[Aksam-ı Hikmet-i Nazariyye] sayfa 43
Hikmet-i mutlakayı nazari ve ameli olarak ikiye taksim
ettik. Hikmet-i Nazariye de kendi içinde üçe ayrılır ve her birinin kendine
göre bir tanımı vardır. Mevcudat-ı hariciye ki insan iradesinin ve ihtiyarının
var olmasında dahli olmayan nesnelerle ilgilidir. Nazari hikmet bunlardan
bahseder. Var olmasında insan iradesinin dahli olmayan nesnelerin bilimi.
Çağdaş bilim-felsefesini de biz doğa bilimleri ve manevi bilimler olmak üzere
ikiye ayırıyoruz. İnsan iradesi ve ihtiyarının var olmasında dahli olmayan
nesneler de ontolojik( varlıkça) aynı ağırlıkta değildir. Mesela Tanrı’ya
bakıyoruz, vücud-u harici. Ayrıca fizik nesnelerine bakıyorsun ontolojik olarak
Tanrı gibi değil ama onun da var olmasında insan iradesinin dışında.
Geometrik/matematik nesneler var. Bunların ise insanın iradesine taalluk eden
tarafları var etmeyen tarafları var. Kısaca, var olmasında insan iradesinin dahli
olmayan nesneler üç kısma ayrıldığı için
üç tür nazari ilim var. Klasik gelenek gözle kurulan bir gelenektir. Teleskop,
mikroskop gibi aletler yok. Gözle gördükleri nesneleri tasnif ediyorlar.
Dolayısıyla klasik gelenekte optik çok önemli bir bilim. Şimdi, denilebilir ki
Tanrı’yı çıplak gözle görebiliyorlar mı? Hayır. Fakat klasik gelenekte görme
bir aklî bir de hissî’dir. İşaret-i akliye ve işaret-i hissiye olmak üzere
ikiye ayrılır. Yani insan içeriden de görür. Aklıyla gördüğünde Tanrı’yı
kendisinin yaratmadığını idrak eder. Gayb nesneler, mahsus değil makul
nesnelerdir. Gaybe iman demek kayıp olana iman demek değil. Hissi olarak
görünmeyene fakat aklî olarak görünene iman etmek demektir. Varlık iki türlü
tecelli eder klasik gelenekte. Bir dışarıya/harici, bir de akla. Akla tecelli
ettiğinde ortaya çıkan nesne alanına gaip nesneler yani makul nesneler diyoruz.
Bu makul nesnelerin idraki işaret-i akliye ya da basar-ı akli ile mümkündür.
Varlığında insan iradesinin dahli olmayan nesnelerin
sınıflandırılması insan idrakine göredir. Madem akli ve hissi olarak ayırdık,
ona göre tasnifi de insanın onlar ile olan ilişkisine göre yaparız. En soyut
olandan en somut olana doğru tasnif yaparız. Tecrit (abstraction) diyoruz biz
buna. Tecrit esas itibarıyla maddeden
arındırmak demektir. Mücerret genellikle soyut diye tercüme ediyoruz, yani
maddeden ârî demek. Akıl, nefis gibi kavramlara da mücerredat deriz.
İlk olarak nesnelerin farklı olduğunu görüyoruz. İkinci
olarak insan idrakinin o nesnelerle girdiği ilişkiye bakıyoruz. Buradaki insan
iradesi ile nesne arasındaki ilişkinin derecesine tecrit( abstraction) teorisi
diyoruz. Bilmek soyutlamaktır, nesneyi
makul hale getirmek,
akla tercüme etmektir.
Bu açıdan
baktığımızda
üç türlü nesne var: Fizik nesneler, matematik nesneler, metafizik nesneler.
Bütün tasnifler buna göre yapılır.
1)Somut-2) orta
soyut- 3)soyut
1)Fizik
nesneler, 2)matematik nesneler, 3)metafizik nesneler 1)Ulum-u süfliye, 2)ulum-u
mutavassıta, 3)ulum-u aliye
------------------------------------------------------------------------------------------
1)Ulum-u
tabiye; Hariçde de zihinde de maddeden müstağni değilse 2)ulum-u riyaziye;
Zihinde maddeden müstağni, hariçde değilse 3)ulum-u ilahiye; Hariç ve zihinde
maddeden ârî ise
[İlm-i ilahi] Sayfa 43
Bir nesne hem idrakin içerisinde hem de dışarıda maddeye
bitişik değil ise bunu metafizik inceler. (idrakimizin dışında demek iki anlama
gelir. Birincisi, fizik anlamda dış. İkincisi, nefsü’l emr anlamında dış) Akıl,
adalet, varlık, yokluk, nedensellik gibi insan aklının genel kavramları buraya
aittir. Madde bir tür eksikliğin/nakısa kaynağı olarak görülmüştür Babil’den
beri. İslam bunu düzeltiyor. Madde Tanrı’nın yaratımı olduğu için pis değil.
Biz de madde, madde olması bakımından pis değil, insan ile ilişkisi bakımından
pis olabilir. Var olmasında insanın dahli olmayan, hâriçde(dışarıda) ve zihinde
maddeden ârî olan nesnelerle uğraşan ilime ilm-i ilahi denir. Madde-i cisim
olduğunda mekân ve zaman devreye giriyor. Yani üç boyutluluk, oluş ve bozuluş.
Eğer bunlar var ise noksanlık da var demektir. İlm-i ilahi’nin nesneleri ise
hem hâricen hem de zihnen bunlardan beridir çünkü oluş-bozuluş yok. Bu
(Metafizik) nesneler sürekli(dâyim ü kâyim) var, zamanda değil yani. Dolayısıyla
bunlar ilm-i ilahi’nin konusudurlar. Meşşai gelenekte metafizik ve teoloji iç
içe girmiştir. Tanrı’yı bir ilke olarak ele aldığın zaman metafizik olur. Yoksa dinin Tanrısı, Hüve olan kişi Tanrı
metafiziğin konusu olmaz. Kelamcılar bile ikiye bölüyorlar ilahiyatı: İlahiyat-ı semi ve ilahiyat-ı akli.
Akli olan bütün insanlığın üzerinde düşünebileceği Tanrı’dır. İlahiyat-ı
semi’de akıl regülatiftir, inşai değildir.
(Mübdi-i Evvel: İlk yaratıcı, Tanrı. Ukul u nüfûs-ı mücerrede: akıllar ve
nefisler)
[İlm-i Riyâzî] Sayfa 44
Buradaki nesneler dışarıda(hariçde) muayyen olmayan bir
maddeye birleştirilirken, zihnimizde bütün maddeden ârî olarak düşünebildiğimiz
nesnelerdir. Mesela daireyi zihinde madde ile birlikte düşünemeyiz. Zihinde
bütün geometrik/aritmetik/cebir/matematik nesneleri herhangi bir maddeye
bitiştirerek düşünmeyiz. Bunun bir örneği yeryüzünde yaşayan bütün insanların
zihni daireyi aynı şekilde düşünüyor. Maddeye bitişik olsa idi aynı şekilde
düşünemezdi. Bu, insan zihninde onun ideal olduğunu gösterir. Ancak hariçte
maddeye muhtaçtır. Matematik nesnelerin muayyen bir maddesi yoktur, fizikten
bir farkı da buradadır. Bu yüzden hiçbir zaman fasıllarını bulamazsın.
Matematik nesneler her zaman tartışma konusu olmuştur. Matematik; Mezopotamya,
Yunan, İslam döneminde hep tartışılmış bir nesne alanıdır. 20.yy da bu tartışma
Russell, Whitehead, Einstein, Heisenberg vb. düşünürlerle devam etmiştir.
Tanrının ilminin matematiksel olduğunu iddia edenler dahi vardır (Molla Lütfi).
Ayrıca Hurufiler mesela Abdurrahman Bistami (ö.1453) evrenin mahiyetini
matematik olarak görür. Kısacası matematik nesneler geçmişten bugüne çok
tartışmalı bir konudur. Matematik nesneler dışarıda(hariçte) olmasına rağmen
nasıl elde edildiği tartışma konusu olmuştur. Temel
aritmetik/matematik/geometrik kavramların insan zihni tarafından dışarıdan
intizâ ve tecrit edilerek elde edilmiştir. Bu iki yöntem ile insan zihni
doğadan matematik nesneleri elde ediyor. Temel geometrik formlar evrende var.
Üç boyutluluk zaten mekânın formu. İnsan zihni oradan intiza ediyor, sonra onu
tecrit ediyor ve ideal geometrik forma dönüştürüyor. Ondan sonra vehim
yetisiyle akıl, dışarıda olmayan geometrik şekiller elde ediyor. Matematik’in
kökü Yunancadır: Mathemata. İki anlama gelir. İlk olarak “orta” anlamına gelir. İkinci olarak ise “talim”, “eğitim” anlamına
gelir. Arapçaya ikisi de tercüme edilmiştir: ilmu’l evsat (ortabilimler) ve ilmu’l
tâlimi. İlm-i riyazi mathemata’nın
tercümesi değil esasında. Riyazi, spor,
pratik demektir. İlm-i riyazi meşşailerin
oluşturduğu bir kavram. Bu kavramı matematikçiler kabul etmez. Yeni başlayanlar
(edva ve mübtedîlere) metafiziğe başlamadan önce matematik ilmini çalışırlardı
Matematik nesneler, soyut ve somut nesnelerin arasında olduğundan, Meşşailere göre
insan zihnini metafiziğe hazırlayan ara bir güzergâhtır. Bunun için oraya
riyazi denmiştir. Felsefi görüşleri matematikçi olanlar ilm-i riyazi kelimesini hiç sevmezler. İlmu’l evsat kelimesini de kullanmazlar çok fazla. İlmu’l talimi’yi kullanırlar genellikle.
Matematik nesneler harici nesnelerdir Kınalızade’ye göre. Taşköprülüzade’nin
Miftahu’s-saâde’sinde tüm matematik bilimler haricidir. Bu çok orijinal bir
görüştür. Bunun nedeni 1250’den sonraki matematik bilimlerine verilen değerle
alakalıdır. Kınalızade de böyle düşünür. Özetleyelim: Matematik nesneler
haricidir. Fakat hariçde gayri muayyen bir maddeye bitişirler. Zihinde maddeden
ârîdirler. İlm-i riyazi derler çünkü metafiziğe geçmeden önce tahsil ettirilir.
İlm-i evsat derler soyutluk açısından orta derecededir.
Şimdi geldi bunun bilgi değerlerine. Matematik nesnelere
ilişkin bilgi yakinidir(kesindir), delilleri katîdir şek ve şüphe
barındırmazlar. Maddeye bitişik olmadıklarından, saf vehim kategorisi içinde
ele alındıklarından dolayı o nesnelere ilişkin bilgi kesinlik, katîlik ifade
eder. Değişim yok çünkü. Matematik nesneler hareketin konusu değildir,
dolayısıyla zamana tâbi değildir. Saf mekândırlar. Zamanı mekâna kattığınız
zaman modern bilim elde edilir. Bizim gelenekte matematik hareketsiz uzayın
bilimidir. Onun için vektörel geometri, analitik geometri, integral, kalkülüs
yoktur. Bunun tek istisnası Arşimet çizgisidir. Bizde ise İbn Heysem. Hareket
kavramını matematiğe katıyor. Logical integrali keşfediyor. Fakat Ömer Hayyam
gibi bir dahi bile ahmak diyor İbn Heysem’e. Ömer Hayyam hareketi hareketsiz
olana katarak matematik ilmini zayıflattığını söylüyor İbn Heysem için. Modern
bilim ne diye özetleyecek olsak öklidyen uzayı harekete gömme işlemidir. O
zaman hemen vektörel, analitik geometriyi kurarsın(Descartes). Differensiyel
integrali kurarsın(Leibniz, Kepler, Newton). Fakat burada matematik
fizikselleştirildiği için artık kesinlik bekleyemezsin. İbn Heysem bunu
yaparken mekân kavramını fizikten kurtarıyor. Tarihte ilk defa mekânı fizikle
özdeşleştirmeyen, geometrik mekân kavramını ortaya koyan isimdir İbn Heysem. Bu
işlere yeni başlayanların doğası kesin olanı almak ister, metafizikte ve
fizikte dahi kesinlik isteriz, zanna kâni olmayız. Yalnız bir yerde madde var
ise kesinlik aramak mümkün değildir. İlm-i
evsat ise dışarıda (haricde) maddeye muhtaç iken, zihinde maddeden
müstağnidir. Bu (ilm-i riyazi) ilim
4’e ayrılır: Astronomi (hey’et), geometri( hendese), hisab ve
mûsikî. Bugün astronomi doğa bilimidir. Mûsikînin de bugün matematikle
alakası yoktur. Astoronominin (Hey’et’in) nesneleri ay üstü dünya olduğu ve
klasik kozmolojide ay üstü dünya maddeden ârî olduğuna inandıkları için burayı
matematik incelerdi. Ay üstü dünya maddeden ârî olduğu için oluş-bozuluş’un ve
değişimin olmadığına inanırlardı. Klasik gelenekte Babillerden beri ilk gelen
matematik ilmi astronomidir. Müzik esas itibarıyla gezegenlerin sesinden
kurulur, yani ilahi olarak kabul edilir. Optik de matematikseldir çünkü ışık ay
üstü dünyadan geliyor.
İntiza: Ayıklamak (extraction) Tecrid: Abstraction
[İlm-i Tabî’i] Sayfa
Zihinde ve dışarıda (hâriçde) maddeye muhtaç olandır.
(fizik nesnelerinin var olmasında yine insan iradesinin bir dahli yok. Zihinde
ve dışarıda maddeye muhtaçtır fakat bu madde muayyen bir maddedir. Evrendeki
her nesnenin muayyen bir maddesi vardır. Bu muayyen madde bizim formumuzdur,
suretimizdir.) Bu ilme ilm-i tabî’î veya ilm-i esfel denir.(Niçin ilm-i tabî’î
denir? Tabiat kelimesi yani füsis Yunancada, evrende/maddede içkin olan bir
güç/enerji olarak kabul ediliyor. Yani hareketin ve sükûnetin ilkesi. Madde
hareket ettiğinde füsis hareket ettiriyor onu. Madde sükün ettiğinde ise füsis
sükûna ermiş
olduğundan oluyor bu. Modern dönemin tam tersidir bu
açıdan. Klasik gelenekte esas olan sükûnettir, hareket arizidir. Evrendeki
hareket her nesnenin doğal yerine girme eylemidir. Modern dönemde ise esas olan
harekettir, sükûnet arizidir. Nesneler bir engel olmadığı müddetçe hareket
etmeye devam ederler modern anlayışta. Burada, sükûnet ancak hareketin
durdurulması ile mümkündür.
İlk dönem kelam metinlerini açtığınız zaman (mutezile ya
da eş’ârî) muhakkak bir bölüm vardır: “fizikçilere reddiye”. Buradaki
tabiatçıları fizikçiler diye tercüme ediyorlar. Hâlbuki fizikçilerle alakası yok.
Evrende özsel gücü kabul etmekle alakalı bir şey, kelamcılar buna karşı
çıkıyorlar. Çünkü özsel gücü kabul etmek demek Tanrının müdahalesine kapalı bir
güç kabul etmek demektir: intellect mesela. Kelamcılar evrende Tanrıdan başka
fail tanımadıkları için buna karşı çıkmışlardır. Kelamcılarda doğa anlayışı
olmadığından doğa felsefesi yerine kelamcıların fiziksel dünyası tabirini
kullanabiliriz. Ama bu onların doğa felsefesi yaptığı anlamına gelmiyor. Doğa
felsefesi Meşşailerin yaptığı felsefeye diyebiliriz. Zihin ve hâricde muayyen
bir maddeye muhtaç olduğu için İlm-i esfel denmiştir. Klasik gelenekte,
kozmolojide iki yön fizikseldir. Günümüzde bütün yönlerin rölatif olduğunu
kabul ediyoruz, evrende yön yok. Klasik gelenekte hiyerarşik bir evren anlayışı
olduğu için ve sudur teorisi gereği aşağısı ve yukarısı sabit iki yöndür. Dünya
da bu evrenin en altında bulunan bir şey demektir. Dünya aşağıda olan demektir
fakat bu değer yargısı ifade etmez, fiziksel bir şeydir. Esfel de bu demektir.
Aslında esfel somut demektir. Ulum-u sufliye’yi bu açıdan baktığımızda somut
ilimler diye çevirmek doğru olur. Klasik gelenekte dünya sabit, evrenin
merkezinde ve fiziksel olarak en aşağıdadır. Atlas feleği ise en yukarıdadır.
[Aksâm-ı Hikmet-i Ameliyye] Sayfa 44
Ameli hikmet de üçe ayrılır. Üç türlü amel var: Ferdin ameli (ilm-i ahlâk) , topluluğun/cemaatin
ameli (ilm-i tedbîrü’l menzil) ,
toplumun/cemiyetin ameli (ilm-i
tedbîrü’l-medîne) Ameli hikmetin nesnesi eylemin kendisidir. Bu kitabın
asıl konusu da ameli hikmettir.
[İlm-i Ahlâk] Sayfa 44-45
İlm-i ahlâk dediğimiz şey çok cüzi bir nesne alanına
taalluk ediyor: kişinin eylemi. Tek bir insandan sadır olan ameldir, başkaları
dikkate alınmaz burada. Bu ilimde kişinin huyunun nasıl bir şekilde iyi
olabileceği ve ne şekilde çirkinlikten uzak durulması gerektiğinden bahsedilir.
Burada kendi cinsiyle olan irtibatı dikkate alınmaz. Yani kişinin ahlakı olur
toplumun olmaz klasik gelenekte. Bir insan tek başına kalsa da huyundan dolayı
sakin veya sinirli vb. olabilir.
[İlm-i Tedbîrü’l Menzil] Sayfa 45
Aslında iktisat/ekonomi anlamına gelir. Bu kısım büyük
ölçekli aile ile ilgilidir. Burada atomik aileden bahsedilmiyor tabî olarak.
Klasik gelenekte hep birlikte yaşanıldığı için büyük ölçekli ailelerden
bahsediliyor. Ehl-i beyt dediğimiz çoluk çocuklardan oluşan, hizmetçilerden
oluşan kişiler ne şekilde birbirlerine karşı muamele edecekler, kısacası ne tür
bir ilişki kuracaklarına dair meseleler ele alınır. Mühim bir meseledir çünkü
yaşama kavramının düzenin sebebidir bu ilim. Aksi takdirde ev hayatında
düzensizlik olur. Evdeki düzeni /tertibi sağlamak için ne tür bir ilişki
kurulacağına dair olan ilme ilm-i tedbîrü’l menzil denir. Bu büyük oranda
menfaate dayanır. İlm-i tedbîrü’l menzil’de esas olan topluluktur ve burada
menfaat esastır. Ahlâkta ise fert esas olduğundan fazilet amaçlanır. İlm-i
tedbîrü’l-medîne’de ise esas olan şehir/toplumdur ve burada da maslahat
amaçlanır. Maslahat yani ilm-i tedbîrü’l menzil’in amaçladığı menfaatler
arasında bir ortaklık arayışıdır. Böylece toplumda bir sulh oluşmuş olur.
[İlm-i Tedbîrü’l-Medine] Sayfa 45-46
Burada geçen Medine kelimesi basit anlamda bir şehir
manasına gelmiyor. Şehirlerden kurulu büyük bir imparatorluğu/ülkeyi dikkate
almak gerekir. Buraya dek anlatılan meseleler çoğunluğun kabul ettiği
şeylerdir. Nasireddin Tusi ise farklı bir şey söylüyor: “İnsan türünün amellerinin maslahatı ve fiillerinin güzelliği toplum
hayatının düzeni ve belli bir istikameti olması için şarttır. Bunu sağlamak
için bir kökü (mebde) olması gerekir. Bu ya tab’dır(füsis) ya da vaz’dır
(Nomos). Fiiller ya doğamızdan gelir
ya da ortaya koyulmuş bir düzeleme ile gerçekleşir. Tusi diyor ki toplum
hayatı belirli bir düzen ister. Bu düzen içinde fiillerimize ve eylemlerimize
bakmak gerekir. İki ölçüt var diyor: ilki doğa, ikincisi ise kanun. İlk
kısım yani doğadan kaynaklananları ayrıntılı olarak anlatan
filozoflardır. Aslında burada klasik ahlâkın fiziğin bir devamı olduğunu
görüyoruz. Bu(doğadan kaynaklanan)
zamanla, mekânla, dinle, milletlerin değişmesiyle değişmez. Bu anlatılan ameli
hikmettir. İkinci kısım ise vaz’dan kaynaklanandır, bunun üzerine muhakkak bir
grup ittifak eder ki buna gelenek, görenek derler.Bu ya ilahi teyidi olan
erdemli bir insanın –ki O Nebi’dir-
ya da veli ve imam gibilerin vaz’ı ile olur. Bu kısma ilahi kanunlar derler.Namus
kelimesi için iki tane rivayet var. Biri Yunanca Nomoi’den geldiğini söylerler.
Bir de Nemese kelimesinden geldiğini söylerler. Nemese derinden gelen gizli ses
demek. İlahi yasalar da ameli hikmet gibi
iç sınıftır. İlki her şahısta o kişiye
has olandır ki buna “ahkâm-ı ibâdât” derler. İkincisi ise nikah ve karşılıklı
ilişkilerin olduğu bir grup ile alakalıdır. Üçüncüsü, bütün ülkeye ve kullara
aittir ve buna hudud-u siyaset derler. Bunun toplamına ehl-i şer fıkıh diye adlandırır.
Tüm bunların kökü vâz’ın
vaz’ıdır. Bu zamanla, mekânla, toplumla değişir. Bu bap hikmetin konusu
değildir (fıkhın konusudur). Filozof
aklına baktığı ve külli
konularla uğraştığı için
toplumun, zamanın,
mekânın
değişmesiyle ortaya çıkan değişiklikleri dikkate almaz. Ama genel açıdan
bakıldığında bu da ameli hikmetdir.”
Kınalızade, Nasireddin Tusi’nin görüşlerini
desteklediğini belirtiyor. Şer’i kanunlar sürekli değişir. Verdiği örnek de
tartışmalı bir konu olan Hz. Adem’in şeriatında kardeşler arasındaki evliliğin
caiz olmasıdır. Böylece hikmetin hem ameli hem de nazari kısmını görmüş olduk.
***
Ders notları için Sayın Murat Fatih Yazıcı'ya teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder