İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-V

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-V



“Hikmet-i ameliyye” aslında hayatı kastediyor. Ahlak, iktisat ve siyaseti kastediyor. Bunu biz sadece mücerred ilim için öğrenmeyiz yani eyleme taalluk etmesi lazım diyor. Matematik öğrenirsin ama hiç matematik yapmasan da olur, onu bilirsin ama ahlakı öğrenince onu yapmadan ahlaklı olamazsın. Niçin? Belki tersine, tahsini efal eylemleri güzelleştirmek ve tekmili âmal fiilleri daha mükemmel hale getirmektir. Öyleyse kısaca; ameli hikmet sadece nazari, teorik olarak bilmek değil aynı zamanda onu eyleme yansıtmaktır. Şöyle ki, elde ettiğin ilim herhangi bir amel meyvesi vermezse bu bizim incelediğimiz konunun dışında olur. Nazari ilimlerin tersine ameli ilimlerde eğer senin bilgin amele, eyleme bitişik değilse amel-i ilmin konusuna girmez. Yani ahlak ilmini bilmek ahlaki bir eylem değildir. Siyaset ilmini bilmek siyasi bir eylem değildir. Bütün siyasetnameleri okudum artık çok büyük bir siyasetçiyim diyemezsin.

Birincisinin yani nazari ilimlerin faidesi, gayesi mücerred ilmi mevcudat (mücerred burada sadece anlamında) yani var olanların bilgisi (fizik var olan -vücudu/mevcudu harici-, mevcudu zihni, mevcudu vehmi) ve mahiyetlerin hakikatlerinin bilgisi (klasik gelenekte bilmek mahiyetleri bilmekti. Özleri bilmekti. Marifet tekillik. Marifet yerine ilim demiyor burada. İlim külliyatı bilmek, marifet cüziyyatı bilmek. Ariflere göre marifet önce gelir, ilim hikayedir. Filozoflara göre de ilim önce gelir, marifet ikincildir.) cins ve fasılı bir araya getirince mahiyeti elde edersin. Yani bir nesnenin mensub olduğu cinsi -mabihil iştirak- ve o cinsten onu ayrı kılan türünü veren özelliğini tespit ettiğinde -mabihil imtiyaz- ve mabihil iştirak + mabihil imtiyaz = mahiyet. Mahiyet mürekkeptir. Mesela bütün kelam kitaplarında yazar: “Allah basittir” yani mürekkep değildir yani mabihil iştirak ve mabihil imtiyaz tanrıda söz konusu değildir. Bazen hakikatle mahiyet aynıdır çünkü bir şeyin mahiyeti hem hakikatidir. Üstat niye böyle yaptı? “Marifeti hakaiki mahiyet” Buradaki hakaiki gerçeklenme olarak düşünebiliriz. Çünkü her mahiyetin gerçekliği yoktur. Anka kuşu bir mahiyettir ancak gerçekliği yoktur. Mahiyet bu sistemde zihni, hakikat dışarıda-harici, dolayısıyla biz her mahiyetin hakikatini bilerek bilim yapmayız. Bazı mahiyetler masal üretir, sanat üretir. Farazidir yani. Ama biz nazari hikmeti tartışıyorduk burada dolayısıyla nazari hikmet: 1-ilimi mevcudat, 2-marifeti hakaiyi mahiyet ile ilgilenmesi lazım. Yoksa anka kuşu gibi farazi nesnelerle ilgilenmek nazari bir eylem değildir. Onu ayırmak için bunu söylüyor, her mahiyetin hakikati yoktur yani. Eğer var olanları bilirsek ve mahiyetlerinin hakikatlerinin bilgisini elde edersek dünyada kemal (tanrının bize verdiği potansiyeli açığa çıkarıp son sınırına kadar getirmektir) mertebesine ereriz. İnsan-ı kâmil esas itibariyle: özü akıl olan insanın aklını son sınırına kadar kullanması demektir. Niçin insanı kâmil eşittir tanrıdır? (Varlığın ilkesi olmak bakımından en yetkin olduğu için. Bir şeyin ilkesi olmak, o özelliği en mükemmel formda temsil etmektir. Tanrı varlığın ilkesidir demek; varlık kavramının tanımının en yetkin formu tanrıdır demek.)

Not: biz tanrıyı insan gibi düşünmek zorundayız, başka çaremiz yok. Razi diyor ki biz tanrıyı nasıl tasavvur ederiz? Teşbih ve tenzih ile. Bize ait olumlu bir sıfatı alırız, mesela bilgi, önce bilgiyi tafdil kalıbına sokarız ve deriz ki tanrı en bilgilidir. Sonra da tenzih ederiz ve deriz ki ama bizim bildiğimiz gibi değil.  Teşbih yukardan aşağıya, tenzih aşağıdan yukarıya. İdrak aşağı indirmek yakalamak demek. Tanrıyı ben idrak ederken de tanrıyı aşağı çekiyorum ve sonra diyorum ki sümme hâşâ beşerî olarak değil. Bu anlayış başka bir dinde yok ve tevhid budur zaten.

Eğer var olanları bilirsek ve mahiyetlerinin hakikatlerinin bilgisini elde edersek dünyada kemal (tanrının bize verdiği potansiyeli açığa çıkarıp son sınırına kadar getirmektir) mertebesine ereriz ve ahirette ise mutlu oluruz. Bu çok iddialı bir cümle. Kemale eren saadete erer mi ermez mi? Yeryüzündeyken ameli ve nazari kuvvetlerini tahakkuk ettirip kemale ermeyen bir insan ahirette saadete erecek mi? Filozoflara göre zinhar ermeyecek.

Düşünen insan nefsi önce bütün mevcudatı hariciyeyi (tüm dış varlıkları, evreni) ve eşyaların mahiyetini (zahirini ve batınını) doğru yöntemlerle ve apaçık delillerle bileceksin, eşyaya yani bildiğin şey her ne ise o şeye mutabık tasavvur formların olacak ve kesin yargılarla idrak sahifesinde bunlar bulunacak. Aynı zamanda her şeyi yok iken yaratan kemal sıfatlarını ve cemal sıfatlarını ve mukaddes eylemlerini ve tenzih ettiğimiz tanrı hakkındaki yargılarımızı bilecek. (Mutabakat ve mistak en önemli iki kavramdır klasik gelenekte. Mutabakat: kafandaki tasavvur ile nesnesi arasında tıpkılık, Mistak: yargının ait olduğu olgu/olaya denk gelmesidir.) ve ukulu mücerrede (melekler olabilir, klasik kozmolojideki akıllar olabilir, mücerred demek maddeye bitişmemiş demek) ve temiz nefisler (yine felekler/nefisler olabilir klasik kozmolojide, melekler olabilir.) yani buraya kadar önce eşyayı bildik sonra tanrıyı bildik sonra ukul ve nefisleri bildik şimdi geldik astronomiye. Çok yönlü felekler, sabit küreler, büyük ve küçük felekler, dönen gezegenler ve dönmeyen (yani sabit yani yıldızlar) ve esir maddesi ve dört unsur(ateş-hava-su-toprak), 3 doğum (madenler, nebatlar, hayvanlar) ve insanı bileceksin o da sana saadeti sağlayacak.

İnsan ki, bütün bu evrende ne kadar farklı kuvvet varsa kendinde topluyor ve nefsi mücerredi var yani aklı, maddi bir cesedi var, yani ara bir formdur. Hem maddeyi hem manayı bir arada toplayan bir camii yani toplayıcıdır.

Demek ki karşımızda bir tanrı ve evren var, biz tanrı ve evreni bileceğiz. Evrende bir tertip, nizam (düzen) var. Bunları gelişigüzel bilmeyeceksin bu tertip ve nizam üzerine, idrak aynasına tab olunmuş ve çizilmiş, cevheri nefsi mücerred (akıl) bu gerçek, kesin resimlerle birleşecek külli bir varlık haline geleceksin. Yani hakikati idrak etmiş olacaksın. Ve sanki alemler senmişsin gibi olacak. Böyle olunca kesin kemalin zirvesine dünyada ulaşıyorsun, ahirette de gerçek bir saadete
Evren, tanrı ve kendin hakkında doğru bilgi (itikat)

(Bilgi bir tür itikattır. Arapçada akıl ile akd -itikat- aynı şeydir.)

Mesela bana dediniz ki hocam bu saati açıklar mısın? Bunu açıklayabilmem için mekaniğe gitmem lazım, fiziğe gitmem lazım. Şu saati açıklayabilmek için o saati mümkün kılan diğer gerçeklik kürelere gitmem lazım. Böyle bir idrak özelliği var. Hiçbir şeyi o şeyin içinde kalarak açıklayamazsın. Bilimsel teorilerde de bu böyledir. Gödel’in tamamlanamazlık (eksiklik) teoremi: hiçbir teori kendi içinde tam tutarlı değildir.

Şimdi evreni yani içinde bulunduğumuz gerçekliği açıklayacağız. Ne diyor platon: içinde yaşadığımız gerçekliği açıklayabilmek için o gerçekliği dışardan kuşatan başka bir gerçekliğe ihtiyacımız var. İdeler dediği bu. Aristoteles diyor ki: gerçekliği içerden kuşatan başka bir gerçekliğe gitmem lazım. Özsel yapılar.

Buradaki yapı ise bu ikisinin sentezidir: içsel gerçeklik gelecek dışsal gerçeklikle mutabakat sağlayacak. Bu Farabi ve İbni Sina’nın dehası. Farabi ile metafizik ve fizik birbirine yediriliyor. Yani ekran ile yazılımın paralel çalıştığını ilk defa Farabi iddia ediyor (maddi güneş yanında manevi güneş gibi). İbni Sina da bunu sofistike bir hale getiriyor.

Sistem bunu çözmeye çalışıyor. Burada çözüm öyle basit bir çözüm değil. Kesin bilgi. Hayatımızı kendisine göre idame ettirdiğimiz yaşadığımız bilgiyi keselim. Onun için ne diyor: itikadi cazım. Yani cezmi, keskin inanç, yakin, apaçık. Buna varmadın mı sofizme düşersin, o bilgiye göre yaşayamazsın. Dertleri bu.

Bedeninden kurtulup madde ötesine, maddeden ari olan (şimdi bile derdimiz bu. Maddenin arkasındaki gerçekliği tespit etmeye çalışmıyor muyuz? Bütün bunlar dönüp dolaşıp bu insan nedir) insan cevherinde olan muteber kemal ki bu da sahih ve sabit bilgileri (kozmik ve ontolojik bilgi) idrak ettin, öyle bir sevinç öyle bir sürur.. Onu vasfetmeye çalışan vasfına yetişemez ve onu açıklamaya çalışan arif onu seyretmekte aciz olur. Bu Allah’ın bir lütfudur ve onu dilediğine verir (ayet). Bu durum akıl lezzetidir ki hukema akıl lezzetinin varlığını ispat etmiştir ve bedenin lezzetinden çok daha yüksek ve yüce, maddeden münezzehtir, biz tanrıdan, tanrısal olandan bir parça taşıyoruz ve bu sayede de akli bir lezzet tadıyoruz ki bu da bizi anlattığı saadete ve kemale erdiriyor.

Burada kastedilen şey esas itibariyle görünüşten, zevahirden hareket ederek arka plan bilgisini elde etmektir (yazılım dediğimiz bu). Bunu elde ettiğin zaman hakikaten evreni görüyorsun. Adam öyle düşünüyor. Peki böyle midir? Burası zaman ister. Biraz böyledir. (Bu işlere ilk başladığımda bilinmesi gereken ne çok şey var demiştim. Hep kavram kavram.. Bir süre sonra o kavramlar arasındaki ilişkileri tespit ediyorsun ve diyorsun ki o kadar çok kavram yokmuş, onları indirgiyorsun, bir süre sonra da hepsinin aynı kavramın farklı adları olduğunu fark ediyorsun.)

Şimdi dünyada olup bitenleri, bazı kültürleri nasıl öngörüyorlar? O yazılım dediğimiz hadiseyi iyi bildikleri için. Bu adamların dediklerini biz tecrübe etmediğimiz için bize çok afaki geliyor falan.. öyle değil. Gerçekten bilgiyi tasavvurları mefhumlarıyla yargıları da mistaklarıyla bilirsen bir süre sonra olup biteni öngörüyorsun. Bilgi zaten bir öngörme işidir. Çıkarım böyle. Bu yüzden bildikçe konuşman azalır.

Aksamı hikmeti nazariye ve aksamı hikmeti ameliye

Akıl fonksiyonu itibariyle ikiye ayrılıyor: nazar ve amel. Bu sebeple hikmette nazar ve amel olarak ikiye ayrılıyor.
·         Nazari olanlar: metafizik – matematik – fizik
Bütün taksimat nesneye göre yapılır ve ölçü de soyutluk-somutluk ilişkisidir.
·         Ameli olanlar: ahlak   iktisat    siyaset
Kişi sayısı ile alakalı. Birey, fert – ahlak. Cemaat, topluluk – iktisat. Cemiyet, toplum – siyaset.

***
Ders Notları için Sayın Naile Hajjar'a teşekkür ederim.
****
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts