İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-I



İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-I [1]
Önce Osmanlı Entelektüel Tarihini anlatacağım 16. YY’da. Yani Ahlâk-ı Alâî’yi[2] mümkün kılan kültürel ortam ne tür bir kültürel ortamdı? Bu kitabı bu adam bunu niye yazdı? Derdi Neydi? Bu dönemde böyle bir kitabın yazılması ne anlama gelir? Bunun ve diğer ahlak kitaplarının ilişkisi nedir?

Sonra Kınalızâde’ye biraz atıfta bulunacağız[3].

Ondan sonra Ahlak Literatürü üzerine biraz konuşacağız: İslam Ahlak Literatürü nedir? Ne anlama gelir?

Bazen bunlar birbirine girgin olacak ama sıralamamız böyle.
Kınalızâde’nin doğumu 1510, ölümü 1572. Yani 62 sene yaşamış. Yanlış hatırlamıyorsam bu kitabı da ~1561’de yazdı her halde, emin değilim ama… Bu dönemde ne tür bir entelektüel ortam var? Kişisel kanaatim bu yüzyılın en büyük özelliği özellikle 1520’den itibaren Osmanlılar’ın kendi tecrübelerini yorumlamaya başlamaları. Daha önce de bunu çeşitli konferanslarda dile getirdim. Daha büyük ölçekte düşünürsek bu dönem Türkler’in hakiki anlamıyla millet olma dönemidir. Çünkü Türkler bir bozkır milleti, kurdukları imparatorluklar da bozkır imparatorluklarıdır: Çabuk kurulurlar, çabuk yıkılırlar. Belirli bir rasyonaliteleri yoktur yani belirli bir kurumsallaşmaları yoktur. Olanlar da, Selçuklular gibi; alt kültür başka bir yapıya ait oldukları için hızla oraya evrilirler.
Mesela, diyelim ki Tolunoğulları[4], Mısır’da; hanedan Türk, alt kültürü Mısır kültürü ya da Arap kültürü. Bir nesil sonra hepsi gidiyor. Ya da Selçukluların kurulduğu coğrafya; büyük oranda Fars kültürünün hâkim olduğu… Bir nesil sonra Farslaşıyorlar. Belki bunun tek istisnası Karahanlılardır[5] ama o da çok uçta kaldığı için ana gövdeye fazla bir etkisi yok. Türk tarihinde ilk defa yaptığı işi kendi tecrübesine, yaşadığı tecrübeyle yorumlayan – ki her yorum bir arayıştır- aynı zamanda bir arayış içine girilen dönemdir bu dönem. Yani Osmanlılar şunu diyorlar: “Ya biz bir şey yaptık!”
 Bu önemli galiba… Bunu demelerini mümkün kılan sebep var. Çünkü kadim kültürlerin bulunduğu havzadalar, Bizans’ı miras aldılar. Kendi entelektüellerini yetiştirdiler. Bu çok önemli bir şey. Kendi entelektüellerini yetiştirdikleri için kendi sorunlarını çözebilecek bir elit oluştu. Bu açıdan Klasik Dönemde özellikle bu yüzyılda, özellikle de Kanuni’nin ikinci döneminde Osmanlılar artık bir özgüven kazanıyorlar. Bunu her konuda görüyoruz.
Mesela, bir kere Türkçeleşme hareketi var:  1502’de ordunun dili tamamen Türkçe oluyor. O zamana kadar Osmanlı ordusunun dili çok karışıktır: Slav’ı var, Makedon’u var, Sırp’ı var, -Slavları söyledik ama- Boşnak’ı var, Arnavut var, Fars var… İkinci Bayezid döneminde başlıyor ama 1502’ye geldiğinde Osmanlı ordusu artık Türkçe konuşuyor. Türkçe metinler yazılmaya başlanıyor, tarih metinleri işte Aşık Paşa… İkinci Bayezid dönemi ama İbn-i Kemal’e bakıyorsun değil mi… Astronomi Türkçeleştirilmeye başlanıyor. İşte; İbn-i Katipler, Konevi, Mustafa b. Ali el-Muvakkıt… Düşünün; Mustafa b. Ali el-Muvakkıt’ın 30 eserinin 27’si Türkçe. Coğrafya kitapları Türkçe, Teorik Astronomi metinleri Türkçe yazılmaya başlanıyor –pratik’i anlıyorsun da: Pratik yani halkın kullandığı; Ahmedî mesela, 1300’ün başında Türkçe usturlab ya da takvim kitabı tercüme etmiş ama Teorik Astronomi kitabı yazılıyor Seyyid Ali Reis tarafından. Ondan sonra, Tıp kitapları yazılıyor. Neticede Türkçeleştirme akımı var. Bu; bu coğrafyada yaşayan milletin, kendini artık ne Arap, ne Fars, ne Bizans olarak gördüğünü, yeni bir entite olduğunu idrak etmesiyle alakalı bir şey. Bunu mimaride de görüyorsunuz. Bakın Osmanlılar daha ilk baştan gerçi Selçuklular gibi mimari yapmamaya çalışıyorlar. Yani Bursa’daki ilk eserlerde bile… Ama bunu sürekli geliştiriyorlar ve bu yüzyılda Mimar Sinan öyle havadan gelmiyor: Bu özgüvenin ve bu birikimin bir sonucudur.
Bunu nereden görüyoruz?
İbn-i Kemal’in tarihinde görüyoruz. İbn-i Kemal çok enteresan bir cümle söylüyor. İbn-i Kemal bir kere bir Filozof, bir Kelamcı, bir Fakih; yani Türk kimliğinin kurucu kafalarından biri ve -o dönemde ırkçılık olmayacağına göre- söylediği çok enteresan bir cümle var: “İslamı Araplar kurdu.” diyor, medeniyet olarak… “Farslar, Türkleri kullanarak medeniyeti Arapların elinden aldı, ama daha sonra Farsları tasfiye edip İslam Medeniyetini ele geçirdiler. Şu anda bu medeniyeti Türkler yönetiyor.” diyor.
 Şimdi bu kadar güzel özet olabilir mi?
Dediğinin hepsi doğru. Yani gerçekten de bu kültürü bu medeniyeti Araplar kurdu, şüphesiz. Akabinde özellikle Mansur-Me’mun döneminde İran bürokrasisi Türkleri kullanarak devleti ele geçirdi. Özellikle de Selçuklular üzerinden İran bürokrasisi İslam Kültürünü yönetti: Nizam’ül-Mülk ve ekibi…
Değil mi?
Evet. Hanedan Türk idi ama bütün kültür Fars idi. Türkler zaman içerisinde özelikle Osmanlılarla birlikte İslam medeniyetini yönetmeye başladılar… Şimdi bu bilinci gösteriyor. O kadar üst seviyede bir bilinç geliştiriyorlar ki bu dönemde yazılan bir kitap arkadaşlar 2050’ye ya da 2500’e kadar gelecek sultanların, sadrazamların, şeyhülislamların isimlerini veriyor bize. Hiç yıkılmayacağını düşünüyorlar devletin.
Yani (kitapta) aynı o sisteme göre devlet devam ediyor aslında -Osmanlı Devleti… Ve (kitap) haddini ne kadar aşıyor? İsimleri veriyor diyor ki sultanın adı şu olacak, mesela 2040’ta Sultanın adı şu olacak, şeyhülislamı şu olacak, veziri bu olacak. Bu bir özgüveni gösteriyor. Tabii bunu gizli ilimler yönüyle yapıyorlar ama bu özgüveni gösteriyor. Biliyorsunuz Osmanlılar h.1000’de kıyametin kopmamasını  –O dönemde önemli bir milenyum beklentisi vardı biliyorsunuz: Ha koptu ha kopacak… Ha gitti ha gidecek… Avrupa’da da… Akdeniz kültürlerinin bu bir tipik hastalığıdır: Milenyum Korkusu… İbn-i Kesir’de… Abdurrahman Bistami’de devamlı…– (bekliyorlardı) ama kopmuyor. Kıyamet kopmuyor yani. O dönemdeki kitaplarda, rüya kitaplarında, Kanuni’ye sunulan kitaplarda bu beklenti bu korku hep var. Kopmayınca Osmanlılar ne diyorlar: “Tanrı, Osmanlıların kurduğu adil nizam yüzü suyu hürmetine varlığın ömrünü uzattı.”
Eee bak şimdi şu özgüveni görüyor musun! Bu; işte başardıklarını yorumlamakla alakalı bir şey. Bir şey başardıklarını görüyorlar. Bütün o kavramlar, önemli kavramlar bu dönemde gelişiyor: Nizam-ı âlem kavramı, devlet-i ebed-müddet kavramı son halini bu dönemde kazanıyor. Ki bunu sonraki dönemde devlet sistemi bozulmaya başladıktan sonra Osmanlı elitlerinin Fatih, Yavuz ve Kanuni’yi idealize etmeleri, altın çağ olarak görmeleri de bu psikoloji ile alakalı.
Ne diyor Kâtip Çelebi?; “Oraya dönelim!”.
Koçi Bey?;  “Oraya dönelim!”
Akhisari?;  “Oraya dönelim!”
Nereye döneceksin Abi? (gülüşmeler :)))
Onu idealize ediyorlar. “Bizim altın çağımız o” diyorlar. Zaten bir kültür kendine altın çağ yarattı mı devamlı oradan beslenir. Kimliğini oradan üretir. Hâlâ dikkat edin Cumhuriyet’te bile bizim altın çağımız Fatih, Yavuz ve Kanuni’dir. Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran elit de bunu esas alıyor. Değil mi? Hiç kimse 2. Selim (gülüşmeler :))) vs. zaten sayamazsınız o isimleri. Padişahları kim sayacak ondan sonra çünkü bürokrasi güçlenmiş. Padişahlar ikinci sınıf, ikinci bile değil çok zavallı durumdalar bazen. Mehmet Genç Hoca bize maaş tablosunu göstermişti. Hepimizin kafasında o var tabii Cüneyt Arkın filmleri ile büyüdüğümüz için Osmanlıyı öyle görüyoruz: Bir numaralı Padişah o olacak. İlk maaşı o alacak… Ortada!
Başta kim var? Kazaskerler! Hem kadı bunlar, hukuk ellerinde; hem de âlimler yani… Hem âlimler hem askerler. Kazaskerler başta: Anadolu Kazaskeri, Rumeli Kazaskeri, vezirler… Devlet, bürokratik bir karakter kazanmış, Sultanın artık ortalarda bir yerde bir memur! Varlığı manevi olarak önemli de siyasi olarak çok önemli değil artık yani. Kendi özel gücüyle…
Arap ve Fars kültürüne kafa tutmaya başlıyorlar. Özellikle şiirde, değil mi? Diyor ki: “Gelsin Farslar benden şiir öğrensin. Bu mu onların şiiri? Ben Hafız’a nasıl şiir yazılacağını göstereyim.” diyor. Şimdi bunu bir 100 yıl önce diyebilir mi, onu taklit ediyor. Ama ne oluyor, çıkıyor diyor ki: “Ben öyle bir şiir yazıyorum ki…” –Evet şimdi; Baki, Fuzuli değil mi o dönemde devler var- ve bu devam ediyor daha sonra. Bunu metinde de göreceksiniz daha sonra sayfa 40’ta (1.Baskı) bunu söylüyor kendisi… Bak diyor ki:
***Ahd-i Melik Şah imdi olaydı veziri Nizam’ül-Mülkü ondan taallüm ederdi*** diyor. Yani “Nizam’ül-Mülk gelse benim bu eseri sunduğum adama öğrencilik yapardı.”
*** Büzürg Mihr[6] zamanında gelseydi vezareti Nuşirevanı teslim …. *** Nuşirevan biliyorsunuz Sasani İmparatorluğu’nun adalet timsali, Büzürg Mihr de onun veziri. Kim bunlar! Yani aşağıda görmeye başlıyorlar. Hâlbuki bunlar onların idealleriydi.
Çünkü İran kültürü; İran üzerinden Müslüman olduğumuz için o kültür bize sirayet ediyor. Bunu özellikle Anadolu Selçuklu Devleti’nde yazılan eserlerde görmek mümkün: Fars tarihi perspektifinden bakıyorlar olaya, doğal olarak, çünkü kendilerinin kayıtlı bir tarihleri yok. Yani Türklerin kayıtlı bir tarihleri yok ki… E herhalde, Orhun Yazıtlarını da yanlarında taşımadı bu adamlar. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lugat’üt-Türk’ü ile övünüyoruz ama bilinmiyordu ki o, keşfedildi 1890’larda. Değil mi? Ali Emiri tesadüfen buldu… Ya da Kutadgu BiligFatih’in gördüğü kesin. Başka da kimsenin haberi yok... Yani şunu demek istiyorum. Göçebe milletlerin yazılı bir tarihi olmadığı için o kimliği oradan öğretecek herhangi bir arka planları yok. Selçuklular da tarihlerini yazdıklarında büyük oranda Fars tarihi ile iç içe yazıyorlar. Yani şunu kabul etmek lazım Türk Kimliği dediğimiz şey büyük oranda Osmanlıların ürettiği bir şey. Tabii üzerine çok ciddi anlamda araştırma yapmak gerekiyor.
Evet, Toparlarsak…
Bu dönemdeki en önemli şey -bence, şahsi kanaatim- özgüven. Bu özgüvenin neticesinde Osmanlıların kendi tarihi tecrübelerini yorumlamaya başlamaları ve yaptıklarını anlamlandırmaya kalkışmaları… Dediğim gibi “her yorum bir arayış” olduğu için de belirli bir arayış içine girmeleridir.
Entelektüel açıdan baktığımız zaman Arkadaşlar;
Osmanlıların –ilk dönem- en büyük entelektüelleri bu dönemde yetişiyor. Hangi alanda olursa olsun… Elbette bunun arka planı var taa Dâvûd-i Kayserî’den başlıyor, Molla Fenarî ve ekolü geliyor. İstanbul’un fethinden sonra Hocazadeler, Alâeddin Tusi, Ali Kuşçu
Çok önemli isimler var: Efdalzade, Molla Hayal filan 30-40’a yakın büyük isim var o dönemde yaşamış. Hepsi eser vermiş. Ama İslam Medeniyetine o yoğun katkı ve diğer coğrafyalarla karşılaştırdığımızda artık benzerlerini bulamayacağımız, sadece İstanbul’da olan büyük entelektüellerimiz var: Mesela; Mirim Çelebi, büyük bir astronom, matematikçi… Ali Kuşçu’nun torunu oluyor (ö. 1525). İbn-i Kemal;  gerçekten çok önemli bir düşünür o dönem için. Bütün felsefi problemlerle ilgili eser vermiş bir adam. Ya da bir az önce bahsettiğimiz Mustafa b. Ali el-Muvakkıt; matematiksel coğrafya ve astronomi aletleri üzerine eserler yazıyor. Bütün Klasik İslam astronomisini Türkçeleştiriyor. Seyyid Ali Reis; ilk teorik Türkçe Astronomi kitabını yazıyor, enteresan bir metindir: Sadece Türkçe yazmak için yazmıyor onu. O dönemde en önemli astronomi metinlerini dikkate alıyor. Ali Kuşçu’nun Fethiye’si, Mirim Çelebi ve Gulam Sinan’ın şerhi, İbn Şatır’ın metinleri, Mülahhas ve Kadızade şerhi... Yani islam astronomisinin geldiği en son noktayı dikkate alarak bir Türkçe teorik astronomi kitabı yazıyor. Tabii çok geç Türk tarihi açısından: 1540’lar. Yani astronomi çok eski bir bilim. Oğuzca çok geç yazı dili olmuş onunla alakalı. Piri Reis’i hepiniz biliyorsunuz: Hem coğrafyacı hem haritacı… Lâdikli Mehmet Efendi: Müzik teorisini Türkçe yazıyor… Şiirde Fuzuli, Baki vd. hiç girmeye gerek yok…
Yani Osmanlı aktif bir üretim merkezi ve yetiştirdiği insanların kendi döneminde, o dönemde İslam dünyasında fazla bir misli yok. İşte Müeyyidzade ve onun yetiştirdiği öğrenciler: İbn-i Kemal ve Ebu’s-Suud Efendi, Çivizade, Birgili Mehmet Efendi
Bu Birgili Mehmet Efendi mesela çok enteresan bir adam. Hiç kimse ciddiye almıyor. Hâlbuki Endonezya’da –tabiri caizse :) Marks gibi- ideolojik olarak çok etki yapmış.
Çin’de Birgiviciler var, Çin’de... Hacca gelen Çinliler orada ders alıyorlar Hacda. Birgivi’nin Muhammediye’sini Çin’e getirip bir teşkilat kuruyorlar: Esas eserleri Birgivi’den… Endonezya’da da böyle…
Çok ciddi bir etkisi var Birgili Mehmet Efendi’nin…
E tabii en önemli isimlerinden biri Taşköprülüzade yine bu dönemin esas ismi. Benim kişisel kanaatim yine- Osmanlılar’da 5 düşünür sayarsak bir tanesi Taşköprülüzade’dir. 16’ya yakın dil eseri var, dil… Basit, naif ama hepsi dil felsefesiyle bir şekilde alakalı. İslam Medeniyetinde Sünni dünyadaki en son kelam metinlerinden birini yazıyor: El-Mealim fi’l-Kelam. Aklınıza gelebilecek tüm felsefe soruları için birer metni var. O dönem klasik İslam felsefesinin, kelamının… Aklınıza hangisi geliyor? Diyelim ki: Tanım Teorisi… Diyelim ki: İlliyet meselesi… Diyelim ki: Bilgi nedir? Vücûd-ı zihni meselesi
Ne olsun başka?  
Tanrının ilmi meselesi… Yani aklınıza gelebilecek her meseleye ilişkin metni var. Bunu nereden biliyorum bu kadar rahatlıkla? Çünkü şu anda onları, bir grup arkadaşla, edisyon kritik yapıp tercüme edip yayınlayacağız şükür, onun için biliyorum. Taşköprülüzade aynı zamanda ahlak üzerine de yazıyor, bundan biraz sonra bahsedeceğiz.
Muhyi-i Gülşeni… O dönemin önemli sûfî yazarlarından biri. Baleybelen’i yazıyor: Yapma bir dil icad ediyor. Osmanlıların çok dilliliğini aşıp tek bir dilde birleştirebilir miyiz? Dünyada bir ilk tecrübedir: gramerini yazıyor, sözlüğünü yazıyor. Durup dururken yazmıyor bunu. Şunun farkında: Bu kadar din var, bu kadar dil var; bunları nasıl birleştirebiliriz? Mesela o dönemde yazılan bir rüya kitabında Kanuni’nin bütün dinleri birleştirecek bir kişi, bir mehdi olarak seçildiğini anlatıyor. Rüyasında anlatıyor ama bu bir siyasi rüya:
İşte; Hz. Peygamber’in huzurunda, bütün peygamberler arkada dizilmiş, 124.000 peygamber. Kanuni içeri alınıyor. Ömrü uzatılıyor. Bir de tabi bu Kanuni için… Çok uzun süre yaşamış bir adam. Bir de tabii Trabzon havası aldığı için :)) 14 yaşına kadar Trabzon’da yaşıyor onunla alakalı. Genlerine işlemiş. Hala evi durur. Gidin, Trabzon’da doğduğu ev duruyor. Ondan olabilir yani :))). Çok uzun süre yaşadığı ve uzun tahtta kaldığı için böyle bir imaj da var.
Hz. Peygamber buna bir görev veriyor. Diyor ki: “Senin ömrünü uzatıyoruz. Milenyuma bütün insanlık seninle girecek. Hristiyanlar, Yahudiler işte Müslümanlar senin sayende birleşecekler.”
 Şimdi bu bir politik bir rüya. Yazma nüshası; –biliyorsunuz kaynaksız konuşmuyorum. Kaynakları veriyorum, vermediğim yerde Levh-i Mahfuz’a atıf yapıyorum, İzmir’deki bir vakıf kütüphanesinde rastladığım bir eser. Nüshası bende var. Gelibolulu Ali Efendi. Bizim İbn-i Haldunumuz diyebiliriz. Çok kritik bir kafa… Kendini sultan olarak görüyor. Sultan belki ondan biraz daha büyüktür yani :)) Çok narsist bir insan… Ama çok büyük bir kafa: Tarihçi, tarih felsefecisi, ahlakçı… Yazdığı metinler ahlak açısından incelenmeli bence…
Tabii en son büyük isim de Takiyuddin Râsıd[7]: Son büyük optikçimiz. Son büyük astronomumuz; teorik ve pratik. Son büyük mekanikçimiz. Aklınıza ne geliyor? O dönemin özellikle matematik ilimlerinin hepsinde son halkayı temsil ediyor. Bütün o Maraga, Şam, Semerkand, Mısır geleneklerini birleştirmiş –çünkü hepsinde yaşamış, Semerkand hariç ama o kültür zaten İstanbul’a geliyor.
Yani şunu söylemek istiyorum bunlar boşlukta çıkmıyor Kınalızade’nin Ahlâk-ı Alâ’î’si, arkadaşlar; çok büyük bir arka plan var. Bu arka plan bu dönemde büyük ürünler veriyor. Kınalızade de bu ekibin içinden biri. Mesela, Gelibolulu Ali Efendi’nin arkadaşı... Şam’da her hafta buluşup yazdığı Ahlâk-ı Alâ’î parçalarını Gelibolulu Ali’ye okuyor ve birlikte tashih ediyorlar. Yani böyle bir entelektüel bir ilişki var. Dolayısıyla bu adamların yapacakları iş de kaliteli olmak durumunda kalıyor ister istemez, çünkü bağlam bunu gerektiriyor.
Ahlak açısından baktığımız zaman; İslam Ahlak Literatürüne gireceğiz ama- bu dönemde sadece Ahlâk-ı Alâ’î yok ahlak kitabı olarak. Bir kere Gelibolulu Ali Efendi’nin yazdığı özellikle siyasete taalluk eden pratik uygulamalı ahlak metinleri var. Şunu söyleyeyim Osmanlılarda 2000’in üzerinde ahlak ve siyaset metni var ve bunların %90’ı daha çalışılmış değil. Yani bütün türlerini kuşatan – çünkü ahlak çok çeşitli, biraz sonra bahsedeceğim.
Hâlâ onlar çalışılacak inşallah. Yani Nasihatname türünden, Fıkhî anlamda, tasavvufî anlamda pek çok metin var. Bunların hiç biri çalışılmış değil. Ama bir tanesi Ahlâk-ı Alâ’î: Bunun ne anlama geldiğinden bahsedeceğiz.
Sonra Gelibolulu Ali… Sonra Muhyi-i Gülşeni’nin Ahlâk-ı KiramTaşköprülüzade, Kelami-Felsefi çizgide bir ahlak kitabı yazıyor. Adudüddin Îcî’nin Ahlak Risalesi’ni şerh ediyor. Felsefi Ahlak Risalesi’ni ki bu yayınlandı yakın zamanda. Bunlar bilebildiklerimiz ya da üzerine bir şekilde çalışılmış olan metinler. Demek ki ahlak metinleri açısından, Ahlak Felsefesi açısından da o dönemde belirli düşünürler, belirli din âlimleri ahlak üzerine çalışıyorlar. Kınalızade’ninki tek değil bu açıdan.
Bu kadar yeter zannediyorum. Zaten çeşitli vesilelerle bu konular hakkında konuşmuştuk. Özet olarak demek ki: 16. YY’da, Kınalızade Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâ’î’sini mümkün kılan çok ciddi bir kültürel, ilmi, felsefi ortam ve bağlam söz konusu. Bu bağlamın bir sonucu, doğal bir sonucu olarak eser çıkıyor ortaya.
Şimdi gelelim Kınalızade’ye; -tabii çok ayrıntılı konuşmayacağız…
Âlim bir aileye mensup, Isparta kökenli. Yani ailesi ulemadan, âlim yetiştiren bir aile. İlginç bir kişiliği var. Büyük oranda Çivizade’nin – asistanı, muidi- yetiştirdiği bir insan. Çivizade enteresan bir adam, büyük bir fakih ama “Anti-İbn-i Arabi”ci, ya da vahdet-i vücuda eleştirel bakan bir insan. Gerçi Muhyî-yi Gülşenî bunu farklı anlatıyor. Görüşmeleri var biliyorsunuz: Çivizade’nin batın ve zahir ayrımına göre davrandığını, batınen İbn-i Arabî ile derdi olmadığını, ama zahiren –toplumsal gerekçelerle İbn-i Arabî’yi kritik ettiğini söylüyor. Bu bir yorum değil. Onunla görüşmüş, tartışmış, konuşmuş bir kişi hatta fırça yemiş :) Camiye Füsus’ül-Hikem ile geldiği için… Bir rüyasını anlatıyor, çok enteresan, kısaca anlatayım:
Herkes ölmüş, kıyamet kopmuş, herkes koşuşturuyor. Çivizade’nin büyük bir konağı var Cennet’te. Herkes oraya girmeye çalışıyor. Fakat nereden girmeye çalışıyorlar: Bahçe duvarından, çatıdan, bacadan… Çivizade de bağırıyor: “Yahu Arkadaş! Kapı var! Niye oralardan giriyorsunuz! Gelin kapıdan girin!”
Şimdi bunu şöyle yorumluyor Gülşeni: “Kardeşim; İbn-i Arabi’ye tamam gelin de kapıdan gelin. Önce bir dini ilimleri tahsil edin, mantık okuyun, felsefe okuyun adam gibi bilginiz olsun: Malumat, Marifet, İlim ondan sonra İrfan…”
Bunu söyleyen kendisi vahdet-i vücudcu olan, sufi olan bir kişi. Hani bir fakih söylese ya da biri yorumlasa dersin ki justification yapıyor, tebrir ediyor onu… Değil bunu söyleyen sufi ve Çivizade ile tartışmış bir adam. Demek ki bildiği bir şeyler var. Doğru olabilir bu fakat neticede, işin görünen yüzünde, Çivizade’nin çok sert bir fetvası var biliyorsunuz. Hatta İbn-i Kemal bu fetvayı hafifletecek bir karşı fetva veriyor.
Bunu niye anlattım? Şunun için: Çivizade’nin talebesi olduğu için ve Çivizade de tasfiye edildiği için Üstad (Kınalızade) ortada kalıyor. Bugünkü akademideki gibi; bir profesörün sahip olduğu bir asistan, o prof eğer akademide olumsuz bir intibaya sahipse, asistan da zavallı dayak yer. Doktora tezinde, doçentlik tezinde (bugünkü hale dair tecrübeler paylaşılıyor)… Fakat çok şahsiyetli bir adam (Kınalızade). Uzun süre buna rütbe verilmiyor. Bir gün alıyor kitaplarını Ebussuud’un karşısına çıkıyor. Tabii Ebusuud bir dev! Her açıdan. Büyük bir kafa. Otoritesi çok yüksek…
(Kınalızade) Diyor ki: “ Eğer mansıp, birine mensubiyet ise bu ilmin hiçbir anlamı yok eğer eserlerde ise işte benim eserlerim!”
 Ebussuud da, büyük adam büyük davranır: “Doğru söylüyorsun” diyor ve mansıp veriyor. Yani böyle bir adam ahlak kitabını yazdığında bu mefhumları nefsinde yaşayan bir adam. Mesela çok enteresan; asistan alınacak bir medresede, arkadaşı geliyor. İmtihanı kazanamıyor, onu almıyorlar. Arkadaşını alıyorlar. Fakat imtihanı kazanamadığı için çok üzülüyor çıktıktan sonra üzüntüsünden ölüyor –vardır böyle insanlar. Bu sefer diyorlar ki “alacağımız zat öldü, sen gel”. “Hayır” diyor “arkadaşımın ölümüne sebep olan bir mansıba tenezzül etmem”. Bu önemli bir karakter özelliğidir.
Dolayısıyla Kınalızade ahlak kitabını yazarken basit anlamda bir ahlak felsefesi yapmıyor. Biraz da kendi mizacını, kendi karakterini, ya da kendi nefsinde tatbik ettiği uyguladığı bakış açısını yansıtıyor. Üçüncü bir örnek olarak: Yani o dönemde bir âlim bir başka âlime yazdıklarını gösterip mütalaa istemesi de kolay bir iş değildir –bugün bile değil de… Yani bir profesör kitap yazacak başka bir prof’a diyecek ki “Şunu bir oku bakalım, bir eleştiri ver”.
Bizde hiç üniversitede bir prof’un dersine başka bir prof’un (ders dinlemek için) girdiğini gördünüz mü? Yani o dönemde Gelibolulu Ali’ye gidip metinlerini verip onunla müzakere etmesi de yine Kınalızade hakkında bize bir bilgi veriyor.
Büyük medreselerde hocalık yapıyor: Semaniye, Süleymaniye gibi… Sonra Kadı oluyor, sonra Anadolu Kazaskeri oluyor. Aslında Şeyhülislam olmaya doğru gidiyor ama ömrü vefa etmiyor. Oğlu, Hasan Çelebi, meşhur Tezkire’tüş-Şuara’yı yazan… Dolayısıyla iyi bir de evlat yetiştiriyor. Türkçe ve Arapça olmak üzere çeşitli eserler kaleme almış. Çok ilginç olan şu tabi Çivizade’nin talebesi olmasına rağmen vahdet-i vücudcu bir çizgide gidiyor. Burada İbn-i Arabî’nin adını zikretmiyor fakat Süleymaniye Kütüphanesi’nde Risale fi’l-Hikme ve Risale fi’l-Vücud diye bir eseri var. Risale fi’l-Vücud, Reşit Efendi 446’da… Ben o eseri istinsah etmiştim. Tamamen bildiğimiz vahdet-i vücud anlayışını anlatıyor, orada özetlemiş. Kelam, fıkıh, tarih, dil, tefsir, dil felsefesi, usul-ü fıkıh kitapları şerhi var… Yani dönemin önemli alanlarında kalem oynatabilecek seviyede bir âlim olduğunu görüyoruz.
Ahlak kelimesi üzerinde ileride duracağım: “Hulk, ahlak” ne demektir… Zaten giriş, dibace ve birinci fasılda geçecek bir mesele amma ahlak, ilim olarak ahlak İslam dünyasında nasıl ele alınabilir. Bu metinde bunu ayrıntılı olarak göreceksiniz. Mefhumu ya da mistakı çok farklı kullanılan bir kelime.
Ahlak dediğimizde İslam dünyasında neyi kastediyoruz? Bunda bir netleşmemiz lazım:
Bir kere fıkhi bir ahlak var. Zaten fıkhın ahlaki iddiaları karşısında özellikle İbn-i Sina gibi filozoflar ahlak metni kaleme almıyor. Çünkü “Ameli hikmettir, ameli hikmeti fıkıh belirler” deyip bırakıyorlar. Fıkhi Ahlak Literatürü bir kere çok önemli bizde.
Sufi Ahlak Literatürü: Bir yaşama felsefesi. Tabii nazari irfan ile sufiliği birbirine karıştırmamak lazım arkadaşlar. Nazari irfan –yine benim kişisel yorumum tabii- Ahmed Gazzali ile –Gazzali’nin kendisinden 10 yaş küçük kardeşi ile- başlıyor bir şekilde. İbn-i Arabî ile devam ediyor. Konevi ve onun öğrencileri ile sistemleştiriliyor. Sonra; Davud-u Kayseri, Molla Fenari, Bosnalı Bali Efendi ve günümüze kadar geliyor. O ayrı bir şeydir. Ama Tasavvuf bir yaşama felsefesidir. Dolayısıyla doğrudan amele dayandığı için bir tür ahlaktır. Bir yaşama pratiğidir. O da ayrı bir şey.
Nasihat Literatürü de ayrı bir ahlak geleneğidir bizde. Hind ve Fars kökenli olmakla birlikte, o da çok ayrı ve uzun bir konu.
Kelami Ahlak: Kelamcıların ta Mutezile’den itibaren geliştirdikleri kendilerine has bir ahlak teorileri var.
İşraki Geleneğin kendine has – biraz tasavvufla da ilişkili olan- bir ahlak anlayışı var.
Hatta Tarih Metinleri bile ahlak metni olarak düşünülebilir. İbret açısından okunduğunda… Eski kavimlerin nasıl yaşadığını neler çektiğini görüp ibret alıp, hayatını, davranışlarını düzeltmeye, düzenlemeye matuf…
Edebi Ahlak: Özellikle yine Fars edebiyatında çok çok örneklerini gördüğümüz: Bostan, Gülistan… Çok ilginçtir mesela Erzurumlu İbrahim Hakkı, 1700’lerin ikinci yarısında kaleme aldığı Terteb’ül-Ulum’da doğu medreselerinde Sadi Şirazi’nin Botan ve Gülistanı’nın ahlak metni olarak okunduğunu bize söylüyor. İlginç bir şey bu… Hakikaten özellikle Anadolu medreselerinde bu ciddi bir şekilde edebi ahlak literatürü mevcut ve okutulmuş. Hem tekkelerde hem medreselerde…
Yani ahlak dediğimiz sözcüğün karşılık geldiği nesne alanları çok çeşitli. Bu çeşitlilik modern dönemde de problem olmuş: Fazlurrahman’ın tasnifinde, Havrani’nin tasnifinde, Cabi’nin tasnifinde, Türkiye’de;
Çağrıcı’nın ya da İlhan Kutluer Hoca’nın yaptığı ahlak felsefesi ile ilgili yapılan çalışmalarda hep sıkıntıdır bu: Nasıl yorumlayacağız bunu? Nasıl tasnif edeceğiz? Dini ahlak nerede başlar, nerede biter? Sufi ahlak nerede başlar, nerede biter? Sufi ahlak’ı dini olarak görmeyen, İslami olarak görmeyen yaklaşımlar var, Hind vs. ilişkileri sebebi ile. Çok karışık bir mevzu bu. O açıdan nerede başladığı, nerede bittiği belli değil.
Bir de sentezler var… Sentez derken: Böyle çuvalı açıp içine koymuyorlar. Belirli bir üst terkip yapmaya çalışanlar var ki Ahlâk-ı Alâ’î de böyle bir metindir. Bir terkip metnidir. Üst bir dilde bir araya getirme metnidir mesela. Buna rağmen Ahlâk-ı Alâ’î’nin mensup olduğu ana çizgi; bizim Felsefi-Kelami dediğimiz ahlaki çizgidir.
“Teorik Ahlak” dediğimiz çizgidir ve büyük oranda fiziksel bir zemine dayanır, bildiğimiz fizik: İlm’ut-Tabii’ye dayanır.
Özetle: Ahlâk-ı Alâ’î bir terkip metni olmasına rağmen ana omurgası Felsefi Kelami Ahlak dediğimiz çizgidir. Hikmetin bir şubesi olan -nazari ve ameli felsefe diyoruz ya- o ameli felsefenin bir parçasıdır. Ana damar olarak. Ne için? Çünkü dayandığı kitaplar ve kavramlar var –biraz sonra anlatacağım.
1350’den sonra enteresan bir şey oluyor İslam Medeniyetinde: Tabii bu Fahreddin Razi’den gelen bir çizgi- Birden kelamcılar, Meşşai dille ahlak metni yazmaya başlıyorlar. Bildiğimiz Meşşai dil… Erdem teorisi üzerinden. Bir dersimde de izah etmiştim: Nasıl ki İslam medeniyetinde Meşşai, Kelami, İşraki, İrfani çizgiler varlık kavramı etrafında ittifak edip felsefeyi üretiyorlarsa 1300’den sonra da erdem-fazilet kavramı etrafında çeşitli ahlak okulları ya da yaklaşımları birleşiyorlar. Yani vücut kavramının nazari hikmette oynadığı rolü, fazilet kavramı ameli hikmette oynuyor.
Adidüddin Îcî, bildiğimiz meşhur El-Mevakıf fî ilm’il-Kelam’ın yazarı (ö.1353-55). Büyük bir kelamcı. Zaten yazdığı kitap Seyyid Şerif Cürcani’nin şerhi ile birlikte 500 yıl İslam medreselerinde okutuluyor. Hala bence en önemli kelam metni: Şerh’ül-Mevakıf ve ona bizim Fenari Hasan Çelebi’nin ve Siyalkuti’nin yazdığı şerhlerle 5000 sayfa. Dev gibi bir kitap! Oku Allah oku, bir de bunda her şey var: Mantıktan başlıyor,
Metafizikten, Fizikten, Akli İlahiyattan, Sem’i İlahiyattan gidiyor… Çok kalın tabii… Medreselerde onu nasıl okuyacaklar! Kaç yıl sürer... Medresede okuma biçimi bir kere yavaştır. Dibine ine ine giderler çünkü. Bir astronomi kitabını 5 yılda okuyorlar. Ama tahkik yoluyla, tedkik yoluyla vb. bir sürü yolla okuyorlar…
Bitirdiğin zaman âlim oluyorsun. Biz de Ahlâk-ı Alâ’î’yi böyle okuyacağız :)) “Sürgün yollu okuma” diye bir tabir vardır bizde. Türkçe bak. Medreselerde çok kalın kitapları Sürgün yollu –yani atlayarak- okuyorlar ama bu atlamayı bağlantıyı koparmadan yapacaksın! Bugün ona “doktor okuması” diyoruz değil mi :) (bugün yapılan doktora tezlerinin kaynakçaları üzerinden benzerlikler kuruluyor, grup içinde tartışılıyor)…
Adidüdin ‘İci’nin yazdığı Risale fi’l-Ahlak diye bir metni var arkadaşlar. Bu yayınlandı. Kutadgu Bilig dergisinde Müstakim Arıcı arkadaşımız yayımlamıştı yıllar önce[8]. Bu daha sonra, özellikle Osmanlı çizgisinde en çok işlenen metin oldu. İki öğrencisi şerh yazıyor. Semerkand’da üzerine şerh yazılıyor. Sonra Taşköprülüzade şerh yazıyor, Müneccimbaşı şerh yazıyor, İstanbuli şerh yazıyor, vd.. böylelikle ~12 kitaplık bir külliyat çıkıyor. Belirttiğimiz gibi Kelamcı ama Meşşai terminoloji ile yazıyor. Bunun nedeni ne? Nedeni şudur: Razi ile birlikte İbn-i Sinacı sistem kozmolojik ve metafizik ayıklamaya tabi tutulduktan sonra diğerini kullanıyor kelamcılar. Hiçbir sıkıntı yaşamıyorlar. O sistemi çevreleyen çanak metafizik çanağı, kozmolojik çanak temizleniyor. Yani Fahreddin Razi, teolojik olarak İbn-i Sinacı değildir ama ontolojisi tamamen İbn-i Sina ontolojisidir. Hiçbir sıkıntı duymuyorlar. Neyi uyguluyorlar Gazzali’nin Minyar’ül-İlm’deki ilkeyi uyguluyorlar: Bir bilimin içine oturduğu metafizik sistem bizim için sorundur. Teknik içeriği değil.
Matematik matematiktir, fizik fiziktir yani... Benim farklı bir fizik yapacak halim yok. Ama onun üzerine oturduğu anlam çanağı, o metafizik ilkeler İslam ile çelişiyorsa ben onu temizlerim diyor Gazzali ve onu takip ediyorlar. Dolayısıyla temizlendiğinde de klasik kozmoloji, akl-ı faaller, sudur vs. oradan kalktığı için insanın –üzerinde çok duracağımız- kognitif psikolojiyi merkeze alıp ahlakı üretebiliyorlar.
Soru: Ontoloji ile metafiziğin birbirlerinden ayrıştırılması meselesini biraz açabilir misiniz?
Cevap: Ontoloji mevcudun bilgisidir. Metafizik/Teoloji vücudun bilgisidir. Klasik gelenekte bu kadar net bir ayrım yok ama Teoloji yani tanrı idraki… Şimdi uluslararası bir grupla Ali Kuşçu’nun Şerh’ül-Tecrid’ini okuyoruz. Çok enteresan. Tamamen o ontolojiyi muhafaza etmelerine rağmen İslam’ın görüşünü, Kelamının esas kadir-i mutlak tanrı anlayışını merkeze alıyor. Bakıyorsun diğer bütün terminoloji aynı. Yani o temel ilkeler konusunda taviz vermemek, yani ilkeleri muhafaza etmek kaydıyla hiçbir konuda sıkıntı duymuyorlar. Çünkü gelişmiş bir dil var. Ondan niye vazgeçsin yani İbn-i Sina’nın kurduğu dil… Kendi başına icad etmiyor bunu 5000 yıllık bir tecrübeyi sentezliyor. O dili niye kullanmayasın? Hareket teorisini niye İbni Sina üzerinden anlatmayasın? Hareketin zorunluluğunu tanrıdan bağımsız kılmadıktan sonra – Yani Gazzali’nin meşhur ilkesini kabul ettikten sonra: “Tanrı Evren’i yarattı.” ilkesinden sonra nasıl yarattı üzerine biz düşünebiliriz. Sıkıntı yok! Birden de yaratmış olabilir, bunu Tanrı’ya dayatamayız. Yavaş yavaş da yaratmış olabilir. O çok sorun değil. Çünkü Bunlar beşeri mülahazalar. Ama ilkece biz varlığa gelen her şeyin varlığını Tanrı’ya borçlu olmasını kabul ettikten sonra Teolojik ilkemiz yerli yerinde durur. Sıkıntı olmaz.
Şimdi Arkadaşlar;
Dedik ki: Ana damar felsefi ahlak. Nedir bizde felsefi ahlak? İlk felsefi ahlak Platon’a kadar geri gidiyor biliyorsunuz. Platon’un 3’lü ruh/nefs taksimatı var. Daha sonra bunu Aristo ve Nikomakhos’a Etik –özellikle önemli İslam Literatürü açısından- ve Eudamos’a Etik kitaplarında sistematize ediyor. Bunların Arapça tercümeleri var. Çok hızlı geçiyorum bunları okursunuz. Kindi, Ebu Bekir Razi, Farabi vb. bir çok meşşai çizgideki filozof bu konuda eserler yazıyor ancak bu konuda doğrudan müstakil ilk metni İbn-i Miskevey yazıyor: Tehzib’ül-Ahlak. Tehzib kelimesi çok önemli. Klasik gelenekte iki önemli işlem vardır:
1) Tecrid: Nazari Hikmet. Bilmek tecrid yaparak olur. İnsan nesnenin bilgisini nesneyi soyutlarak elde eder. Ateşi gözetler, mahiyetini zihnine taşır, ayıklama soyutlama…
 2) Tehzib: Ameli Hikmettir. Fakat klasik gelenek için bu çok önemli: Tehzib olmadan Tecridin bir anlamı yok yani ahlak yoksa nazar olmaz. Amel yoksa İlim olmaz. Bunlar bir öncelik/sonralık sırasına ait değiller. Birlikte vardırlar. Birlikte birbirilerini var kılarlar. Önce ilim mi, amel mi; önce ahlak mı, nazar mı? Yok öyle bir şey; Birlikte! Bu İslam’ın bir ön görüsü değil. Yunan’da da bu böyledir. Yani bu adamların felsefi anlayışları bizim anladığımız anlamda akademik bir gevezelik değil, bir yaşama tarzıdır/biçimidir. Dolayısıyla epistemeyi elde etmek; sadece epistemeyi elde etmek demek değil ona göre yaşamak demektir. Ona göre yaşamak zaten sana epistemeyi verir. Dolayısıyla tehzib ve Tecrid birbirlerini tamamlayan iki süreçtir. Tehzib kelimesini boşuna kullanmıyor. Felksefi ahlak denilen Tehzib ahlakıdır. Thzib, zhb, altınla aynı kökten gelir. Altınlama aslında. Bakır, kalay gibi değersiz şeyleri altın gibi değerli şeye dönüştürme… Simya ile ilişkilidir. Simya deyince biz bugün ucuz metali pahalı metale çevirmek gibi bir şey anlıyoruz. Hâlbuki simya, Mısır’da kurulduğunda bir ahlak öğretisiydi aynı zamanda. Düşük olan İnsan nefsinin de yüksek/kaliteli/altın hale getirilmesini esas alır. Simyanın üç anlamı vardır klasik gelenekte, kökeni Mısır. İlk felsefi sistemdir. Madenlerle ilişkisi sonra siyasi ve ekonomik tarafı ile kuruluyor. Esas itibariyle felsefe ve kozmolojidir. Büyük oranda devam ediyor.
Bu tasavvufta biliyorsunuz: Tezkiye, tezkiyet’ün-nefs. Burada da Tehzib’ül-Ahlak. Tezkiyenin olmazsa olmazı ne? Mükaşefe, müşahede, riyazet vb. yani nefsin tezkiye edilmediyse müşahedede bulunamazsın.
Doğrudan zatla ilişkiye giremezsin…
Yani Kınalızade’nin Ahlâk-ı Alâ’î’sinin omurgası tehzip literatürüne dayanır. Ve burada ilk metnimiz İbn-i Miskevey’in Tehzib’ül-Ahlak’ıdır. Arapçadır ve sadece bireyin ahlakını ferdin ahlakını içerir. Klasik teorik/nazari ve ameli felsefe ayrımı var hala Aristoteles’ten gelen Farabi ve İbn-i Sina’da da.
Teorik Felsefe nedir: Fizik, Matematik, Metafizik. Ameli Felsefe nedir: Tedbir’ül-Ferd, Tedbir’ül-Menzil, Tedbir’ül-Medine -siyaset.
Daha sonra İslam dünyasında böyle bir metin kaleme alınmıyor. Çok ilginç. Nasreddin Tusi (ö. 1267-74); Alamut Kalesi’nde, Hasan Sabbah/İsmaililer grubunca esir alındığı zaman ondan bir ahlak kitabı yazması isteniyor. O da Tehzib’ül Ahlak’ı alıp Farsça’ya tercüme ediyor. Ama buna Tedbir’ül-Menzil ve Tedbir’ül-Medine’yi de ekliyor. Böylece Tusi bizde tehzib geleneğinin en mükemmel formunu üretiyor: Ahlak-ı Nasıri…
Nasıri dediği Alamut Kalesi’nde o dönemde kitabı sunduğu kişinin lakabı. Kendi adı da Nasıreddin Tusi ama oradan gelmiyor. Sunduğu kişiden geliyor. Hakikaten model olarak daha sonra kendi güzergahındaki bütün eserleri belirleyen metni Tusi yazıyor. Tabii Tusi çok büyük bir insan. İslam medeniyetinin 10 büyük isminden biri. Matematik bilimleri yeniden ihya ediyor, astronomi, optik, aklınıza gelecek bütün konularda eserleri var: kelam tasavvuf fıkıh, Şii kelam ve fıkhının kurucusu. O zamana kadar rivayet ve ahbar üzerinden giden Şiiliğe felsefi bir içerik kazandırıyor. Tecrid’ül-İtikad çok önemli Sünnilerin de şerh yazdığı…
Mahmud İsfehani, Ali Kuşçu, Seyyid Şerifler’in vd… Onun ahlak metni de esas metin oluyor. Türkçeye tercüme ediliyor Osmanlı döneminde, İngilizce’ye ve günümüz Türkçesine de çevirileri var… 1500’e kadar Tehzib’ül Ahlak ile alakalı bu büyüklükte bir eser yok.
Peki ne var? Adiduddin İci’nin Sünni gelenekte 1350’deki yazdığı risalesi var. Celaleddin Devvani bir Sünni düşünür olarak İran’da ikinci önemli metni kaleme alıyor: Ahlak-ı Celali… Farsça ve Tusi’nin çizgisini takip ediyor. Ufak oynamalar yapıyor çünkü hem Sünni olması hem de yaşadığı dönem itibariyle felsefenin, kelamın, irfanın aldığı şekli esere yansıtıyor. Bu çok önemli: Klasik metinler bugünkü gibi matbaada basılmıyor. Elbette bugün de önemli metinlerin yazarları son derece hassastır ama gazete türü cümleyi altta yazsan ne olur üstte yazsan ne olur gibi değil. Klasik metinler kelimelerin yerlerinin kolay oynatılabileceği metinler değil. Allah demek ile Rabb demek farklıdır. İhvan-ı Safa metinlerini biliyorsunuz:
Hristiyanlar tarafından istinsah edildiğinde Allah hemen Rabb oluyor. Anlıyorsunuz ki müstensih Hristiyan. Çok ufak terminoloji değişikliği her şeyi değiştirir. Bakacaksınız cümlelerdeki sıralama bile değişik ise başka bir operasyon var demektir. Klasik gelenekte bu böyledir! Matematiğe benzetebilirsiniz. Matematiksel denklemde terimleri değiştirdiğiniz zaman denklemin kendisi değişir. Biraz böyledir. Biz buna “Mantıklaştırılmış Dil” diyoruz. Klasik felsefe dili mantıklaştırılmış bir dil olduğu için, sıra düzeni hem kelime ve hem de cümle ölçeğinde son derece önemlidir. Dolayısıyla Devvani ilk bakışta diyorsun ki: ne yapmış zaten Farsçası var bunun, Arapça yazsa anlayacağım. Öyle değil. Tusi’nin öncelikleri öyle değil, vurguları onun vurguları değil. Meseleyi biraz daha değiştiriyor.
Üçüncü bir eser yine aynı dönemde, Hüseyin Vaiz Kaşifi’nin Ahlak-ı Muhsini’si… Bu da Farsça. Biraz daha işi sulandırıyor :) Bu tehzib çizgisini biraz daha popülarize ediyor: vaaz diline, ibret diline yaklaştırıyor.
Hikmetten ibrete… Hikmet nazarileştirmek demektir. İbret de kamusallaştırmak demektir. Halkın onu anlayabileceği ve ondan ders çıkartabileceği bir şey oluyor. Hikmet ve ibret bu açıdan önemlidir… Şimdi bunları ne için anlattık? Şunun için: Üstad (Kınalızade) bunların hepsini biliyor. Özellikle Tusi, Devvani ve Kaşifi’yi alıp koyuyor önüne ve onlara meydan okuyor! Dedik ya bu dönem meydan okuma dönemi.
Diyor ki: “Ben öyle bir kitap yazacağım ki bu, bu üçünü birleştirecek ve İlam ahlak tarihinde 4. metin olarak fakat hepsini aşan bir metin olarak ortaya koyacağım.”
İddiası bu!
***Sayfa 38 (1. Baskı) bütün isimleri veriyor burada ***Ben öyle bir eser yazacağım ki Zeban-ı Türki-yi Rum üzere -Anadolu’da konuşulan Türkçe.. Çağatayca’yı bildiği için bunu buradan ayırıyor-. Anadolu Türkçesine göre bir eser yazacağım” diyor:
***Bir kitap merkub olaydı ki makasıd-ı hikmet-i ameliyeyi –yani ameli felsefeyi- bi’t-temam cami –tamamen kuşatsın ve kütüb-i selaseye – bu üç kitaba- rabi olaydı – 4. Olarak ona ekleneydi. ***

Şimdi iddia büyük ve bunu yapıyor tabii. Son cümleleri söyleyeyim: Burada Üstad; meşşai, kelami, işraki, irfani, fıkhi, sufi vd. hepsini çorba yapmadan belirli bir dil içinde bir araya getirip Erdem Kavramı etrafında örgütlüyor. Benim kişisel yorumum: Kınalızade’nin aslında burada yaptığı –bunu açıkça söylemese de vahdet-i vücudun özellikle Molla Fenari’nin Misbah’ül-Üns’ini de zirvesine taşımak ve İnsan-ı Kamil anlayışını Fazilet kavramı etrafında yeniden yazması. Bu kitabın amacı: İnsan-ı Kamil olmak! Teehhül etmek: Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak. Bunu erdem, tehzib, fazilet kavramı etrafında yapıyor. Dolayısıyla Anadolu kültürünün üzerine kurulduğu payandalardan biri olan Konevi, Kayseri, Fenari çizgisini esas alan bir perspektif göstermiş oluyor.

DİPNOTLAR



[1] Kitaptan bölümler *** işareti ile ayrılmıştır. Parantez içindeki açıklamalar transkripsiyon işlemini yapanlarca (Enes EVREN) ilave edilmiştir. 26.02.2015. Zaman kısıtı nedeniyle birtakım yazım yanlış/eksikleri olması muhtemeldir. Düzeltmelerin bir kısmı da tarafımca yapılmıştır ve dipnotlar eklenmiştir. Görülen eksiklerin tarafıma bildirilmesi yararlı olacaktır. Muhammet Negiz, mnergiz@live.com.

[2] On Altıncı yüzyıl Osmanlı dünyasının en velud müelliflerinin başında gelen Kınalızâde Ali Çelebi, özellikle başyapıtı olan Ahlâk-ı Alâî isimli eseri ile tanınmaktadır. Bir ahlak kitabı olan Ahlâk-ı Alâî ile Kınalızâde, bir yandan döneminin düşünce dünyasını tafsilatıyla resmederken öte yandan bireylerin kendileriyle, aileleriyle, içinde yaşadıkları toplumla ve devletle ilişkilerini ne şekilde kurmaları gerektiğine dair önemli bilgiler verir. Bu noktada özellikle aşırılıklara dikkat çekerek hem bireysel, hem de toplumsal hayatta bir orta yol arar. Üç ana bölümden oluşan eserin birinci bölümünde bireysel ahlak ele alınır ve erdemler ve bunun zıddı olan "rezilef'ler incelenir. İkinci bölüm "İlm-i Tedbîrü'l-Menzil" başlığını taşır ve aile ahlakı ve muaşeret kurallarına dair oldukça zengin bilgiler verir. "İlm-i Tedbîrü'l-Medîne" başlıklı üçüncü bölüm ise, esas itibariyle bir siyasetname özelliği gösterir. Kendinden önceki ahlak kitaplarını ikmal etme iddiasında olan Ahlâk-ı Alâî, bu iddiasını gerçekleştirmiş, aradan geçen asırlara rağmen Şark ahlak literatürü içerisindeki önemini muhafaza etmeyi başarmıştır. https://www.kitapyurdu.com/kitap/ahlaki-alai--kinalizade-ali-celebi-karton-kapak/94668.html
[3] Kınalızade Ali. Hicrî 916'da Isparta'da doğdu. Türk ahlakçılarındandır. Anadolu kazaskerliği yaptı, kitabını Suriye beylerbeyi Ali Paşa'ya ithaf etti. Hicrî 979'da öldü. Ahlak-ı Alai adlı eseriyle tanınmıştır. Kitabı Türkçe yazılmış ilk ahlak eseridir. Vikipedi.
[4] Tolunoğulları Devleti, 868 ve 905 yılları arasında hüküm sürmüş, Müslüman olan Türkler'in kurduğu ilk bağımsız devlettir. Vikipedi. Ayrıca Bkz: https://islamansiklopedisi.org.tr/tolunogullari
[5] Karahanlı Devleti, 840 - 1212 yılları arasında Orta Asya ve günümüz Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm sürmüş bir Türk devletidir. Bazı tarihi kaynaklarda bu krallık, "İlekhan Krallığı" olarak geçer. Bulunan maden paraların birçoğunda tipik "İlek" sözü vardır. Vikipedi.
[6] Peygamberimiz (a.s.m.) peygamberlikle şereflendiği sırada Sâsâni Devletinin hükümdarı olan Nuşirevân-ı Adil’in meşhur veziridir. Rivayetlere göre, darb-ı mesel olmuş birçok hikmetli sözleri vardı. Döneminde Hindistandan bir takım ilim eserleri getirtip onları Pehlevî diline tercüme ettirdi. Çok uzun bir ömür sürmüş olan Büzürcmehr, Üçüncü Hürmüz bin Nüşirevan zamanında, bir
rivayete göre M. 580, diğer bir rivayette M. 590 yılında vefat etti. https://sorularlarisale.com/buzurcmehr-buzurg-mihr
[8] Arici M., "Adududdîn el-Îcî’nin Ahlâk Risalesi: Arapça Metni ve Tercümesi", Kutadgubilig: Felsefe Bilim Araştırmaları Dergisi, pp.135-172, 2009 (Link)

2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts