattım ben bunu. Abdülhamid dönemi Muhammed Nurü’l-Arabi Filistin asıllı fakat Türkleşmiş, Balkanlar’da üçüncü dereceden Melâmilik’in kurucusu, büyük bir alim. Kafalı bir adam, Türk kültürüne çok hizmeti var. Balkanların Müslüman olması, tutulmasında. Abdülhamid döneminde bir kitap yazıyor cüz’î irade konusunda. Cüz’î iradeyi tasavvufî açıdan, tabi mutasavvıflara göre açıklıyor, Tanrı’nın iradesidir. Tabi kozmik teolojide öyle de, bu rahatsızlığa sebeb oluyor. 

Abdülhamid diyor ki ulemaya, şeyhülislama, "bu adamı çağırın, ne yapıyor bu adam?". Çağırıyorlar Sultanahmet’e. Şeyhülislam’ın başkanlığında ulema heyeti. Sultan sırf şeyhülislam biliyor, geliyor çaktırmadan şeyde padişah mahfilinden dinliyor. Arabi geliyor, hissediyor, Sultan orda.

Dinleyici: Bunu anlatmadınız, hocam.

Hoca: Anlattım be.

Dinleyici: Yok. Başka bir yerde bize değil.

Hoca: Bak ben bunu anlattığımı şeylerde dinlerken bulurum, sene boyunca her birinize seminerimizde beşer kilo baklava aldırırım. (Gülüşmeler) 

Çünkü geçen derste böyle bir şey oldu. 45 kişilik sınıf, hepsi birden, ısrarla… Ver dedim not defterini, iyi not tutan bir hanım arkadaşa. Açtım, oku dedim. Ya ben o kadar da bunamadım ya. Ben bunu anlattım. 

Şimdi neyse konuşuyorlar, diyor ki şeyhülislam efendi: “Nedir senin bu konudaki fikrin?” Müthiş bir cevap, diyor ki: “Efendim siz şuanda burada bulunan ulema ve mahiyetinin en üst makamısınız, değil mi? Kimseye danışmadan burdan çıkıp gidebilirsiniz. İradeniz. Ama Halife-yi zat-ı şahanelerinden izin almak da edebdendir, değil mi?” diyor. “Tabi” diyor. Abdülhamid duyuyor. 

"Bizimki de böyledir" diyor. "Elbette irade-i cüziye vardır" diyor, "ama biz sufiler, buna rağmen Hz. Padişah-ı Cenab-ı Hakk’tan izin almadan iş yapmayız" diyor. Allah! Müthiş bir şey ya! 

Yani demek istiyor ki, bu form olmayan bir şey değil ki... Bizim edebimizden bu ya. Sufinin edebinden bu. 

Abdülhamid diyor ki: “Bu adam ne yaptı böyle?” 

Abdülhamid öyle bilincin eşlik ettiği bir şeye karşı olmaz. Kullanılabilirliklere karşı çıkıyor. Kullanıyor birçok insan. Onun için kulluğun edebi var.

            Bakın ben size çok ağır bir hadise anlatayım: 

Hep böyle onlardan mı örnek vereceğiz? Benim Akif diye bir ağabeyim vardı. Ağabeyim derken, Yıldız’da okuyordu... Allah rahmet eylesin, beyin tümöründen öldü. Bak niye öldüğünü de söyleyeyim size. O çok namuslu bir adamdı. Bizde çok emeği var. Biz lisede okuyorduk, imam hatipte, orda bize abilik yaptılar, akıllı adamlardı; mühendis. Bir hanıma aşıktı. Evlenecek yani, niyeti var. Fakat yanındaki arkadaşı bunu bildiği halde gitti, kendisi evlenme teklif etti ve o kızla evlendi. Yakınındaki arkadaşı. Tabi ben deli adamım, Ofluyum ben kardeşim, aklın öteki yakasındayım. Boğazına sarıldım. Abimiz bunlar büyükler bizden ama, iki üç yaş büyükler. Buna sarıldım, nasıl böyle bir şey yaparsın! 

Bana verdiği cevap şuydu: “bu şer’-i şerife, İslam’a aykırı mı?” Değil tabi yani. 

Dedim ki ben de: “Başlarım senin İslam’ına ..., insanlık diye bir şey var." O zaman tabi edeb demedim. İnsanlık diye bir şey var ya. Senin arkadaşın bu ve sen biliyorsun konuyu, bilmeden tamam. Şimdi bakın, şer’-i şerife uygunlukla edeb işte burda ortaya çıkıyor. Dine aykırı değil, doğru ama din bu kadar katı, mekanik bir şey değil ki ya. Bu kadar form değil ki ya. O arkadaş üzüntüsünden hastalandı -beyin tümörü- ve gitti. Genç yaşta...

Dinleyici: Hocam, hukukta var bunun…

Hoca: Nerden bileceksin sen onu ya. Onu bi oku.

Dinleyici: Yok… şeyde…

Hoca: Ya vicdan diye bir şey var ya. Arkadaşlık hukuku var ya, böyle bir şey olur mu ya? Anlatabiliyor muyum?

Dinleyici: Hocam burda kul hakkı söz konusu olmuyor mu?

Hoca: Ya nerde, kul hakkı mı dinliyor adam?

Dinleyici: Dini olan ahlaki olan arasındaki…

Hoca: Tabi ahlak dinden önce gelir abi. İbn Haldun Mukaddime’de diyor ki: "Eğer topluma vahiy gelmiş olsa bile bu dine dönüşmemiştir" diyor. Ama her toplumda ahlak vardır. Bunu İbn Haldun söylüyor. Ama biz İbn Haldun’dan Müslüman olduğumuz için… 

Yo ben yukarıya söyledim ahlaklı nesil, dindar nesil meselesinde ben açıkça söyledim. Ahlaklı nesli öncelemeliyiz. Çünkü çok dindar olup ahlaksız olanlar var, çok dindar olup dinsiz olanlar var.

Dinleyici: Hocam, ibadetteki kolaylık dinin ahlakından mı kaynaklanıyor?

Hoca: Tabi ya, ahlak önemli tabi. Çünkü sen müslüman olmayabilirsin ama ahlaklı olmak zorundasın. Çok dikkat etmek lazım, çok yanlış yapıyoruz biz. Onun için dindar bir sürü dinsiz var piyasada. Evet. Yani burda bu konu o kadar hoşuma gitti ki bunu hemen yazdım bak: Kulluk edin. Yani şunu demek istiyor, bakın ne kadar ince bir nezaket var. Soru sormayı yasaklayamayız elbette. 

Bir kafa çıkar der ki: “Ruh nedir? Mahiyeti nedir?” Ama edebe mugayirdir bu. Yoksa entelektüel ilme filan mugayir değildir, sorabilirsin. Nitekim sorulmuştur da. “Binaenaleyh, meşayih-i hakikat” yani sufiler, arifler, meşayih-i hakikat arifler demek “ve ulema-yı şeriatta nice eimme-i kibar hakikat-ı ruhta tekellüm eylemekten imam-ı firar eylediler.” 

Bu edebden dolayı arif ve pek çok mütekellim konuşmak istemediler bu konuda. Lakin bak, “zayid la ekad muhtemildir ki Kuran-ı Azim’de Furkan-ı Kerim’de hakim hakikat-u künkü ruhtur ki fasl ne cins ile olur."

 Ancak diyor, şuna da dikkat et ki burda kastedilen şey, Kur’an-ı Kerim’de söylenen şey, ruhun hatt-ı tamını, faslını ve cinsini bilmek anlamındadır. Yoksa resmi bilinebilir. Öyle değil mi? Amma bazı avarız-ı harice ve ahvaza teslim olunmaya men yoktur. Düşün bunu diyor. Ama mantıksal istidlal olarak bilemezsin. Haaa, bak bu ayrım çok önemlidir. Bilmek ve düşünmek ayrımı. 

Şimdi, adalet bilinmez, adalet düşünülür. Niye çünkü adaletin mahiyetini tüketemezsin ki neye göre bileceksin? Onun için adalet üzerine şeyin çok güzel bir örneği vardır değil mi bununla alakalı? Neydi? Heiddeger’in...

 Bir gün biri buna kitap getiriyor, Was ist die Justis?: Adalet nedir? diye. Diyor ki maşallah diyor ne kadar bilgili, adaleti bile biliyor diyor. Öğrencisi de “Efendim bilemez miyiz?” “Hayır, düşünebiliriz. Çünkü Kant’tan beri bu böyle.” Ne Kant’ı, bütün klasik gelenekte bu böyledir. Çünkü bir şeyi düşünmek için hat-ı tam’ını vermek lazım. Nedir hat-ı tam?

Dinleyici: Tam tam.
(Gülüşmeler)

Hoca: Adem nedir, insandır. Lafzî tanım o. Hadd-i lafzî o.

Dinleyici: Hadd-i lafzî. (Gülüşmeler)

Hoca: Neydi hadd-i tam? Mantık. Onu da anlattım. Onu da bulabilirim.

Dinleyici: Yo, onu anlattınız.

Hoca: Anlattım. Şimdi. Kümeler teorisini düşüneceksiniz. İçiçe küreler var, değil mi? En başta ne var? Cins var. Bir  şeyin cinsini buluruz, üstü yoktur. Mesela diyor ki varlık bir cinstir. İlmin üstü yoktur. Nasıl tanımlayacağım? Bu  cinsin altı nedir? Tür. Türü elde etmek için ne yapıyoruz? Faslı. Fasl. Mesela. Bunu anlattım.

Dinleyici: Anlattınız.

Hoca: Bakın canlılar dedik, burda canlılar değeri x=2 falan. Bir sürü var. Sonra şunların düşünme kabiliyetinde düşünen canlı eşittir insan dedik, değil mi? Bu. Burda bir mahiyet bulunuyor. Bir fasl var demek. Kılıçla kesmek. Diferentia, Latince’de. Ayrım yani. Ayrımını bulacaksın. Buna tabi bunu özsel kabul ediyor filozoflar, kelamcılar bunu özsel kabul etmiyor. Ne diyorlar buna? “Ehassun hassa”. Yani en temel nitelik. Özsel birşey değil de, insana ait olan en temel şeyi düşünmedir, anlamında. Şimdi biz bişeyi tanımlarken hemen bunu varlık skalasında bir yere yerleştirmemiz lazım, klasik sistemde. Çünkü varlık yoksa tanım yapamazsın. Bunu yüz bin kere söyledim. Türklerin en önemli problemlerinden bir tanesi de varlık şemamız yok bizim şuan kültürümüzde. Başkalarının şemalarıyla idare ediyoruz. Şimdi -yine bunu da anlattığımı hatırlıyorum- Ramazan Efendi’ye soruyorlar: ‘Nefy ve isbat nedir?’ Hatırlıyor musunuz?

Dinleyici: Anlattınız, hocam.

Hoca: Olumlama nedir, olumsuzlama nedir? Adam diyor ki ya x, y’dir, x, y değildir. Ya bu ne diyor. Bunu anlatabilmem için önce varlıktan başlamam lazım diyor. Çünkü hem nefy ve isbat kadıyyeye, hem kadıyye bir tasavvura her tasavvur bir şeye (Gülüşmeler) hepsi bir vücuda dayanır, diyor. Hepsi vücuttan anlatmam lazım diyor. Sultan II. Bayezid’e sunduğu kitapta. 

Tanım bir şeye nisbetle olacağı için. Onun için ruhun diyor biz hadd-i tamını yapamayız. Niye? Çünkü ruhun bir üst cinsi yok ki, neye nisbet edeceğim onu ben, nereye bağlayacağım? Ki onun bir faslını bulup onu diğerlerinden ayırayım. Haddi tam yapamayız bak, onu diyor burada. Lakin Kur’an-ı Kerim’in veya bu hakikat-i künhü mahiyet-i ruh, ruhun mahiyeti, künhü hakikatidir ki bunu hadd-ı tam, tam tanım ve fasl-ı has, özel bir ayrımla yapmak lazım “ve cins-i amm”, bir de cins-i amm’ı olması lazım. Ama “bazı avarız-ı harice”, ne demek avarız-ı harice? İlmeklerin fakat özellikle asar-ı havas-ı zahiresi. Yani fonksiyonlarıyla bazı şeylerin mahiyetini bilemeyiz. Ama fonksiyonlarını biliriz. 

Temel’e sormuşlar, "elektrik nedir?". Temel, "Aslı bilinmez ama tecellisi bilinir" demiş. Adam filozof tabi. Tecellisi yani görüngüleri. 

Hadi Newton’a diyorlar, yer çekimi nedir? Gravitation nedir? “Ne bilmiyorum ama fonksiyonlarını matematik olarak tek tek hissedebiliyorum” diyor.

Dinleyici: Hâlâ da öyle.

Hoca: Hâlâ da öyle. Yok.

Dinleyici: Biraz bulunuyor.

Hoca: Biraz bulunuyor, kütle, çekim falan birbirine dönüştürülebiliyor ya.

Dinleyici: Ama tam şey yapılmadı.

Hoca: Işık ne mesela? Işığın ne olduğunu bilmiyoruz. Nedir ışık, değil mi? Yani bazı şeyler fonksiyonlarıyla bilinir. Mahiyeti bilinmez. Anlatabiliyor muyum? Bunun gibi. Yoksa biz ruhu ya da nefsi neyse Kınalızade’ye göre fonksiyonları itibarıyla âsâr, etkileri itibariyle bilebiliriz. Ama bu bilmek de tersim cihetindendir. Yani bir tasvir yapabilirsin, bir resim çizebilirsin, yoksa bir tanım veremezsin. Hatırla, ne dedik burda, tanımlama isbatlamayla biz gidebiliriz ancak, formel bir sistem kurabilmek için. Evet. Şüphesiz âlimlerin büyük bir kısmı ve büyük bazı filozoflar başlangıç aşamasında yani mübtediler için öğrencilerin anlaması için bazı şekillerde ruhu tanımlamışlardır, nefsi tanımlamışlardır. Mesela, nefs insanî bir cevher-i basit-i gayr-ı cismanidir. Yani nefis basit bir cevherdir, cisim değildir. Cismani değildir. Birinci tanım bu. Cisimle cismanî arasında ne fark var? Onu ilerde anlatacağım size. Cismani dediğimde ne kastettiğimi. Demek ki birincisi basit bir cevher diyor. Basit kelimesi üzerinde durmamız lazım. Basit ne? Neydi Rüştü basit? Allah basittir dediğimizdeki basitten ne anlıyorduk?

Rüştü: Ek almamış diyelim.

Hoca: Ne diyor Akaid kitabında adam, Allah basittir diyor. Cinsi olmadığı için faslı da yoktur. Mantık diline göre düşüneceğiz. Mürekkep olabilmesi için birşeyin cinsi olması lazım, faslı olması lazım. İnsan mürekkeptir. Niye? Bir canlılık bir de düşünceden oluşuyor. Anlatabiliyor muyum? Bütün evrendeki her cisim mürekkeptir. Basit, bir üstü olmayan, akıl gibi. Tanrı gibi. Bunlara basit diyoruz. Yoksa yalındır, çok kolay anlaşılır. (Gülüşmeler) Öyle anlatıyor adam. Allah’ı anlamak basittir, fıtrî birşeydir diyor. Öyle oluyor ama. Hatta mutlak kelimesiyle mukayese etmiştim.

Dinleyici: Evet yoğunluğu, mutlağı hatırlıyoruz. Talak’tan geliyor.

Hoca: Basit olan şey mutlak oluyor. Herhangi bir nitelikle kayıtlanmamış. Aaah ah.

Dinleyici: Tembeliz hocam.

Hoca: Bizzat ma’külât-ı idrak-ı taarruf… Şimdi bakın nefis cevherdir, basittir, cisim değil, cismani değil ve makulatı idrak eder. Ne demek ma’akulatı idrak etmek? Kavramları idrak eder. Yargıları, bilgiyi idrak eder yani. Çok enteresan, bu bugün bile tartışılan bir konudur. Nasıl oluyor da biz bilgiyi üretiyoruz ya, yok bu fizik nedir? Beyin, fiziksel bir entite, doğru da bu fiziksel entiteden fiziksel olmayan bir yapı nasıl ortaya çıkıyor ya? Şiir üretiyoruz, müzik üretiyoruz, değil mi? Bunlar fiziksel değil ki. Dil üretiyoruz ya. Bu hala problem bak. Sesi nasıl anlama dönüştürüyoruz ya? Ses çıkıyor benim ağzımdan. Adama diyorum ki sen ne güzel bir insansın, havaya giriyor, sen şeytansın bozuluyor. Ulan ikisi de ses. (Gülüşmeler) Nasıl oluyor da, o sesin içinde taşınan içerik, insanın mizacını bozuyor. Düşünsene bir mahallede oturuyorsun, sana hırsız diyorlar. Hadi otur bakayım. Ya. Hır-sız ya, h-ı-r-s-ı-z. Ama bütün hayatını kaydırıyor, öyle değil mi?

Dinleyici: Yan binaya taşınınca sıkıntı olmaz hocam. Kimse tanımıyor. (Gülüşmeler)

Hoca: İdrak-ı taarruf. 2. Beden-i mahsusata alet ve kubas … sadece … etmez, bedenin enerjisi de bedendeki tüm tasarrufları, tüm işleri organize eder. Tedbir ve tasarruf eder. Bedenin hareket ettiği enerjisi yani. Elektrik ya, takıyorsun, öyle düşün yani, ya da takıyorsun uydudan gelen sinyal daha iyi. Beden aslında kendi içerisinde sade bir imkândır, o imkânı harekete geçiren, gelen enerjidir. Dolayısıyla nefs bizden cevher, basit, cisim değil, cismani değil ama iki büyük fonksiyonu var bizde. 1. Ma’kulatı, kavramları, yargıları idrak ediyoruz, yargıları üretiyoruz. 2. Bedenimizdeki bütün kontrol mekanizmalarını nefis sayesinde yapıyoruz. O dönemin şartlarında güzel bir çözüm ha, nasıl izah ediyor? Açıklama gücü olmasıdır model.

Dinleyici: Bugün de aynısı hocam. Bugün de çok farklı birşey denmiyor. Yine bedeni organlar bazında kontrol ediyor, eylemleri kontrol ediyor.

Hoca: Tabi ya. Artık şimdi burda nefs insanı aşan bir yapı olarak değil, insanın içinde bir fonksiyon, beynin bir fonksiyonu olarak görülüyor.

Dinleyici: Bugün öyle oldu.

Hoca: Gerçi bu (John) Searle diye bir adam var. Onun iddiası biraz enteresan. New Yorklu bir filozof, Amerikalı. Çok güzel şeyler söylüyor. Neyse. (Rupert) Sheldrake kitabından bahsettim değil mi?

Dinleyici: Yok hocam.

Hoca: Youtube’a gir, bu adamın enteresan bir anlayışı var şimdi. Bugün Cambridge’de. Kuantum alanlar teorisini canlılar bilimine uyguluyor ve…

Dinleyici: Nasıl yazılıyor, hocam?

Hoca: Yanlış hatırlayabilirim ama Sheldrahe. Tümsel bilinçten bahsediyor ya, manyak ya. Alanlar teorisini uyguluyor ama. Ve vallah…

Dinleyici: Bununla ilgili filmler de yaptılar hocam.

Hoca: Yaptılar ama bu şimdi bilim adamı ya. Bu adamın internette 29 dakikalık bir konuşması var. Yani bir geceme mal oldu, uyuyamadım. (Gülüyor). Bütün bilgini gözden geçiriyorsun, enteresan bir adam. Çok enteresan adamlar var. Ne oldu?

Dinleyici: Açtım da videoyu, o yüzden. (Gülüşmeler)

Hoca: Buldun mu?

Dinleyici: Ben de bu gece uyuyamam ya.

Hoca: Görüyorsunuz sallamıyorum ha, delilli konuşuyorum. Bizde sallamak yok. Evet. Anlaşıldı değil mi, bakın tekrar ediyorum. Nefis bir cevherdir. Basittir. Gayri cismîdir, cismânî değildir. İlmi üretir ve bedeni yönetir. Özellikleri böyle tanımlamış ve “Bu tarif kabl-i kâfiyü’l-kemâ ve mecz-i ekser-i meşayih sufiye-i muhtarı bazı ulema-yı kelamdır”. Bu tanım, diyor, tüm filozofların katıldığı, büyük çoğunlukla sufilerin, ariflerin katıldığı ve bazı kelam alimlerinin, hepsinin değil, katıldığı bir tanımdır, diyor. “Mahiyet-i nefs-i natıka", düşünen insan nefsinin mahiyeti ve hakikati konusunda söz çoktur. Biz bunların hepsini burada zikretmeyeceğiz. İsteyen Şeyh Şahabeddin Ömer Sühreverdi’nin Kitab-ı Avarü’l Maarif’ine bakabilir. Orda bunun tafsilatı vardır. Kim bu Şahabeddin Ömer-i Sühreverdî?

Dinleyici: Bizim Sühreverdî mi?

Başka bir dinleyici: Yok değil.

Dinleyici: Yok, değil, değil mi?

Hoca: O Şeyh Maktûl. Şahabeddin, bunların ikisi de Şahabeddin. İki Sühreverdi var tarihimizde. Çok var da, bilinen. Biri Maktul olan filozof, İşrâkî, biri de bu. Bu kim? Sühreverdilik tarikatı kurucusu olan. Esas kim bu adam? Çok derin bir adam. Bu, Ahi Teşkilatı’nın İslam coğrafyasında uluslararasılaşmasına neden olan… Fütüvvet Teşkilatı derin devlet demektir klasik dönemde. Bugünkü loncaları falan kastetmiyorum. Ordan loncalar çıkıyor. Niçin? Çünkü Moğollar geliyorlar, Moğollara karşı duramayacaklarını anlayan Müslüman entelektüeller geri çekiliyorlar ve büyük bir organizasyona başlıyorlar. 

Ömer Sühreverdî’nin vazifesi de Anadolu’ya gelip Alaaddin Keykubad ve diğer Osmanlı Selçukluları’yla beraber bu örgütlemeyi yapmaktır. Konya’da uzun yıllar kalıyor, çok etkili oluyor bizim kültürde. Anlatabiliyor muyum? Esas itibarıyla tabi, Halife’ye bağlılar hepsi. Halifelik o zaman Bağdat’ta daha ortadan kalkmamış, çok enteresan bir adam, bunlar  derin adamlar, bunlar bugünkü alimler gibi değil. Bunlar siyasette de var, bunlar savaşmayı bilen adamlar. Fakat gerçekçi adamlar. Bakıyorlar ki bu Moğol ordusuna karşı durmak mümkün değil, onun için içerden… Ben örnek verdim geçen toplantıda: Tıbb-ı nebevi. 

Bugün bir sürü ahmak, tıbb-ı nebevi diye konuşuyor. Tıbb-ı nebevi ne zaman ortaya çıkmıştır bir literatür olarak? Moğol istilasında. Çünkü Moğol saldırılarından sonra hastane kalmadı İslam dünyasında. Bütün hastaneleri yıktılar, her şeyi yıktı adamlar canım. 

Ulema o kadar zeki ki, Müslümanların sağlığını koruyabilmek için -en güçlü silah dindir- din tarihte icat edilmiş en ucuz kontrol ve terbiye sistemidir. Tıbb-ı nebevî üreterek insanların sağlıklı olmasını sağladılar. Şunu ye, bunu iç. Anlatabiliyor muyum? Ama bu çok aşırı gitti, Moğollar bittikten sonra bile. Onun için İbn Haldun Mukaddime’de ne diyor? Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’i insanlığa rahmet olarak göndermiştir, doktor olarak değil. Dolayısıyla tıbb-ı nebevîyi mübalağa etmeyin diyor. Tıp dediğin, işte ilmî tıp.

Dinleyici: Şimdi olduğu gibi.

Dinleyici 2: Çok para kazandırıyor, bence ondan.

Hoca: E tabi, piyasası varsa engelleyemezsin abi. Bir şey piyasaya dönüştüyse dinlemezler seni. Evet. “Amma biz tarif-i mezkûrun izah-ı tahriri ve gayruhu isbat-ı takrir altı emr irad ettik." Yani biz diyor şu anda nefis konusunda altı tane başlık açacağız ve insanın takat becerisine göre bunları anlatmaya çalışacağız.

Dinleyici: Hocam.

Hoca: Var vaktimiz, on dakika var.

Dinleyici: Biraz istirahat, 5 dakika.

Hoca: Şimdi Ofluların istirahat şeyi yok ki…

Dinleyici: Namaz kılacak herkes.

Hoca: Tamam şu cümleyi bitireyim o zaman. Hemen maddeleri okuyorum. 

Birincisi nefsin isbatı, 
ikincisi cevher olması. 
Üçüncüsü basit olması. 
Dördüncüsü cisim ve cismanî olmaması. 
Altıncısı nefsin idrak edici ve bilgi üretici ve vücudu yönetici olması ve nefsin mahsus yani sensible duyularla algılanabilir olmaması. 

Bu altı maddeyi, halbuki ben çok hızlı gidecektim ama, hepsini okuyup geçecektim ama burda kaldık. Önümüzdeki 15 gün sonraki toplantıya inşallah…

***
Ders Notları için Gamze TOKER'e teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts