Özet: Kınalızade'nin kısa biyografisi, Ahlak-ı Alai kitabının önemi,
16. yüzyılın hususiyetleri, bu tarz kitapların yazılma sebepleri ve
fonksiyonları, Bahsi Evvel'in konusu, bilgi-
eylem ilişkisi, erdem ahlakının özellikleri, itidal teorisi, mizac teorisinden
bahis, ahlak kelimesinin kökeni, hal-meleke ayrımı, tabi-vazi ayrımı.
Kınalızade'yi, anlatmıştım size,
hatırlıyor musunuz? Rütbe alamayınca gidiyor Ebu Suud'a, "illa birinin
adamı mı olmak lazım, işte bunlar benim çalışmalarım" diyor. O dönemde
Çivizade ve Ebu Suud iki ayrı okul: Çivizade anti-İbn Arabici, Ebu Suud ise İbn Arabi'yi olumlayan diyemesek
bile daha flexible, daha yumuşak bakan bir okul.
Kınalızade, Semaniye ve
Süleymaniye Medreselerinde hocalık yapıyor, o dönemin en önemli okulları.
Kadılık yapıyor. 21 Ocak 1572'de vefat
ediyor. Oğlu Hasan Çelebi de meşhur Tezkire
yazarı, şairlerin biyografilerini yazan bir kişi. Kınalızade'nin 1510 ile 1571
arasında yaşadığına göre, 61 yaşında vefat etmiş. 10 türkçe 27 eseri var
Kınalızade'nin ama bu eserlerin hepsi hacimli değil
Bu dönem, Osmanlı ve Türk
tarihinin en önemli dönemi çünkü bugünkü
Türk dediğimiz hadise bu zaman diliminde inşa ediliyor. 'Ben idraki' ya da Türk
kimlik bilinci, kendilik bilinci 16. yüzyılda ortaya çıkıyor. Türkler, ilk kez
bu dönemde yaptıkları işin istisnai bir iş olduğunu fark ediyorlar. Kendi
yaptıkları iş üzerine bir tefekkürde bulunuyorlar. Henüz 1503'de yani Kınalızade
doğmadan 7 yıl evvel Türkçe orduda ve bürokraside hakim dil haline geliyor. Bir
Türkçecilik var. İbn Katip, Sinan el Konevi, Seydi Ali Reis gibi isimler Türkçe
eser yazıyorlar ya da eski klasik İslam
eserlerini Türkçeye tercüme etmeye başlıyorlar. 16. yüzyıl aynı zamanda entelektüel olarak da Osmanlı'nın en önemli
dönemi. Bu dönemde coğrafyada İbn Katip, Seydi Ali Reis, Piri Reis; astronomide,
Takiyüddin Rasid, Gelibolulu Ali; edebiyatta Fuzuli, Baki; fıkıhta Çivizade, Birgivi,
İbn Kemal, Taşköprüzade gibi önemli
figürler var.
Bu yüzyılın bir diğer önemli özelliği ise
yavaş yavaş bir değer bunalımının ortaya çıkması. Zenginleşen devlet, güçlenen
kültür, artan maddi zenginlik ve nüfus artışlarıyla birlikte yavaş yavaş bir değer
bunalımı yaratıyor. Bir de, tabii, mülazemet sistemiyle Osmanlı toplumu
özellikle entelektüel olarak içe kapanıyor. Mülazemet sistemi dışarıdan gelen
ilim adamlarına kapıyı kapatıyor. Fatih döneminde herkes dışarıdan geliyordu
ama Osmanlı artık kendi entelektüel sistemiyle kendi değerlerini üretmeye
başlıyor. Mülazemet sistemi bürokrasiyi
ve sistemi düzene koyuyorsa da bir kapalılık yaratır. Bunları şunun için
söyledim: 16. yüzyıldaki bu hafif tertip değer bunalımı ahlak kitaplarının
ortaya çıkmasının da nedenidir. Durup dururken ahlak kitapları yazılmaz.
soru: Entelektüel olarak en
yüksek olduğu dönemde tıkanıklık var.
cevap: Hep öyledir. İbn Sina
zirvedir ama klasik inşa döneminin de sonudur.
Bu dönem aynı zamanda terkip
dönemidir; Meşşailik, sufilik, irfan, kelam, İşrakilik dahil hepsi vardır.
Taşköprüzade'nin eserlerinde ilginç bir şey gördük: Dönemin bütün entelektüel
hareketlerini dikkate alarak bir dil geliştirmeye çalışıyor. Yani irfanı da
meşşailiği de kelamı da dikkate alıyor. Bunu yaparken de çorba yapmıyor,
hepsini torbaya koymuyor; bir üst dil kurmaya çalışıyor. Bunu şöyle
açıklayalım: Diyelim ki madde hakkında bir formül oluşturulacak.
Meşşainin ayrı kelamcının ayrı bir kanaati var, ben hepinizi dikkate alıyorum
ve diyorum ki hepinizi şöyle bir formülde birleştirebilirim. Bu formülde siz
merkezde olursunuz, diğeri ikinci planda kalır ama ikisi de dikkate alınmış
olur. İbn Sina da öyle bir yapıyor ki bazen Mutezile merkezde Aristotelescilik
ikinci plandadır, bazen de tam tersidir. Terkip bir kez kuruldu mu, söz söyleyecek
herkes o sözü dikkate almak zorundadır. İbn Sina'dan sonra kim konuşursa
konuşsun, İbn Sina'yı dikkate almak zorundalar.
Biraz daha açalım: Bir felsefe
bilim sistemi niye kurulur? Anlamlandırmak için. Bana bir gözlük lazım, değil
mi? Bu gözlüğün de tutarlı olması ve
açıklayıcı gücü olması lazım. Yani tutup millet neden Aristotelesçi
oldu, insanlar durup dururken Aristotelesci ya da Meşşai olmaz. O dönemde çok
gözlükler var. Biri geometri biri aritmatik, eşarilik, mutezilik... İbn Sina
diyor ki bu kadar gözlük insanın gözünü bozar, biz bu gözlükleri azaltalım.
Öyle bir sistem kuralım ki, onun açıklama, çözme, anlama ve anlamlandırma gücü
olsun diyerek oturup yeni bir gözlük yapıyor. Bununla varlığa da, Tanrı'ya da
bakabilirsin, kelamın yaratma problemini de açıklayabilirsin, kadim kültürden
gelen sudur teorisini de açıklayabilirsin. Yani İbn Sina'da Mimar
Tanrı da var Yaratıcı Tanrı da
var sudur teorisi de var. Ya da mesela tıp: Gidiyorsun, Uygur tıbbına göre
tedavi ediyor, öbürü Mezopotamya, öbürü Galen öbürü Hipokrat. İbn sina diyor bu
kadar karışık olmaz, bir içinde tüm bunlar olan bir terkip kuruyor. Bu iyi mi
kötü mü ayrı bir konu ama sistemi öyle kuruyor.
Çatışmaları gidermek bir kültür
için iyi midir kötü müdür? Bence iyi değildir. Her şeyi çözdün mü hareketi
ortadan kaldırırsın.
Bütün terkipler çatışmaların
başlangıcıdır çünkü tüm terkipler gergindir, bir sonraki dönemin problemlerini
içinde taşırlar. Bir terkipin başarısı kendinden sonraki doğurganlığıyla
ölçülür, "ne kadar sorun yarattı?" diye sorulur. İbn Sina düşüncesi o
kadar sorun yarattı ki, klasik İslam düşüncesi hep bu sorunlarla uğraşmak
zorunda kaldı.
Bu dönemde Kınalızade ahlak
kitabını yazarken İslam medeniyetinin çok ciddi bir tecrübesi var. Farabi, İbn
Sina, İbn Miskeveyh, Gazzali, İbn Arabi'nin irfani ahlak anlayışı, Mevlana ve
benzerlerinin sufi pratik ahlak anlayışı var. İci'nin yazdığı metinler
var. Dolayısıyla üstadın derdi tüm
bunları bir yerde birleştirmek, "irfani, sufi, meşşai ve kelami ahlak
nasıl bir araya getirilebilir?" sorusunu yanıtlamak.
Zaten 16. yüzyılın en büyük
sorusu budur: Tüm bu okulları bir arada ele alabilir miyiz? Hatta hatta
gelenekler, moral değerler, günlük hayattaki toplum içindeki cari moral
değerleri nasıl ele alabiliriz sorusunu görebilirsiniz. Ama çorba değil belli
bir sıra düzeni içinde olması gerekir. Burada da bir omurga vardır: Bu omurga
erdem ahlakıdır. Kökleri aristotales'te olan bu ahlak anlayışının İslam
dünyasında üç büyük temsilcisi vardır: Nasreddin Tusi'nin Ahlak-ı Nasıri adlı felsefi ve dini ahlak ağırlıklı kitabı,
Celaleddin Devvani'nin Ahlak-ı Celali'si,
ki bu kirap Tusi'nin dini ve felsefi ahlakının muhtevasını geliştirerek
içerisine işrakilik ve sufilik katar; sonra Hüseyin Vaiz el Kaşifi'nin Ahlak-ı Muhsini'si daha çok dini
niteliklidir. Üstad'ın yaptığı ise hepsini birleştirmektir.
Ahlak-ı Alai'de kullanılan farklı kaynaklara baktığımız zaman, atıf yapsın yapmasın elliye yakın metin var. 1236'da başlayıp 1572'ye kadar yazılan
metinler de elliye yakındır, bunların pekçoğunu kullanıyor. Eser Semiz Ali
Paşa'ya sunuluyor. Ali ismi oradan geliyor, cinas yaparak hem kendi adını hem
sunduğu paşanın adını kullanıyor. Şam'da başlıyor yazmaya, eseri okuyup
tartıştığı isim de Gelibolulu Muhsin.
Enteresan bir metin olduğunu
söylemiştim, hemen hemen her türlü ekol var içinde ama omurgası erdem (itidal)
öğretisi. Ama zühd de var en nihayetinde, yeri geldiğinde kız çocuklarının eğitimi üzerine de konuşabiliyor
mesela.
Çok nüshası var, Alai nisbesiyle sırf bu eseri istinsah
ederek geçimini sağlayan insanlar var. Ders kitabı olarak okutuluyor, ulema
okuyor, Saray'da okutuluyor. Padişah için hazırlanmış özel nüshaları var.
Sultan II. Mahmud nüshasından bahsetmiştim. Dili ağır bir dil, Türk-i fasih
üzere yazılmış. Gelibolulu Ali çünkü Türk-i fasihi savunuyor. Bu dönemde dil
kullanımı noktasında ki tartışmalar Türk-i basit ve Türk-i fasih üzere
ayrılmıştır.
Bu tür kitapların gayesi, Osmanlı'nın
siyasi ideolojisi olan nizam-ı aleme ahlak
açısından destek vermektir. Nizam-ı alem, Usul-ü fıkıhtan ödünç alınmış bir
kavram olup aslında toplumsal düzen demektir. Yoksa bizim milliyetçi
arkadaşların öngördüğü dünya hakimiyetiyle ilgisi yok, o ikincil anlamdır. Bütün
hukuk ve fıkıh nizam-ı alem içindir. Alemde,
toplumda bir düzen olması içindir.
Giriş kısmındayız henüz. Burada insan nerdedir? Kınalızade'nin
anlayışında, Yunancada "metaksu" dediğimiz, ortada olan bir
varlıktır. İnsan, madde ve manayı şahsında birleştiren, unsur-u camiidir. Yani bütün unsurları toplayan berzah-ı camidir, toplayan alemdir. İnsanın
bedeni madde tarafı akıl ise mana
tarafıdır. İnsan da ortada, arada bir yerdedir. Her şey burada kurulur. Tabii
anlayış onun icat eddiği bir şey değil
neticede. Ama bunu kurarken örnek kişi ne Aristoteles ne Platon, Hz.
Peygamber'dir örnek şahsiyet. Misak, ahlakın mümessili Hazreti Peygamber'dir
çünkü erdem öğretini en iyi uygulayan Hazreti Peygamber'dir.
Elbette böyle söylemesinin meşrulaştırıcı
işlevi de vardır. Piyasada portakal çoksa, onu satmak için portakal hadisi
uydurmak işe yarar, "portakal yiyenin çocuğu güzel olur" dersen daha
çok satar, şimdi de farklı değil, "portakalda c vitamini var,"
dersin, satar. O dönemde meşrulaştırıcı dindi, bugün bilim.
Din ü devleti ikiz kardeşi gibi
görür bizimkiler. Nihai amaç da emniyettir. Eman ve amanı birlikte nasıl
kurabiliriz sorusunu yanıtlamaya çalışmak Gazzali'nin vurguladığı bir şeydir.
Eman maddi güvenlik iken aman manevi güvenlik anlamına gelir. Kınalızade de bunun peşinde zaten. Eman
olmadan iman olmaz. İnsan vücudu tehlike içindeyken bu tür şeylere dahil olmaz.
E, tabii bir de adalet.
İslam'ın üç önemli ilkesinden
biri de adalettir. Bu adalet yalnız erdem öğretisinde değil, Türk ve İran
devlet geleneğiyle zenginleştiriliyor. Orada da büyük bir siyasi tecrübe
olduğundan, öyle görüyorlar olayı.
Nihai amaç teellüftür yani Allah'ın
ahlakıyla ahlaklanmak. Yine tasavvufla
birleştirilmiş ahlakın bir amacı da insanı var iken yok gibi yaşamaya
alıştırmaktır. Yani burada Osmanlı'nın ulaştığı ekonomik -maddi güçle de
alakalı, çünkü lüks yaşama ve tüketim kültürü artıyor. 1555'ten sonra gelen
bütün seyyahların tipik türk tip etli butlu hafif şişmandır. Şiirlere de
geçmiştir, genelde Türk kadınları balık
etli tombiş olur çünkü şerbet kültürü çok gelişiyor, 150 kadar şerbet var. Bir
de et ve ekmek kültürü. Ekmek et-mek'ten gelir. Türkler et yerler, eti
kuruturlar ve yerler. et-mek, ekmek oluyor. Tabii çünkü Anadolu'da bizimkiler tarımı
öğreniyor. Et kültürü bizde hala çok yaygındır.
Bu tür ahlak kitaplarının
vurguladığı da, var iken yok gibi yaşamaya nasıl alıştırabiliriz insanları
sorusu üzerinedir. Bugün ise yok iken var gibi yaşamaya alıştırılıyor insanlar,
"al taksitle, ölünce ödersin," diyorlar.
Tasavvufun esas vurgusu budur. Biz
tasavvufu post olarak görüyoruz. Aslında bir fikri anlamak için neyi
reddettiğine bakacaksınız: Tasavvuf neyi giymeyi reddediyor? İpeği, altını...
Yani şehiri reddediyor. Şehir yaşamı çürütüyor çünkü. Bunu bütün mezopotamya'da
herkes söylüyor. Şehir çürütür, erkeği kadınlaştırır, kadını erkekleştirir: Şehrin
özelliği budur. İnsanlar yeni şeyler denemek isterler, her şey hizmetçilere
parayla yaptırtılır. Her zenginin hizmetçisi olur, sen hayattan koparsın. İbn
Haldun: "İnsanları kıtlık zamanında öldüren açlık değil, alışmış oldukları
tokluktur," diyor. Kınalızade'nin asıl amaçlarından biri de budur, var
iken yok gibi yaşamak.
Sahabeden, Ebu Zerr, döneminin
ilk on zengininden biridir. Fakir bir adam, zenginliği kötülese etkili olur mu,
ciddiye alınır mıydı? Uzanamadığı mala tu kaka diyor denirdi. Ebu Zer ise o
kadar zengin ki, zenginliği kötülüyor ve her an vazgeçebiliyor. Niçin? Peygamber
böyle yaşamadı ki diyor, mala tapmayın, malı öne geçirmeyin diyor. O kadar
şedid oluyor ki, insanlar arasında fitneye sebep olduğu için Hz. Osman onu
Medine'den sürüyor. O nedenle, var iken yok gibi yaşamak öyle kolay iş değil,
deneyin isterseniz. Bu tür ahlak kitaplarının da bir özelliği de budur,
özellikle tasavvufi olanlar, bu vurguya sahiptir. İnsanlar telef içerisinde, lüks
içerisinde yaşamamalarını sağlamaktır.
Soru: Bu amaçla yazıldı dediniz
ya, bu halka ne kadar yansıyor? Halkın okuma yazması ne kadar var?
Cevap: Bu kitaplar halka okutuluyor,
vaaz sistemi bugünkü gibi değil,
ulemalar bugünkü gibi değil.
Ebu Suud Efendi camiiye gidip menakıb anlatıyor. Mesela Bostan ile Gülistan, menakıb kitabıdır
ve özellikle doğu medreselerinde ahlak kitabı olarak okutulur. Biz geleneği çok
hafife alıyoruz. Bilginin dolaşımı ve bilginin toplumsallaşması, oryantasyonu
müthiş bir mekanizmayla sağlanıyor. Bizim köyün örneğini veriyorum hep: Bizim
köy dağda, sahilden 40 km içerde, son köy, medresesi de var.
Her Cuma gecesi,
okuma meclisi var, kadınlar ayrı erkekler ayrı. Rahmetli annemin okuma yazması
yoktu ama bilmediği yoktu. Sana bir siyer anlatsın... Çünkü kırk yıl boyunca
Ahmediye okumuşlar, Muhammediye okumuşlar, Kara Davud okumuşlar, Kadı İyaz, Battal Gazi Destanı okumuşlar,
ezbere biliyordu. Hurafelerle çevrili ama ona o lazım. Dolayısıyla, bu tip
kitaplar da hem bunları anlatanlar hem de tasavvuf kültürü ve okuma
pratikleriye halka sinmiş. Halkın irfanı da buradan geliyor, doğuştan değil.
Pratize edile edile yerleştirilmiş.
Bizim kültürün özelliği, refahın
yaygınlaştırılması ve paylaştırılması
ilkesine dayanır. 623 yıllık divanda hiç değişmeyen iki madde vardır: Umur-u
askeriye, umur-u fukara. İç ve dış
güvenlik ile fakirlerin durumu. Unutmayın, zinadan Osmanlı'da benim bildiğim 1
kişi recmediliyor ama idam edilen fırıncının haddi hesabı yoktur. Ekmekle
oynatmaz Osmanlı. Tarım toplumunun temel besin maddesi ekmektir. Ekmekle
oynayan doğrudan ipe. Halbuki açıktan hırsızlık yapsa cezası bellidir ama
burada örfi hukuk uygulanıyor. Topluma zarar veren hemen idam edilirdi. Ekmeğin
gramajıyla oynadığı için çok fırıncı asılmıştır.
Kapitalizm böyle bir yerde olmaz aynı şekilde sefillik de olmaz. Bir yerde
mutsuz insan varsa mutlu insan vardır, ölen varsa yaşayan vardır, kapitalizm
böyle çalışır. Herkesin mutlu olduğu yerde kapitalizm çalışmaz. Amerika'nın nüfusu 300 milyon, 40 milyon evsiz var. Ama
bunu istemiyor Osmanlı. Hatta sırf Osmanlı değil, bütün klasik devlet
gelenekleri, elden geldiğince refahı yaygınlaştırırlar. Bu da sermaye
birikimini engeller. Bir İngiliz'in yazdığı Çorba
Kardeşliği kitabında diyor ki, Budin'de doğan biri hangi dinden,
cinsiyetten ve sınıftan olursa olsun ortalama 63 yıl bedava yaşayabilir. Çünkü
imaretler kim olursa olsun herkese üç gün bedava olarak size bakmakla
yükümlüdür. Budin'den Edirne'ye giden
birisi her imarethane de 3-4 gün geçirse 63 yıl hiç çalışmadan yaşanabiliyor.
Buna da Çorba Kardeşliği diyor.
Böyle bir sistemde de sermaye ve
birikim olmaz, sürekli dağıtılıyor çünkü refah. Osmanlı'da ölçüsüz zenginleşme
izni verilen tek kesim, üst sınıf bürokratlardır. Yavuz ve Kanuni'den sonra
kurumsallaşan bu sınıf toplasan 250 kişidir. Kapitalizm yalnız üst bürokraside vardır; yaptığın iş
kadar, başarın kadar ödüllendirilirsin. Ölünce de malları müsadere edilir çünkü
o çocukların hakkı değil. Yine de çocuklarını aç bırakmaz Osmanlı. O parayla da
vakıf kuruyorlar, fakirlere tekrar yayıyorlar. Mesele, refahı elden geldiğince
yaygınlaştırmak, insanları daha yaşanılabilir bir hayat sunmaktır.
Bahsi evvelde ne anlatıyor üstad?
Büyük oranda hikmetin konusu nedir, hikmet-i nazariye ve ameliye ayrımı
yapıyor. Şunu bilelim, klasik anlamda hikmet ya da felsefe belli bir bilgiyi
elde etmek ve ona göre yaşamaktır. Bugünkü anlamda saf bir entelektüel faaliyet
değildir, akademik gevezelik kesinlikle değildir. İnsanlar bir bilgi elde
ediyorlar, bu epistemedir, burhani bilgidir, nedenli bilgidir: hem niçini hem nasılı
birlikte veren bilgidir. Bu bilgiyi elde edeceksiniz ve buna göre
yaşayacaksınız.
Bilgiyle amel arasında zorunlu
bir ilişki var mıdır? Yunan'dan gelen erdem öğretisine göre vardır, sufi geleneğe
göre yoktur. İlminize göre amel edin elbette, bu durum bu anlama gelmiyor.
Burada mesele, zorunlu, özsel, essential bir ilişki var mı yok mu, bunu
tartışmasıdır. Nicomakos'a Etik'te Aistoteles diyor ki, "hırsızlığın yanlış
olduğunu bilen biri zorunlu olarak hırsızlık yapmamalı", ama yapıyor.
Yunan düşüncesi bunu izah edemiyor, bir sürü numara yapıyor. Sufi ve
kelamcılarda yok böyle bir şey ama eylem öğretisinde var tabii.
İlmiyle amel etme gereği
başkadır, zorunluluk başkadır. İcabi değil, ihtiyari ama bu ihtiyar teşvik
edilir. Elbette ilminle amel edeceksin, sadece ahlakta değil, bilginin bile
gelişmesi için: Matematik okudun, pratik yapmazsan unutur gidersin. Fakat
zorunlu değil. O onu, zorunlu olarak doğulmaz. Bu Yunani bir anlayıştır.
Kelamcılar ve sufiler böyle
düşünmez. Yaratıcı ahlak düşüncesi tasavvuf üzerinden ilerler. Bireyi merkeze
alır. Sufi insan merkezli olduğu için
orada daha yaratıcı bir ahlak anlayışı var. İnsanın iradesine daha açık. Öbürü
çok mekanik çünkü bu ahlak anlayışı fizik biliminin bir devamıdır. Mizaç
teorisine dayanır. Mizaç ve akıl ilişkisinin bir sentezi. Aklın iki gücü var: Ameli
ve nazari. Nazari ile ameli gücü kontrol
ettiğimizde buradan ahlak çıkıyor. Yoksa akıl tek ama bu ayrımlar fonksiyonları
itibariyledir. Nazari yukarı doğru çalışıyor ameli aşağı doğru. Nazari akıl
soyut gerçeklikle ilişki kuruyor, aklın aşağı kısmı ise bizim mizacımızdan,
karışımımızdan kaynaklanan doğal, tabii güçlerimizi kontrol ediyor. Acıktık, ye
babam ye, akıl diyor ki, bu zararlıdır, dur.
Aklın, nefsi tedbirine ahlak
denir. Akıl tefekkür eder fikir olur, tedebbür eder tedbir olur. Tedbirü'l-ferd
yani bireyin yönetilmesi, ahlakın diğer adıdır. Neye göre; hayıra göre. Hayır
nerden geliyor; akıldan.
Bizim yaptığımız şey, akılla
maddeyi kontrol etmek. Bu kontrolü itidal üzre yaptığında, ahlaklı oluyorsun.
İfrad ve tefride düşmeden ortada tutmak. Hiç yememek tefriddir, çok yemek
ifraddır, ortası itidaldir. Tabii bu matematik orta değildir, herkesinki
kendine göredir. İki metrelik adamın iki porsiyon yemesi normaldir ama ufak
tefek birinin bi kuzu çevirmesi doğru değildir.
Adaleti eşitlikle
karıştırıyorlar. Bir karikatür var: pozitif ayrımcılık budur ve adaleti sağlar.
Bilmiyorum siz masal ve
efsaneleri ne kadar okuyorsunuz, uydurma hadislerde de bu çoktur, fazla değil
2300'lerden itibaren dünyada kadınlar hakim olacak. Tüm büyük sistemlerde
verilen kıyamet alametlerinden biridir. Yalnız İslam'a has değil, Hint geleneklerde
de böyle. Belki daha önceden böyle bir
tecrübe var. Evren sürekli yeniden karılıyor, belki böyle bir tecrübe var,
bilemezsin yani. Şimdi dini anlayışa çok aykırı ve mitolojik ama bizde önce
erkek sonra kadın yaratıldı, denir. Ama evrim teorisinde önce kadın sonra
erkektir. Erkek, kadının bozulmuş formudur. O nedenle kadında sırf kadın kromozomu vardır, erkekte ikisi de
vardır. Neyse, buraya girmeyelim (Gülüşmeler). Bu tevhid inancına zarar vermez.
Piramityen düşünüceksiniz. Bu
şizofrenik bir şey değil, bilginin tabiatı böyle. Her bildiğiniz her yerde
anlatılmaz. Hazreti Peygamber her bildiğini anlatıyor muydu insanlara? Kafayı
yer insanlar. Gazzali, Fahreddin Razi anlatıyor muydu? Epistemolojik şizofreni
ile ontolojik şizofreniyi karıştırıyoruz. Bilginin gökdelen gibi kat kat olması
lazım. Çocuğuna her şeyi anlatıyor musun? Çocuğa başka anlatırsın, öğrencine
başka anlatırsın.
Mutluluğun anahtarı epistemolojik
şizofreniden geçer. Bu havas- avam ayrımı değil. Çünkü yalnız bir ayrım yok.
Ayrıca ontolojik tevazu ile epistemolojik tecazuyu da birbirne karıştırmayın.
Ontolojik olarak hepimiz Allah'ın yarattığı kullarız, tarağın dişleri gibi
diyor Hazreti Peygamber. Ama epistemolojik
eşitlikten bahsetmiyor. Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz diyor,
bilenlere veririm diyor.
Bak gördün mü, eşitsizlik başladı. İnsanlarda
eşitsizliğin kaynağı bilgidir. Biliyorsan biliyorsundur, tevazuya gerek yok.
Ama efendim ben özel yaratıldım, hadi git ordan. Ölüm herkesi eşitler. Sıfır
gibidir. Ölüm çarptı mı kral da sıfırdır köylü de. Ama bilgi öyle değil. Ama
Aristotales de İbn Sina da hiç sıfır olmadı. Hala yaşıyorlar. Bilgi ölmez
çünkü. O nedenle epistolojik tevazu olmaz. Burda biri kriz geçirse, doktor var
aramızda, saklıyor kendini, "şimdi söylesem yanlış anlaşılır", olur
mu öyle.
Tevazu biraz yerini bilmek demektir.
Şimdi aklın nazari ve ameli
ayrımı fizikseldir. İlimler de buna göre ayrılıyor.
Ameli ilimler üç tanedir:
ferdin idaresi (ahlak),
ailenin idaresi (ekonomi),
toplumun idaresi (siyaset).
Yani ahlak bireysel bir şeydir, toplumun ahlakı olmaz. Bireyin idaresinden
fazilet ortaya çıkar, diğer ucuna ise rezilet diyoruz. Ailenin idaresinden
menfaat, toplumun idaresinden maslahat ortaya çıkar. Aile derken çekirdek
aileyi kast etmiyorum, büyük aile, topluluk kast ediliyor, aşiret veya kabile
olabilir. Her topluluk kendi menfaatini önceler, faydayı arar, zarardan kaçar.
Yani aile içinde önce çekirdek aile önemsenir. Zekatta bile böyledir, önce
yakından başlarız. Ama toplulukların menfaatlerini toplumda maslahata
dönüştürüyoruz. Maslahat, menfaatler arasında çatışmayı giderecek ortak
noktadır. Sulh yani. Menfaatinden vazgeçmeyen topluluklar, Türkiye'de
maslahatın inşasına engel oluyorlar. Dini ve seküler cemaatler, partiler kendi
menfaatleri üzerinden gidiyor, bunu dayatıyor, tasallut ve tahakküm ortaya çıkıyor,
kavga oluyor. Halbuki senin de menfaatin
var benim de, bunun ortasını maslahata çevirmemiz lazım. Son dönem olaylarının
nedeni bana kalırsa, budur. Fetöcülük bir zihniyettir, çok fetöcü var aramızda.
O grup gitti başka gruplar var şimdi, boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Bu zihniyetin
en önemli özelliği, kendi menfaatini topluma maslahat diye dayatmaktır, kendini
toplum yerine ikame etmek, toplumun değerlerini dikkate almamaktır. Bunu herkes
yapıyor. Ben bunu görüyorum üniversitede. O gitti başka biri geldi, onlarla
kavga ediyoruz.
Hepimizi aşan bir ilkeler
bütününe göre hareket etmemiz lazım. Bu maslahatın beni de aşması lazım seni
de. Örneğin, herkes kendi Türkçesini hakiki Türkçe diye bana dayatıyor. Bir
fıkra vardır: Temel edebiyat öğretmeni olmuş, geliyorum fiilini çek demiş
öğrenciye, Doğulu öğrenci çekmiş beğenmemiş, Egeli öğrenci çekmiş beğenmemiş, e
be bi celiyrum diye çekemeysunuz demiş. İşte bu
bir dayatmadır. Biz neden hepimizi aşan bir gramer icat edemiyoruz. İstanbul
Türkçesi böyleydi. Halbuki herkesi bırakalım keyfine göre yazsın o zaman,
anlaşabilir miyiz? Anlayaşamayız ki. Ne kadar bilirsek bilelim dili, bir süre
sonra kopar. Menfaat benim konuştuğum dil, ama hepimizi aşan bir ilkeler
bütününe göre hareket etmemiz lazım. Bu da maslahattır. Yok hep benim dediğim
dersen işte bu durumlara düşüyoruz. Bu bir iki kişinin yaptığı şey değil,
okulda da böyle, toplumda da böyle. İşin doğasına uygun olarak düşünsene be
mübarek, bu olur mu olmaz mı ona bak. Yok illa benim dediğimi yapacaksınız,
sudan heykel yapacaksınız. Nefsini dayatmayacaksınız eşyaya.
Tedbirü'l-Ferd (Ahlak),
Tedbirü'l-Menzil (Ekonomi-Topluluk Yönetimi), Tedbirü'l-Medine (Siyaset) bu üçü
ameli hikmettir. Buradaki ameli kesinlikle tatbikle karıştırmayın. Uygulamalı
Hikmet diyorlar, olmaz. Nazari ve ameli aklın fonksiyonlarıdır. Amel aslında
nazara tekaddüm eder. Çünkü ahlakı olmayan, belirli bir toplumda yaşamayan;
faziletine, menfaatine ve maslahatına halel gelmiş bir insanın teorik düşünmesi
de mümkün değildir. Hayr ilme tekaddüm eder diyor adamlar. çünkü ameli akıl
hayrı yönetir, hayra göre iş yapmayı veyahut birbirini karşılıklı beslerler
akılla hayr aslında belli bir noktadan sonra ikiz kardeş gibidir çünkü akıl,
akıl olarak hayırdan başkasını talep etmez, böyle inanıyorlar. Aklı şerre
götüren aklın kendisi değil, aklın mizaca ilişkin yanıdır. vehimdir.
Vehim, şeytandır. Şeytan aslında
bir kişi değildir. Bunu diyen Fahreddin Razi. Razi ontolojik olarak şeytanı
kabul etmiyor. Bu kelamcılar öyle muvahhid adamlar ki, Cenab-ı Hakk'ın dışında
evrende etkin bir otorite olamaz, şeytan da olamaz, melekler de olamaz,
diyorlar. Hiçbirinin mutlak otoritesi yoktur, hepsi birer fonksiyondur. Ha,
insan resimlerle düşündüğü için, bunu şahıs olarak anlamıştır.
Soru: Bulutlar da fonksiyondur
ama varlar.
Cevap: Bulut maddi ama bunlar
manevi. Maddi olmakla fiziksel olmayı bile ayırıyor bizimkiler.
Fiziksel olması
demek manevi olmakla birlikte, maddede fonksiyon olan şeye fiziksel denir. Bunu
Newton da ayırıyor: gravitasyon maddi değildir ama fizikseldir. Tabii, Newton
kadar dindar bir adam zor bulursun, tam bir Eş'aridir. Tek tanrılı bir inancı vardır.
Nazari ve Ameli mizaçla ayrılıyor.
Mizacın da katları var. En altta dört unsur vardır, ya da atom var denilebilir,
fark etmez. Buradan madenler, bitkiler, canlılar, sonra da insan. İnsan, bu
hiyerarşinin en üst basamağındadır. Maddesi buraya bağlı, manası yıkarıda. O
nedenle arada bir varlık. Dolayısıyla insanın mizacında dört unsurun
özellikleri, bunların belli harmonik ilişkileri var, madenlerin özellikleri,
gerçekten de bizim kimyasal bir yapımız yok mu? bitkisel özelliklerimiz: yemek,
içmek, üremek gibi ve hayvani özelliklerimiz. Bu temel özellikleri ayrıntılı
göreceğiz ama hayvani nefsin özellikleri neydi: yeme, hazmetme, üreme, kendi
benzerini yaratma gibi özellkleri var. Hayvani nefsin özelliği, duyusal algısı
var ve iradi hareket yapıyor. Ağaç güneşten sıkılıp yerini değiştiremez ama hayvan
değiştirir. İnsanın ise akli iradesi var, ihtiyari yani. Bu özellikler de
birbirine katılarak gidiyor. Akli irade ile hayvani iradeyi kontrol ediyorsun,
işte ahlak budur. Çok mekanik bir şey gibi gözüküyor ama ayrıntı çok. Şehevi ve
gadabi güçlerimiz var, gelecek hafta inşallah bunları anlatacağız, şehevi ve
gadabi güçleri itidal üzere kontrol ediyorsun. Dolayısıyla hem aklın tabakaları
var hem de mizacın tabakaları var. Zaten klasik gelenek, bugün de öyledir,
tabakalı bir yapısı vardır.
İnsanın problemi zaten oradan
geliyor, Madde ve mananın ortasında bulunmasından. Yine ahlakta, canlıların
havaic-i tabiyyesi, yani zorunlu ihtiyaçları vardır, yemek, solunum, korunmak
gibi. Bakın o kadar enteresandır ki, İslam medeniyetinde siz mahkemeye gittiniz
diyelim, Ayşe Hanım geldi Rüştü'nün tarlasını işgal etti. Bugün Rüştü, Ayşe
Hanım'ı mahkemeye verir, avukatlar tutarlar, hakim der ki tapun var mı, var.
senin var mı, yok. Bitirir. İslam mahkemesi bunu yapamaz. çünkü havaic-i
tabiyyeyi esas alırlar. Ayşe Hocam, sen bu tarlayı niye işgal ettin? Vallahi
geçinecek başka bir şeyim yoktu, çoluk çocuk aç, ben bunu işleyeceğim ki para
kazanacağım.O zaman, Rüştü kardeş, senin ihtiyacın yok, bu tarlayı işleme
hakkını bir yıllığına Ayşe Hocama veriyorum, bunun karşılığı gelirin üçte
birini sana verecek. Çünkü, bir insan havaic-i tabiyyesini karşılayacak ki
ondan insanlık bekleyesin. O nedenle, kesinlikle ama kesinlikle, kadı ya da
müftü, bizde ombdusmandır, net karar veremez. İşi insanın lehine çözmek
zorunda. Şeriat kötüymüş, tabii kötü, çünkü bir işe yarıyor.
Fakirlikten,
açlıktan ölen nice insan var. İslam hukukunda, bir insan açlıktan öldü mü, kaç
kilometre içinde yaşayan ne kadar insan varsa sorumludur, cezalandırılır.
Bakın, bir köyde bir insan açlıktan öldü mü, bütün köy cezalandırılır. Ölümüne
izin vermeyeceksin, havaic-i tabiyye. Avrupa bunu uyguluyor. Kanada'da şahit
olduk. Kredi aldı iflas etti, banka gelip senin yaşadığın eve ve arabana el
koyamaz, havaic-i tabiyye kabul ediliyor. Ama vahşi kapitalizmde böyle değildi,
giderek mekanik rasyonellikten
vazgeçiyorlar, insan merkezli düşünmeye çalışıyorlar çünkü Avrupa'da insan
azaldı.
Avrupa'nın insanı korumaya çalışmalarının sebebi nüfuslarının olmayışı.
Kadınlara verdikleri haklara bakıyorsun, ne kadar insani diyorsun, öyle değil,
çocuk istiyorlar esasında. Üremiyor ki insanlar, o şartlarda nasıl üresin.
Havaic-i tabiyye esastır, bunun üzerinde münakaşa edilemez. Bir insanın açlığı
tartışılamaz. Adam tatlı çalıyor, ekmek çalıyor, hapse atıyor. İslam'da, o
hapse atanı hapse atarlar.
Niye çaldın, açım. Çalacak, hiçbir şey diyemezsin.
Sonra bunun üzerine kurulu insani
ihtiyaçlar gelir. üçe ayrılır: zaruriyat, havaic ve müzeyyenat. Zaruriyat,
üşüdük, üzerimize bir şey almamız lazım, yağmurdan bir yere sığınmamız lazım. Havaic
ise bunun bir üstüdür, bir ev lazım, bir ocak lazım, bir meslek lazım.
Müzeyyenat ise estetiktir. Bir katlı ahşap evde değil de Boğaz'da oturmak, lüks
yani. Tüm bunları itidal üzere tutmak, esas budur. Dolayısıyla ahlak, bu
anlattığımız ihtiyaçları da itidal üzere tutacak bir yapıdır. İstikamet üzere
olmak, mesela budur. Ahlakın esas amacı insanı bir istikamet üzere tutmaktır.
Ahlak kelimesinin üzerine de
biraz konuşmuştuk, hulk'tan geliyor, huy demek. ha-la-ka. Bu hulk'un, mizacın
belirli bir fonksiyonu var, buna ahval denilir. hulkun fonksiyonlarına ahval
denilir. Ahvalin de sabit olanına meleke denilir. Ahval geçici, meleke ise
kazanılmş, sürekli fonksiyonlara denilir. Mesela, gülmek haldir ama cesaret
melekedir. Utanma haldir ama çok utangaç insan denir ya, halden melekeye
dönüşebilir. Ahlakta, mizacın melekeye dönüşmüş özellikleriyle ilgileniyoruz,
halle ilgilenmeye gerek yok. Ama bu melekelerin en önemli özelliği, düşünülerek
yapılmıyor oluşudur. Melekeler, yani huy, düşünülerek değil, tabımızdan
kaynaklıdır. PEki burada düşünerek ne yapıyoruz, müdahaleyi yapıyoruz. Baba
tamam cesursun da, ihtiyatlı ol. Melekenin kontrolünü akıl yapıyor, onu
istikamet üzere tutuyor. Tamam kardeşim acıktın da abartma diyen akıl. Evlenmek
de melekedir, mizaçtan kaynaklanır. Belirli bir cinsiyet olgunluğu gösteren
kadın ve erkeğin talebidir. Hiç evlenmeyeceğim demek tefrid, gayrimeşru ilişki
ise ifrattır.
Soru: Toplum o hale getiriliyor.
Cevap: Bu tabi bir şey değil.
Burada kast edilen şey, toplumsal kimlik diyorlar buna, toplumsal bir pratiği
tabiyata dönüştürmek.
Soru: O zaman örf tehlikeye
giriyor mu? Toplum kötü şeyleri meşru hale getirebilir.
Cevap: Aldığın temel ilkelere
göre örfü tadil ediyorsun. Örfü tadil etmek başka, reddetmek başkadır.
İslam
örfü reddetmez, tadil eder. Minimal bir metafizik var, bir hayat görüşü. Bu
hayat görüşünün içindeki ilkere göre sen örfü tadil ediyorsun. Ama örf tabi bir
şey değildir, cinsellik tabi bir şeydir. Cinsiyeti örfe dönüştürdü bunlar,
diyorlar ki cinsiyet bir örftür, uzlaşımsal bir şeydir. Ama öyle olur mu,
fiziksel bir karşılığı var bunun yani.
Soru: Dolayısıyla örf tartışmaya
açık.
Cevap: Evet her zaman açık. Ama
burada örften çok, cinsiyet meselesini örfe indirgediğiniz zaman, cinsiyet
inşadır, itibaridir dediğiniz zaman problem oluyor. O zaman niye çocuk doğduğu
zaman kız erkek deyip ona göre isim veriyorsun, fiziksel bir tarafı var bunun.
Orada ciddi bir operasyon var.
Söyleyeyim, bu kapitalizmle alakalı. Para
getirdiği sürece böyle gider, sektör olmaktan çıktığında kendiliğinden gider o.
Burada bir kavramı atlamayalım.
Vazi olanla tabi olanı karıştırmamak lazım. Nomos ve phesus. Bugün bu
karışıyor. Tabi olan bizatihi insan iradesinden bağımsız olarak var olan bir
şeydir. Vazi olan ise bizim belirli uzlaşımlarla, toplumun maslahatı için
üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerdir. Dil, uzlaşımsal bir şeydir. Elbette bunun
zemininde bir tabiat var, konuşma melekemiz var ama ağaç, three, şecere
uzlaşımsaldır. Yasalar uzlaşımsaldır. Bu çok kadim bir mesele. Bunu ortaya ilk
atanlar sofistler. Poliperes
Savaşlarından sonra Atina'nın yenilmesinin akabinde Atina'da kurulan Otuzlar
Çetesi var Isparta'nın desteklediği, bu sıkıntıyı aşmaya çalışıyorlar, bunun
nesi tabi, bu uzlaşımsaldır. Fikirlerin toplumsal karşılıkları var. Katip
Çelebi örneğini vermiştim, o yanlış anlaşılmış. Hiçbir şey bilinemeyecek kadar
değersiz olamaz, lafını niye söylüyor, kendisi simya ve gizli ilimlerle
uğraştığı için onu meşrulaştırmak istiyor. Söz önemli de, sözün maksadı farklı.
Katip Çelebi orada, İSlam toplumunda yüzyıllarca oluşmuş bir pratiğe meydan
okuyor. İslam'ın omurgasında, ana caddesinde simya, astroloji, gizli ilimler
abesle iştigaldir. Ara sokaklarda ilgilen canım,kimse bir şey demiyor.
Ama
medrese toplumun omurgasıdır. Medresede okutulmaz bu. Bugün de öyledir, bugün
gazetedeki astroloji köşesine kimse müdahale etmez, ama sen gelip astrolojiyle
devlet yönetmeye kalkarsan seni ne yaparlar.
Sofistlerin bunu ortaya atması da
bununla alakalıdır. O dönemin siyasi, toplumsal, askeri olaylarını bilmemiz lazım.
Bugün canım sıkıldı, nomos ve phesis ayrımı yapayım demez kimse. Tam bu olaylardan
sonra Otuzlar Çetesi müthiş bir zulüm yapıyor, binlerce insan öldürüyor. Bunu
da yaparken biz seçilmişiz, ilahiyiz, Tanrılar filan. Ne alakası var, bunları
siz uyduruyorsunuz diyor. Bir adam, bunu bana Tanrılar söylüyor diyor.
Anlatabiliyor muyum. Vazi ve tabi olanı iyi ayırmak lazım.
Zaman ve mekanda
olan, tarihte insanın yaptığı her şey vazidir.
Vahiy vazi midir, tabi midir?
Tarihselcilik meselesini de böyle çözebiliriz. Kaynağı bakımından tabii, idraki
bakımından vazidir. Diğer türlü müslüman olamayız. Hazreti Peygamber yazdı
demen lazım o zaman. Vahiy, kaynağı bakımından tarih üstüdür, ama bunu idrak
eden ben olduğum için vazidir. O nedenle
"benim Kur'an yorumum tabidir" diyemez kimse.
Soru: Peki Hazreti Peygamberin
idraki nasıldır?
Cevap: Hazreti Peygamberin idraki
de benzer şekildedir çünkü O da o anlamı belirli bir dilsel yapıya döndürüyor
ama bilmiyoruz ki biz. Hazreti Peygamber kontrol edilebiliyor.
İnsan idraki tabi bir zemindir, transendantel egodur, hepimizde olması bakımından tabiidir. Homo
sapiens sapiens'in idraki tabidir. Konuşma gibi, dil yeteneği bakımından
meta-language tabidir. ama benim dilim, senin dilin, yüz sene önceki dil
farklıdır ve vazidir. Müdrike, müdrike olması bakımından transendantaldir, yani
hepimizden aşkın gibidir, ama bunun fonksiyonları sende bende farklıdır.
Kur'an okumak niçin önemlidir
müslümanlar için? Çünkü İslam'da, ilahi olanın cisimsel hiçbir karşılığı
yoktur. Bu kadar soyut bir şeye inanmak çok zordur. Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın, en
azından kelam cinsinden tecessüm etmiş halidir. Dolayısıyla Kuran okumak,
Tanrı'yla konuşmaktır. Bu açıdan Kur'an çok merkezidir, sadece anlamı değil
fonksiyonu açısından da. Anlamını bilmeden okuyor adam, dalga geçiyorlar. Ne
dalga geçiyorsun, sevgilisiyle konuşuyor adam, anlamını bilmesine gerek
yok. Hafız'ın bir hikayesi var, Hafız
Kur'an okurken ağlıyormuş, müderris demiş ya Hafız bu ayetlere ağlanır mı,
miras ayetleri bunlar. Hafız demiş ki, maşuktan gelen mektubun anlamı değil,
bizatihi ona bakar ağlarsın.
Şimdi olaya bir de öyle bak.
İslam gerçekten çok soyut. Bununla alakalı Materyalizmin Tarihi'ni okuyun,
Ahmet Arslan çevirdi. Böyle bir din, tanrı inancı mı olur, bütün Hristiyanların
bize yönelttiği en büyük eleştiri budur. İki önceki Papa Jean Paul diyor ki,
öyle bir Allah'a inanıyorlar ki, sanki yok. Gerçekten öyledir. İslam'ın tevhid
anlayışındaki tenzih çok abartılırsa Tanrı ortadan kalkar. O nedenle diyorum ki
İbn Arabi'nin tutulmasının en önemli sebebi budur, tenzih ile teşbihi aynı anda
çözmeye çalışıyor. Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın teşbih yönüdür bizde. Bu
anlamıyla, Kur'an okudukça Cenab-ı Hak'la irtibat kuruyorsun.
Bu ahlak mesela, vazi midir sizce tabi midir?
Tabidir. Esas köken itibariyle tabidir. Ama kültürel etmenlerle vazi hale
geliyor. Çok ağır bir şey bu. Bu ahlaka dönmek isteyenler var biliyorsunuz.
Amerika'da MacIntrye erdem ahlakını yeniden diriltmeye çalışıyorlar çünkü diğer
ahlaklarda erdem bazında bir zemin oluşturamıyorsunuz. Ahlakta değerlerin
kökeni çok önemlidir. Kiminde tanrıdır, kiminde kozmik bir yapı, kiminde
tabiat, nomos, kiminde gelenek ve göreneklerdir. Bugün günümüzde ise kamusallık
değerlerin ölçütü olarak kabul ediliyor. Güçlülerin dayattığı etik, zayıfların
ürettiği etik yaklaşımları vardır. Adalet, zayıfların güçlü olanın önünü kesmek
için ürettiği bir şeydir diyor Sofist. Nietzsche de çok değil 19. yüzyılda aynı
şeyi söylüyor. Hristiyanlık üst insanı engellemek için üretilmiş bir yalandır
diyor. Bari müslüman olsaydık, hiç olmazsa erkek dinidir, zayıflığı reddediyor
diyor.
Adaleti bu kadar itibari kabul
edersen, vazi diyerek büyük problemler yaratabilir. O nedenle tabi tarafı
olması lazım.
Son olarak şunu söyleyebiliriz.
Bu ahlak kitaplarının nihai amacı saadettir. İnsanın teorik ve pratik
kuvvelerini aktüel hale getirip insanın olgunlaşmasını sağlamak. Bu yüzyılda
ise ahlakımızın amacı saadet değil tek başına, insan-ı kamil olmak. Bu ahlakı
uyguladım da mutlu oldum demiyorsun. Hatta ben onu şöyle söylüyorum. İnsan-ı
kamil anlayışı İslam'da çok eskiden beri var ama bunu felsefi bir dile döken
İbn Arabi, Konevi, Cendi, Fergani, Tilimsani, Fenari, Kayseri gibi isimler.
İnşallah Fenari'nin şu Misbahü'l-Üns'ünü biri çevirir de bütün
ümmet okur. Misbahü'l-Üns bizde
insan-ı kamil felsefesinin en güzel kitabıdır. Benim kişisel kanaatim, bu Ahlak-ı Alai metni fazilet kavramını,
erdem kavramını insan-ı kamil kavramı etrafında yeniden organize etme işidir.
Mesela Taşköprüzade'nin metinlerinde benzer bir teşebbüsü orada görüyorsunuz.
Demek ki, bu dönemde Osmanlı düşüncesinde böyle bir yaklaşım var. Vahdet-i
vücudla Meşşai ve Kelami felsefeyi terkib edebilir miyiz gibi bir arayış var.
Ben bunu gördüm en azından. Ahlak-ı Alai kitabının gücü hem felsefi
hem irfani hem kelami hem dini ve hatta edebi olmasından ileri geliyor.
***
Ders notları için Sayın Burcu Bayer'e teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder