İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-IX

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-IX



Özet: Kınalızade'nin kısa biyografisi, Ahlak-ı Alai kitabının önemi, 16. yüzyılın hususiyetleri, bu tarz kitapların yazılma sebepleri ve fonksiyonları,  Bahsi Evvel'in konusu, bilgi- eylem ilişkisi, erdem ahlakının özellikleri, itidal teorisi, mizac teorisinden bahis, ahlak kelimesinin kökeni, hal-meleke ayrımı, tabi-vazi ayrımı.

Kınalızade'yi, anlatmıştım size, hatırlıyor musunuz? Rütbe alamayınca gidiyor Ebu Suud'a, "illa birinin adamı mı olmak lazım, işte bunlar benim çalışmalarım" diyor. O dönemde Çivizade ve Ebu Suud iki ayrı okul: Çivizade anti-İbn Arabici,  Ebu Suud ise İbn Arabi'yi olumlayan diyemesek bile daha flexible, daha yumuşak bakan bir okul.

Kınalızade, Semaniye ve Süleymaniye Medreselerinde hocalık yapıyor, o dönemin en önemli okulları. Kadılık yapıyor.  21 Ocak 1572'de vefat ediyor. Oğlu Hasan Çelebi de meşhur Tezkire yazarı, şairlerin biyografilerini yazan bir kişi. Kınalızade'nin 1510 ile 1571 arasında yaşadığına göre, 61 yaşında vefat etmiş. 10 türkçe 27 eseri var Kınalızade'nin ama bu eserlerin hepsi hacimli değil
Bu dönem, Osmanlı ve Türk tarihinin en önemli dönemi çünkü  bugünkü Türk dediğimiz hadise bu zaman diliminde inşa ediliyor. 'Ben idraki' ya da Türk kimlik bilinci, kendilik bilinci 16. yüzyılda ortaya çıkıyor. Türkler, ilk kez bu dönemde yaptıkları işin istisnai bir iş olduğunu fark ediyorlar. Kendi yaptıkları iş üzerine bir tefekkürde bulunuyorlar. Henüz 1503'de yani Kınalızade doğmadan 7 yıl evvel Türkçe orduda ve bürokraside hakim dil haline geliyor. Bir Türkçecilik var. İbn Katip, Sinan el Konevi, Seydi Ali Reis gibi isimler Türkçe eser yazıyorlar ya da  eski klasik İslam eserlerini Türkçeye tercüme etmeye başlıyorlar. 16. yüzyıl aynı zamanda  entelektüel olarak da Osmanlı'nın en önemli dönemi. Bu dönemde coğrafyada İbn Katip, Seydi Ali Reis, Piri Reis; astronomide, Takiyüddin Rasid, Gelibolulu Ali; edebiyatta Fuzuli, Baki; fıkıhta Çivizade, Birgivi, İbn Kemal, Taşköprüzade  gibi önemli figürler var.

 Bu yüzyılın bir diğer önemli özelliği ise yavaş yavaş bir değer bunalımının ortaya çıkması. Zenginleşen devlet, güçlenen kültür, artan maddi zenginlik ve nüfus artışlarıyla birlikte yavaş yavaş bir değer bunalımı yaratıyor. Bir de, tabii, mülazemet sistemiyle Osmanlı toplumu özellikle entelektüel olarak içe kapanıyor. Mülazemet sistemi dışarıdan gelen ilim adamlarına kapıyı kapatıyor. Fatih döneminde herkes dışarıdan geliyordu ama Osmanlı artık kendi entelektüel sistemiyle kendi değerlerini üretmeye başlıyor. Mülazemet sistemi  bürokrasiyi ve sistemi düzene koyuyorsa da bir kapalılık yaratır. Bunları şunun için söyledim: 16. yüzyıldaki bu hafif tertip değer bunalımı ahlak kitaplarının ortaya çıkmasının da nedenidir. Durup dururken ahlak kitapları yazılmaz.

soru: Entelektüel olarak en yüksek olduğu dönemde tıkanıklık var.
cevap: Hep öyledir. İbn Sina zirvedir ama klasik inşa döneminin de sonudur.

Bu dönem aynı zamanda terkip dönemidir; Meşşailik, sufilik, irfan, kelam, İşrakilik dahil hepsi vardır. Taşköprüzade'nin eserlerinde ilginç bir şey gördük: Dönemin bütün entelektüel hareketlerini dikkate alarak bir dil geliştirmeye çalışıyor. Yani irfanı da meşşailiği de kelamı da dikkate alıyor. Bunu yaparken de çorba yapmıyor, hepsini torbaya koymuyor; bir üst dil kurmaya çalışıyor. Bunu şöyle açıklayalım:  Diyelim ki  madde hakkında bir formül oluşturulacak. Meşşainin ayrı kelamcının ayrı bir kanaati var, ben hepinizi dikkate alıyorum ve diyorum ki hepinizi şöyle bir formülde birleştirebilirim. Bu formülde siz merkezde olursunuz, diğeri ikinci planda kalır ama ikisi de dikkate alınmış olur. İbn Sina da öyle bir yapıyor ki bazen Mutezile merkezde Aristotelescilik ikinci plandadır, bazen de tam tersidir. Terkip bir kez kuruldu mu, söz söyleyecek herkes o sözü dikkate almak zorundadır. İbn Sina'dan sonra kim konuşursa konuşsun, İbn Sina'yı dikkate almak zorundalar.
Biraz daha açalım: Bir felsefe bilim sistemi niye kurulur? Anlamlandırmak için. Bana bir gözlük lazım, değil mi? Bu gözlüğün de tutarlı olması ve  açıklayıcı gücü olması lazım. Yani tutup millet neden Aristotelesçi oldu, insanlar durup dururken Aristotelesci ya da Meşşai olmaz. O dönemde çok gözlükler var. Biri geometri biri aritmatik, eşarilik, mutezilik... İbn Sina diyor ki bu kadar gözlük insanın gözünü bozar, biz bu gözlükleri azaltalım. Öyle bir sistem kuralım ki, onun açıklama, çözme, anlama ve anlamlandırma gücü olsun diyerek oturup yeni bir gözlük yapıyor. Bununla varlığa da, Tanrı'ya da bakabilirsin, kelamın yaratma problemini de açıklayabilirsin, kadim kültürden gelen sudur teorisini de açıklayabilirsin. Yani İbn Sina'da  Mimar Tanrı da var Yaratıcı Tanrı da var sudur teorisi de var. Ya da mesela tıp: Gidiyorsun, Uygur tıbbına göre tedavi ediyor, öbürü Mezopotamya, öbürü Galen öbürü Hipokrat. İbn sina diyor bu kadar karışık olmaz, bir içinde tüm bunlar olan bir terkip kuruyor. Bu iyi mi kötü mü ayrı bir konu ama sistemi öyle kuruyor.

Çatışmaları gidermek bir kültür için iyi midir kötü müdür? Bence iyi değildir. Her şeyi çözdün mü hareketi ortadan kaldırırsın.

Bütün terkipler çatışmaların başlangıcıdır çünkü tüm terkipler gergindir, bir sonraki dönemin problemlerini içinde taşırlar. Bir terkipin başarısı kendinden sonraki doğurganlığıyla ölçülür, "ne kadar sorun yarattı?" diye sorulur. İbn Sina düşüncesi o kadar sorun yarattı ki, klasik İslam düşüncesi hep bu sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı.

Bu dönemde Kınalızade ahlak kitabını yazarken İslam medeniyetinin çok ciddi bir tecrübesi var. Farabi, İbn Sina, İbn Miskeveyh, Gazzali, İbn Arabi'nin irfani ahlak anlayışı, Mevlana ve benzerlerinin sufi pratik ahlak anlayışı var. İci'nin yazdığı metinler var.  Dolayısıyla üstadın derdi tüm bunları bir yerde birleştirmek, "irfani, sufi, meşşai ve kelami ahlak nasıl bir araya getirilebilir?" sorusunu yanıtlamak.

Zaten 16. yüzyılın en büyük sorusu budur: Tüm bu okulları bir arada ele alabilir miyiz? Hatta hatta gelenekler, moral değerler, günlük hayattaki toplum içindeki cari moral değerleri nasıl ele alabiliriz sorusunu görebilirsiniz. Ama çorba değil belli bir sıra düzeni içinde olması gerekir. Burada da bir omurga vardır: Bu omurga erdem ahlakıdır. Kökleri aristotales'te olan bu ahlak anlayışının İslam dünyasında  üç büyük temsilcisi vardır:  Nasreddin Tusi'nin Ahlak-ı Nasıri adlı felsefi ve dini ahlak ağırlıklı kitabı, Celaleddin Devvani'nin Ahlak-ı Celali'si, ki bu kirap Tusi'nin dini ve felsefi ahlakının muhtevasını geliştirerek içerisine işrakilik ve sufilik katar; sonra Hüseyin Vaiz el Kaşifi'nin Ahlak-ı Muhsini'si daha çok dini niteliklidir. Üstad'ın yaptığı ise hepsini birleştirmektir.

Ahlak-ı Alai'de kullanılan farklı kaynaklara baktığımız zaman,  atıf yapsın yapmasın  elliye yakın metin var.  1236'da başlayıp 1572'ye kadar yazılan metinler de elliye yakındır, bunların pekçoğunu kullanıyor. Eser Semiz Ali Paşa'ya sunuluyor. Ali ismi oradan geliyor, cinas yaparak hem kendi adını hem sunduğu paşanın adını kullanıyor. Şam'da başlıyor yazmaya, eseri okuyup tartıştığı isim de  Gelibolulu Muhsin.

Enteresan bir metin olduğunu söylemiştim, hemen hemen her türlü ekol var içinde ama omurgası erdem (itidal) öğretisi. Ama zühd de var en nihayetinde, yeri geldiğinde kız  çocuklarının eğitimi üzerine de konuşabiliyor mesela.

Çok nüshası var, Alai nisbesiyle sırf bu eseri istinsah ederek geçimini sağlayan insanlar var. Ders kitabı olarak okutuluyor, ulema okuyor, Saray'da okutuluyor. Padişah için hazırlanmış özel nüshaları var. Sultan II. Mahmud nüshasından bahsetmiştim. Dili ağır bir dil, Türk-i fasih üzere yazılmış. Gelibolulu Ali çünkü Türk-i fasihi savunuyor. Bu dönemde dil kullanımı noktasında ki tartışmalar Türk-i basit ve Türk-i fasih üzere ayrılmıştır.

Bu tür kitapların gayesi, Osmanlı'nın siyasi ideolojisi olan nizam-ı aleme ahlak açısından destek vermektir. Nizam-ı alem, Usul-ü fıkıhtan ödünç alınmış bir kavram olup aslında toplumsal düzen demektir. Yoksa bizim milliyetçi arkadaşların öngördüğü dünya hakimiyetiyle ilgisi yok, o ikincil anlamdır. Bütün hukuk  ve fıkıh nizam-ı alem içindir. Alemde, toplumda bir düzen olması içindir.

Giriş kısmındayız henüz.  Burada insan nerdedir? Kınalızade'nin anlayışında, Yunancada "metaksu" dediğimiz, ortada olan bir varlıktır. İnsan, madde ve manayı şahsında birleştiren, unsur-u camiidir. Yani bütün unsurları toplayan berzah-ı camidir, toplayan alemdir. İnsanın  bedeni madde tarafı akıl ise mana tarafıdır. İnsan da ortada, arada bir yerdedir. Her şey burada kurulur. Tabii anlayış onun  icat eddiği bir şey değil neticede. Ama bunu kurarken örnek kişi ne Aristoteles ne Platon, Hz. Peygamber'dir örnek şahsiyet. Misak, ahlakın mümessili Hazreti Peygamber'dir çünkü erdem öğretini en iyi uygulayan Hazreti Peygamber'dir.

Elbette böyle söylemesinin meşrulaştırıcı işlevi de vardır. Piyasada portakal çoksa, onu satmak için portakal hadisi uydurmak işe yarar, "portakal yiyenin çocuğu güzel olur" dersen daha çok satar, şimdi de farklı değil, "portakalda c vitamini var," dersin, satar. O dönemde meşrulaştırıcı dindi, bugün bilim.

Din ü devleti ikiz kardeşi gibi görür bizimkiler. Nihai amaç da emniyettir. Eman ve amanı birlikte nasıl kurabiliriz sorusunu yanıtlamaya çalışmak Gazzali'nin vurguladığı bir şeydir. Eman maddi güvenlik iken aman manevi güvenlik anlamına gelir.  Kınalızade de bunun peşinde zaten. Eman olmadan iman olmaz. İnsan vücudu tehlike içindeyken bu tür şeylere dahil olmaz. E, tabii bir de adalet.

İslam'ın üç önemli ilkesinden biri de adalettir. Bu adalet yalnız erdem öğretisinde değil, Türk ve İran devlet geleneğiyle zenginleştiriliyor. Orada da büyük bir siyasi tecrübe olduğundan, öyle görüyorlar olayı.

Nihai amaç teellüftür yani Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak. Yine  tasavvufla birleştirilmiş ahlakın bir amacı da insanı var iken yok gibi yaşamaya alıştırmaktır. Yani burada Osmanlı'nın ulaştığı ekonomik -maddi güçle de alakalı, çünkü lüks yaşama ve tüketim kültürü artıyor. 1555'ten sonra gelen bütün seyyahların tipik türk tip etli butlu hafif şişmandır. Şiirlere de geçmiştir, genelde Türk  kadınları balık etli tombiş olur çünkü şerbet kültürü çok gelişiyor, 150 kadar şerbet var. Bir de et ve ekmek kültürü. Ekmek et-mek'ten gelir. Türkler et yerler, eti kuruturlar ve yerler. et-mek, ekmek oluyor. Tabii çünkü Anadolu'da bizimkiler tarımı öğreniyor. Et kültürü bizde hala çok yaygındır.

Bu tür ahlak kitaplarının vurguladığı da, var iken yok gibi yaşamaya nasıl alıştırabiliriz insanları sorusu üzerinedir. Bugün ise yok iken var gibi yaşamaya alıştırılıyor insanlar, "al taksitle, ölünce ödersin," diyorlar.

Tasavvufun esas vurgusu budur. Biz tasavvufu post olarak görüyoruz. Aslında bir fikri anlamak için neyi reddettiğine bakacaksınız: Tasavvuf neyi giymeyi reddediyor? İpeği, altını... Yani şehiri reddediyor. Şehir yaşamı çürütüyor çünkü. Bunu bütün mezopotamya'da herkes söylüyor. Şehir çürütür, erkeği kadınlaştırır, kadını erkekleştirir: Şehrin özelliği budur. İnsanlar yeni şeyler denemek isterler, her şey hizmetçilere parayla yaptırtılır. Her zenginin hizmetçisi olur, sen hayattan koparsın. İbn Haldun: "İnsanları kıtlık zamanında öldüren açlık değil, alışmış oldukları tokluktur," diyor. Kınalızade'nin asıl amaçlarından biri de budur, var iken yok gibi yaşamak.

Sahabeden, Ebu Zerr, döneminin ilk on zengininden biridir. Fakir bir adam, zenginliği kötülese etkili olur mu, ciddiye alınır mıydı? Uzanamadığı mala tu kaka diyor denirdi. Ebu Zer ise o kadar zengin ki, zenginliği kötülüyor ve her an vazgeçebiliyor. Niçin? Peygamber böyle yaşamadı ki diyor, mala tapmayın, malı öne geçirmeyin diyor. O kadar şedid oluyor ki, insanlar arasında fitneye sebep olduğu için Hz. Osman onu Medine'den sürüyor. O nedenle, var iken yok gibi yaşamak öyle kolay iş değil, deneyin isterseniz. Bu tür ahlak kitaplarının da bir özelliği de budur, özellikle tasavvufi olanlar, bu vurguya sahiptir. İnsanlar telef içerisinde, lüks içerisinde yaşamamalarını sağlamaktır.

Soru: Bu amaçla yazıldı dediniz ya, bu halka ne kadar yansıyor? Halkın okuma yazması ne kadar var?
Cevap: Bu kitaplar halka okutuluyor, vaaz sistemi bugünkü gibi değil,  ulemalar bugünkü gibi değil. 

Ebu Suud Efendi  camiiye gidip menakıb anlatıyor. Mesela Bostan ile Gülistan, menakıb kitabıdır ve özellikle doğu medreselerinde ahlak kitabı olarak okutulur. Biz geleneği çok hafife alıyoruz. Bilginin dolaşımı ve bilginin toplumsallaşması, oryantasyonu müthiş bir mekanizmayla sağlanıyor. Bizim köyün örneğini veriyorum hep: Bizim köy dağda, sahilden 40 km içerde, son köy, medresesi de var. 

Her Cuma gecesi, okuma meclisi var, kadınlar ayrı erkekler ayrı. Rahmetli annemin okuma yazması yoktu ama bilmediği yoktu. Sana bir siyer anlatsın... Çünkü kırk yıl boyunca Ahmediye okumuşlar, Muhammediye okumuşlar, Kara Davud okumuşlar,  Kadı İyaz, Battal Gazi Destanı okumuşlar, ezbere biliyordu. Hurafelerle çevrili ama ona o lazım. Dolayısıyla, bu tip kitaplar da hem bunları anlatanlar hem de tasavvuf kültürü ve okuma pratikleriye halka sinmiş. Halkın irfanı da buradan geliyor, doğuştan değil. Pratize edile edile yerleştirilmiş.

Bizim kültürün özelliği, refahın yaygınlaştırılması  ve paylaştırılması ilkesine dayanır. 623 yıllık divanda hiç değişmeyen iki madde vardır: Umur-u askeriye, umur-u fukara.  İç ve dış güvenlik ile fakirlerin durumu. Unutmayın, zinadan Osmanlı'da benim bildiğim 1 kişi recmediliyor ama idam edilen fırıncının haddi hesabı yoktur. Ekmekle oynatmaz Osmanlı. Tarım toplumunun temel besin maddesi ekmektir. Ekmekle oynayan doğrudan ipe. Halbuki açıktan hırsızlık yapsa cezası bellidir ama burada örfi hukuk uygulanıyor. Topluma zarar veren hemen idam edilirdi. Ekmeğin gramajıyla oynadığı için çok fırıncı asılmıştır.

 Kapitalizm böyle bir yerde olmaz  aynı şekilde sefillik de olmaz. Bir yerde mutsuz insan varsa mutlu insan vardır, ölen varsa yaşayan vardır, kapitalizm böyle çalışır. Herkesin mutlu olduğu yerde kapitalizm çalışmaz. Amerika'nın  nüfusu 300 milyon, 40 milyon evsiz var. Ama bunu istemiyor Osmanlı. Hatta sırf Osmanlı değil, bütün klasik devlet gelenekleri, elden geldiğince refahı yaygınlaştırırlar. Bu da sermaye birikimini engeller. Bir İngiliz'in yazdığı Çorba Kardeşliği kitabında diyor ki, Budin'de doğan biri hangi dinden, cinsiyetten ve sınıftan olursa olsun ortalama 63 yıl bedava yaşayabilir. Çünkü imaretler kim olursa olsun herkese üç gün bedava olarak size bakmakla yükümlüdür. Budin'den Edirne'ye  giden birisi her imarethane de 3-4 gün geçirse 63 yıl hiç çalışmadan yaşanabiliyor. Buna da Çorba Kardeşliği diyor.

Böyle bir sistemde de sermaye ve birikim olmaz, sürekli dağıtılıyor çünkü refah. Osmanlı'da ölçüsüz zenginleşme izni verilen tek kesim, üst sınıf bürokratlardır. Yavuz ve Kanuni'den sonra kurumsallaşan bu sınıf toplasan 250 kişidir. Kapitalizm  yalnız üst bürokraside vardır; yaptığın iş kadar, başarın kadar ödüllendirilirsin. Ölünce de malları müsadere edilir çünkü o çocukların hakkı değil. Yine de çocuklarını aç bırakmaz Osmanlı. O parayla da vakıf kuruyorlar, fakirlere tekrar yayıyorlar. Mesele, refahı elden geldiğince yaygınlaştırmak, insanları daha yaşanılabilir bir hayat sunmaktır.

Bahsi evvelde ne anlatıyor üstad? Büyük oranda hikmetin konusu nedir, hikmet-i nazariye ve ameliye ayrımı yapıyor. Şunu bilelim, klasik anlamda hikmet ya da felsefe belli bir bilgiyi elde etmek ve ona göre yaşamaktır. Bugünkü anlamda saf bir entelektüel faaliyet değildir, akademik gevezelik kesinlikle değildir. İnsanlar bir bilgi elde ediyorlar, bu epistemedir, burhani bilgidir, nedenli bilgidir: hem niçini hem nasılı birlikte veren bilgidir. Bu bilgiyi elde edeceksiniz ve buna göre yaşayacaksınız.

Bilgiyle amel arasında zorunlu bir ilişki var mıdır? Yunan'dan gelen erdem öğretisine göre vardır, sufi geleneğe göre yoktur. İlminize göre amel edin elbette, bu durum bu anlama gelmiyor. Burada mesele, zorunlu, özsel, essential bir ilişki var mı yok mu, bunu tartışmasıdır.  Nicomakos'a Etik'te Aistoteles diyor ki, "hırsızlığın yanlış olduğunu bilen biri zorunlu olarak hırsızlık yapmamalı", ama yapıyor. Yunan düşüncesi bunu izah edemiyor, bir sürü numara yapıyor. Sufi ve kelamcılarda yok böyle bir şey ama eylem öğretisinde var tabii.

İlmiyle amel etme gereği başkadır, zorunluluk başkadır. İcabi değil, ihtiyari ama bu ihtiyar teşvik edilir. Elbette ilminle amel edeceksin, sadece ahlakta değil, bilginin bile gelişmesi için: Matematik okudun, pratik yapmazsan unutur gidersin. Fakat zorunlu değil. O onu, zorunlu olarak doğulmaz. Bu Yunani bir anlayıştır.

Kelamcılar ve sufiler böyle düşünmez. Yaratıcı ahlak düşüncesi tasavvuf üzerinden ilerler. Bireyi merkeze alır.  Sufi insan merkezli olduğu için orada daha yaratıcı bir ahlak anlayışı var. İnsanın iradesine daha açık. Öbürü çok mekanik çünkü bu ahlak anlayışı fizik biliminin bir devamıdır. Mizaç teorisine dayanır. Mizaç ve akıl ilişkisinin bir sentezi. Aklın iki gücü var: Ameli ve nazari.  Nazari ile ameli gücü kontrol ettiğimizde buradan ahlak çıkıyor. Yoksa akıl tek ama bu ayrımlar fonksiyonları itibariyledir. Nazari yukarı doğru çalışıyor ameli aşağı doğru. Nazari akıl soyut gerçeklikle ilişki kuruyor, aklın aşağı kısmı ise bizim mizacımızdan, karışımımızdan kaynaklanan doğal, tabii güçlerimizi kontrol ediyor. Acıktık, ye babam ye, akıl diyor ki, bu zararlıdır, dur.

Aklın, nefsi tedbirine ahlak denir. Akıl tefekkür eder fikir olur, tedebbür eder tedbir olur. Tedbirü'l-ferd yani bireyin yönetilmesi, ahlakın diğer adıdır. Neye göre; hayıra göre. Hayır nerden geliyor; akıldan.

Bizim yaptığımız şey, akılla maddeyi kontrol etmek. Bu kontrolü itidal üzre yaptığında, ahlaklı oluyorsun. İfrad ve tefride düşmeden ortada tutmak. Hiç yememek tefriddir, çok yemek ifraddır, ortası itidaldir. Tabii bu matematik orta değildir, herkesinki kendine göredir. İki metrelik adamın iki porsiyon yemesi normaldir ama ufak tefek birinin bi kuzu çevirmesi doğru değildir.
Adaleti eşitlikle karıştırıyorlar. Bir karikatür var: pozitif ayrımcılık budur ve adaleti sağlar.
Bilmiyorum siz masal ve efsaneleri ne kadar okuyorsunuz, uydurma hadislerde de bu çoktur, fazla değil 2300'lerden itibaren dünyada kadınlar hakim olacak. Tüm büyük sistemlerde verilen kıyamet alametlerinden biridir. Yalnız İslam'a has değil, Hint geleneklerde de böyle.  Belki daha önceden böyle bir tecrübe var. Evren sürekli yeniden karılıyor, belki böyle bir tecrübe var, bilemezsin yani. Şimdi dini anlayışa çok aykırı ve mitolojik ama bizde önce erkek sonra kadın yaratıldı, denir. Ama evrim teorisinde önce kadın sonra erkektir. Erkek, kadının bozulmuş formudur. O nedenle kadında  sırf kadın kromozomu vardır, erkekte ikisi de vardır. Neyse, buraya girmeyelim (Gülüşmeler). Bu tevhid inancına zarar vermez.


Piramityen düşünüceksiniz. Bu şizofrenik bir şey değil, bilginin tabiatı böyle. Her bildiğiniz her yerde anlatılmaz. Hazreti Peygamber her bildiğini anlatıyor muydu insanlara? Kafayı yer insanlar. Gazzali, Fahreddin Razi anlatıyor muydu? Epistemolojik şizofreni ile ontolojik şizofreniyi karıştırıyoruz. Bilginin gökdelen gibi kat kat olması lazım. Çocuğuna her şeyi anlatıyor musun? Çocuğa başka anlatırsın, öğrencine başka anlatırsın.

Mutluluğun anahtarı epistemolojik şizofreniden geçer. Bu havas- avam ayrımı değil. Çünkü yalnız bir ayrım yok. Ayrıca ontolojik tevazu ile epistemolojik tecazuyu da birbirne karıştırmayın. Ontolojik olarak hepimiz Allah'ın yarattığı kullarız, tarağın dişleri gibi diyor Hazreti Peygamber. Ama epistemolojik  eşitlikten bahsetmiyor. Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz diyor, bilenlere veririm diyor. 

Bak gördün mü, eşitsizlik başladı. İnsanlarda eşitsizliğin kaynağı bilgidir. Biliyorsan biliyorsundur, tevazuya gerek yok. Ama efendim ben özel yaratıldım, hadi git ordan. Ölüm herkesi eşitler. Sıfır gibidir. Ölüm çarptı mı kral da sıfırdır köylü de. Ama bilgi öyle değil. Ama Aristotales de İbn Sina da hiç sıfır olmadı. Hala yaşıyorlar. Bilgi ölmez çünkü. O nedenle epistolojik tevazu olmaz. Burda biri kriz geçirse, doktor var aramızda, saklıyor kendini, "şimdi söylesem yanlış anlaşılır", olur mu öyle. 

Tevazu biraz yerini bilmek demektir.

Şimdi aklın nazari ve ameli ayrımı fizikseldir. İlimler de buna göre ayrılıyor. 

Ameli ilimler üç tanedir: 
ferdin idaresi (ahlak), 
ailenin idaresi (ekonomi), 
toplumun idaresi (siyaset). 

Yani ahlak bireysel bir şeydir, toplumun ahlakı olmaz. Bireyin idaresinden fazilet ortaya çıkar, diğer ucuna ise rezilet diyoruz. Ailenin idaresinden menfaat, toplumun idaresinden maslahat ortaya çıkar. Aile derken çekirdek aileyi kast etmiyorum, büyük aile, topluluk kast ediliyor, aşiret veya kabile olabilir. Her topluluk kendi menfaatini önceler, faydayı arar, zarardan kaçar. Yani aile içinde önce çekirdek aile önemsenir. Zekatta bile böyledir, önce yakından başlarız. Ama toplulukların menfaatlerini toplumda maslahata dönüştürüyoruz. Maslahat, menfaatler arasında çatışmayı giderecek ortak noktadır. Sulh yani. Menfaatinden vazgeçmeyen topluluklar, Türkiye'de maslahatın inşasına engel oluyorlar. Dini ve seküler cemaatler, partiler kendi menfaatleri üzerinden gidiyor, bunu dayatıyor, tasallut ve tahakküm ortaya çıkıyor, kavga oluyor.  Halbuki senin de menfaatin var benim de, bunun ortasını maslahata çevirmemiz lazım. Son dönem olaylarının nedeni bana kalırsa, budur. Fetöcülük bir zihniyettir, çok fetöcü var aramızda. O grup gitti başka gruplar var şimdi, boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Bu zihniyetin en önemli özelliği, kendi menfaatini topluma maslahat diye dayatmaktır, kendini toplum yerine ikame etmek, toplumun değerlerini dikkate almamaktır. Bunu herkes yapıyor. Ben bunu görüyorum üniversitede. O gitti başka biri geldi, onlarla kavga ediyoruz.

Hepimizi aşan bir ilkeler bütününe göre hareket etmemiz lazım. Bu maslahatın beni de aşması lazım seni de. Örneğin, herkes kendi Türkçesini hakiki Türkçe diye bana dayatıyor. Bir fıkra vardır: Temel edebiyat öğretmeni olmuş, geliyorum fiilini çek demiş öğrenciye, Doğulu öğrenci çekmiş beğenmemiş, Egeli öğrenci çekmiş beğenmemiş, e be bi celiyrum diye çekemeysunuz demiş. İşte bu  bir dayatmadır. Biz neden hepimizi aşan bir gramer icat edemiyoruz. İstanbul Türkçesi böyleydi. Halbuki herkesi bırakalım keyfine göre yazsın o zaman, anlaşabilir miyiz? Anlayaşamayız ki. Ne kadar bilirsek bilelim dili, bir süre sonra kopar. Menfaat benim konuştuğum dil, ama hepimizi aşan bir ilkeler bütününe göre hareket etmemiz lazım. Bu da maslahattır. Yok hep benim dediğim dersen işte bu durumlara düşüyoruz. Bu bir iki kişinin yaptığı şey değil, okulda da böyle, toplumda da böyle. İşin doğasına uygun olarak düşünsene be mübarek, bu olur mu olmaz mı ona bak. Yok illa benim dediğimi yapacaksınız, sudan heykel yapacaksınız. Nefsini dayatmayacaksınız eşyaya.  

Tedbirü'l-Ferd (Ahlak), Tedbirü'l-Menzil (Ekonomi-Topluluk Yönetimi), Tedbirü'l-Medine (Siyaset) bu üçü ameli hikmettir. Buradaki ameli kesinlikle tatbikle karıştırmayın. Uygulamalı Hikmet diyorlar, olmaz. Nazari ve ameli aklın fonksiyonlarıdır. Amel aslında nazara tekaddüm eder. Çünkü ahlakı olmayan, belirli bir toplumda yaşamayan; faziletine, menfaatine ve maslahatına halel gelmiş bir insanın teorik düşünmesi de mümkün değildir. Hayr ilme tekaddüm eder diyor adamlar. çünkü ameli akıl hayrı yönetir, hayra göre iş yapmayı veyahut birbirini karşılıklı beslerler akılla hayr aslında belli bir noktadan sonra ikiz kardeş gibidir çünkü akıl, akıl olarak hayırdan başkasını talep etmez, böyle inanıyorlar. Aklı şerre götüren aklın kendisi değil, aklın mizaca ilişkin yanıdır. vehimdir.

Vehim, şeytandır. Şeytan aslında bir kişi değildir. Bunu diyen Fahreddin Razi. Razi ontolojik olarak şeytanı kabul etmiyor. Bu kelamcılar öyle muvahhid adamlar ki, Cenab-ı Hakk'ın dışında evrende etkin bir otorite olamaz, şeytan da olamaz, melekler de olamaz, diyorlar. Hiçbirinin mutlak otoritesi yoktur, hepsi birer fonksiyondur. Ha, insan resimlerle düşündüğü için, bunu şahıs olarak anlamıştır.

Soru: Bulutlar da fonksiyondur ama varlar.
Cevap: Bulut maddi ama bunlar manevi. Maddi olmakla fiziksel olmayı bile ayırıyor bizimkiler. 

Fiziksel olması demek manevi olmakla birlikte, maddede fonksiyon olan şeye fiziksel denir. Bunu Newton da ayırıyor: gravitasyon maddi değildir ama fizikseldir. Tabii, Newton kadar dindar bir adam zor bulursun, tam bir Eş'aridir.  Tek tanrılı bir inancı vardır.

Nazari ve Ameli mizaçla ayrılıyor. Mizacın da katları var. En altta dört unsur vardır, ya da atom var denilebilir, fark etmez. Buradan madenler, bitkiler, canlılar, sonra da insan. İnsan, bu hiyerarşinin en üst basamağındadır. Maddesi buraya bağlı, manası yıkarıda. O nedenle arada bir varlık. Dolayısıyla insanın mizacında dört unsurun özellikleri, bunların belli harmonik ilişkileri var, madenlerin özellikleri, gerçekten de bizim kimyasal bir yapımız yok mu? bitkisel özelliklerimiz: yemek, içmek, üremek gibi ve hayvani özelliklerimiz. Bu temel özellikleri ayrıntılı göreceğiz ama hayvani nefsin özellikleri neydi: yeme, hazmetme, üreme, kendi benzerini yaratma gibi özellkleri var. Hayvani nefsin özelliği, duyusal algısı var ve iradi hareket yapıyor. Ağaç güneşten sıkılıp yerini değiştiremez ama hayvan değiştirir. İnsanın ise akli iradesi var, ihtiyari yani. Bu özellikler de birbirine katılarak gidiyor. Akli irade ile hayvani iradeyi kontrol ediyorsun, işte ahlak budur. Çok mekanik bir şey gibi gözüküyor ama ayrıntı çok. Şehevi ve gadabi güçlerimiz var, gelecek hafta inşallah bunları anlatacağız, şehevi ve gadabi güçleri itidal üzere kontrol ediyorsun. Dolayısıyla hem aklın tabakaları var hem de mizacın tabakaları var. Zaten klasik gelenek, bugün de öyledir, tabakalı bir yapısı vardır.

İnsanın problemi zaten oradan geliyor, Madde ve mananın ortasında bulunmasından. Yine ahlakta, canlıların havaic-i tabiyyesi, yani zorunlu ihtiyaçları vardır, yemek, solunum, korunmak gibi. Bakın o kadar enteresandır ki, İslam medeniyetinde siz mahkemeye gittiniz diyelim, Ayşe Hanım geldi Rüştü'nün tarlasını işgal etti. Bugün Rüştü, Ayşe Hanım'ı mahkemeye verir, avukatlar tutarlar, hakim der ki tapun var mı, var. senin var mı, yok. Bitirir. İslam mahkemesi bunu yapamaz. çünkü havaic-i tabiyyeyi esas alırlar. Ayşe Hocam, sen bu tarlayı niye işgal ettin? Vallahi geçinecek başka bir şeyim yoktu, çoluk çocuk aç, ben bunu işleyeceğim ki para kazanacağım.O zaman, Rüştü kardeş, senin ihtiyacın yok, bu tarlayı işleme hakkını bir yıllığına Ayşe Hocama veriyorum, bunun karşılığı gelirin üçte birini sana verecek. Çünkü, bir insan havaic-i tabiyyesini karşılayacak ki ondan insanlık bekleyesin. O nedenle, kesinlikle ama kesinlikle, kadı ya da müftü, bizde ombdusmandır, net karar veremez. İşi insanın lehine çözmek zorunda. Şeriat kötüymüş, tabii kötü, çünkü bir işe yarıyor. 

Fakirlikten, açlıktan ölen nice insan var. İslam hukukunda, bir insan açlıktan öldü mü, kaç kilometre içinde yaşayan ne kadar insan varsa sorumludur, cezalandırılır. Bakın, bir köyde bir insan açlıktan öldü mü, bütün köy cezalandırılır. Ölümüne izin vermeyeceksin, havaic-i tabiyye. Avrupa bunu uyguluyor. Kanada'da şahit olduk. Kredi aldı iflas etti, banka gelip senin yaşadığın eve ve arabana el koyamaz, havaic-i tabiyye kabul ediliyor. Ama vahşi kapitalizmde böyle değildi, giderek  mekanik rasyonellikten vazgeçiyorlar, insan merkezli düşünmeye çalışıyorlar çünkü Avrupa'da insan azaldı. 

Avrupa'nın insanı korumaya çalışmalarının sebebi nüfuslarının olmayışı. Kadınlara verdikleri haklara bakıyorsun, ne kadar insani diyorsun, öyle değil, çocuk istiyorlar esasında. Üremiyor ki insanlar, o şartlarda nasıl üresin. Havaic-i tabiyye esastır, bunun üzerinde münakaşa edilemez. Bir insanın açlığı tartışılamaz. Adam tatlı çalıyor, ekmek çalıyor, hapse atıyor. İslam'da, o hapse atanı hapse atarlar. 

Niye çaldın, açım. Çalacak, hiçbir şey diyemezsin.
Sonra bunun üzerine kurulu insani ihtiyaçlar gelir. üçe ayrılır: zaruriyat, havaic ve müzeyyenat. Zaruriyat, üşüdük, üzerimize bir şey almamız lazım, yağmurdan bir yere sığınmamız lazım. Havaic ise bunun bir üstüdür, bir ev lazım, bir ocak lazım, bir meslek lazım. Müzeyyenat ise estetiktir. Bir katlı ahşap evde değil de Boğaz'da oturmak, lüks yani. Tüm bunları itidal üzere tutmak, esas budur. Dolayısıyla ahlak, bu anlattığımız ihtiyaçları da itidal üzere tutacak bir yapıdır. İstikamet üzere olmak, mesela budur. Ahlakın esas amacı insanı bir istikamet üzere tutmaktır.

Ahlak kelimesinin üzerine de biraz konuşmuştuk, hulk'tan geliyor, huy demek. ha-la-ka. Bu hulk'un, mizacın belirli bir fonksiyonu var, buna ahval denilir. hulkun fonksiyonlarına ahval denilir. Ahvalin de sabit olanına meleke denilir. Ahval geçici, meleke ise kazanılmş, sürekli fonksiyonlara denilir. Mesela, gülmek haldir ama cesaret melekedir. Utanma haldir ama çok utangaç insan denir ya, halden melekeye dönüşebilir. Ahlakta, mizacın melekeye dönüşmüş özellikleriyle ilgileniyoruz, halle ilgilenmeye gerek yok. Ama bu melekelerin en önemli özelliği, düşünülerek yapılmıyor oluşudur. Melekeler, yani huy, düşünülerek değil, tabımızdan kaynaklıdır. PEki burada düşünerek ne yapıyoruz, müdahaleyi yapıyoruz. Baba tamam cesursun da, ihtiyatlı ol. Melekenin kontrolünü akıl yapıyor, onu istikamet üzere tutuyor. Tamam kardeşim acıktın da abartma diyen akıl. Evlenmek de melekedir, mizaçtan kaynaklanır. Belirli bir cinsiyet olgunluğu gösteren kadın ve erkeğin talebidir. Hiç evlenmeyeceğim demek tefrid, gayrimeşru ilişki ise ifrattır.

Soru: Toplum o hale getiriliyor.
Cevap: Bu tabi bir şey değil. Burada kast edilen şey, toplumsal kimlik diyorlar buna, toplumsal bir pratiği tabiyata dönüştürmek.

Soru: O zaman örf tehlikeye giriyor mu? Toplum kötü şeyleri meşru hale getirebilir.
Cevap: Aldığın temel ilkelere göre örfü tadil ediyorsun. Örfü tadil etmek başka, reddetmek başkadır. 

İslam örfü reddetmez, tadil eder. Minimal bir metafizik var, bir hayat görüşü. Bu hayat görüşünün içindeki ilkere göre sen örfü tadil ediyorsun. Ama örf tabi bir şey değildir, cinsellik tabi bir şeydir. Cinsiyeti örfe dönüştürdü bunlar, diyorlar ki cinsiyet bir örftür, uzlaşımsal bir şeydir. Ama öyle olur mu, fiziksel bir karşılığı var bunun yani.

Soru: Dolayısıyla örf tartışmaya açık.
Cevap: Evet her zaman açık. Ama burada örften çok, cinsiyet meselesini örfe indirgediğiniz zaman, cinsiyet inşadır, itibaridir dediğiniz zaman problem oluyor. O zaman niye çocuk doğduğu zaman kız erkek deyip ona göre isim veriyorsun, fiziksel bir tarafı var bunun. Orada ciddi bir operasyon var. 

Söyleyeyim, bu kapitalizmle alakalı. Para getirdiği sürece böyle gider, sektör olmaktan çıktığında kendiliğinden gider o.
Burada bir kavramı atlamayalım. Vazi olanla tabi olanı karıştırmamak lazım. Nomos ve phesus. Bugün bu karışıyor. Tabi olan bizatihi insan iradesinden bağımsız olarak var olan bir şeydir. Vazi olan ise bizim belirli uzlaşımlarla, toplumun maslahatı için üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerdir. Dil, uzlaşımsal bir şeydir. Elbette bunun zemininde bir tabiat var, konuşma melekemiz var ama ağaç, three, şecere uzlaşımsaldır. Yasalar uzlaşımsaldır. Bu çok kadim bir mesele. Bunu ortaya ilk atanlar sofistler.  Poliperes Savaşlarından sonra Atina'nın yenilmesinin akabinde Atina'da kurulan Otuzlar 

Çetesi var Isparta'nın desteklediği, bu sıkıntıyı aşmaya çalışıyorlar, bunun nesi tabi, bu uzlaşımsaldır. Fikirlerin toplumsal karşılıkları var. Katip Çelebi örneğini vermiştim, o yanlış anlaşılmış. Hiçbir şey bilinemeyecek kadar değersiz olamaz, lafını niye söylüyor, kendisi simya ve gizli ilimlerle uğraştığı için onu meşrulaştırmak istiyor. Söz önemli de, sözün maksadı farklı. Katip Çelebi orada, İSlam toplumunda yüzyıllarca oluşmuş bir pratiğe meydan okuyor. İslam'ın omurgasında, ana caddesinde simya, astroloji, gizli ilimler abesle iştigaldir. Ara sokaklarda ilgilen canım,kimse bir şey demiyor. 

Ama medrese toplumun omurgasıdır. Medresede okutulmaz bu. Bugün de öyledir, bugün gazetedeki astroloji köşesine kimse müdahale etmez, ama sen gelip astrolojiyle devlet yönetmeye kalkarsan seni ne yaparlar.

Sofistlerin bunu ortaya atması da bununla alakalıdır. O dönemin siyasi, toplumsal, askeri olaylarını bilmemiz lazım. Bugün canım sıkıldı, nomos ve phesis ayrımı yapayım demez kimse. Tam bu olaylardan sonra Otuzlar Çetesi müthiş bir zulüm yapıyor, binlerce insan öldürüyor. Bunu da yaparken biz seçilmişiz, ilahiyiz, Tanrılar filan. Ne alakası var, bunları siz uyduruyorsunuz diyor. Bir adam, bunu bana Tanrılar söylüyor diyor. Anlatabiliyor muyum. Vazi ve tabi olanı iyi ayırmak lazım. 

Zaman ve mekanda olan, tarihte insanın yaptığı her şey vazidir.

Vahiy vazi midir, tabi midir? Tarihselcilik meselesini de böyle çözebiliriz. Kaynağı bakımından tabii, idraki bakımından vazidir. Diğer türlü müslüman olamayız. Hazreti Peygamber yazdı demen lazım o zaman. Vahiy, kaynağı bakımından tarih üstüdür, ama bunu idrak eden ben olduğum için vazidir. O nedenle  "benim Kur'an yorumum tabidir" diyemez kimse.

Soru: Peki Hazreti Peygamberin idraki nasıldır?
Cevap: Hazreti Peygamberin idraki de benzer şekildedir çünkü O da o anlamı belirli bir dilsel yapıya döndürüyor ama bilmiyoruz ki biz. Hazreti Peygamber kontrol edilebiliyor.
İnsan idraki  tabi bir zemindir, transendantel egodur,  hepimizde olması bakımından tabiidir. Homo sapiens sapiens'in idraki tabidir. Konuşma gibi, dil yeteneği bakımından meta-language tabidir. ama benim dilim, senin dilin, yüz sene önceki dil farklıdır ve vazidir. Müdrike, müdrike olması bakımından transendantaldir, yani hepimizden aşkın gibidir, ama bunun fonksiyonları sende bende farklıdır.

Kur'an okumak niçin önemlidir müslümanlar için? Çünkü İslam'da, ilahi olanın cisimsel hiçbir karşılığı yoktur. Bu kadar soyut bir şeye inanmak çok zordur. Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın, en azından kelam cinsinden tecessüm etmiş halidir. Dolayısıyla Kuran okumak, Tanrı'yla konuşmaktır. Bu açıdan Kur'an çok merkezidir, sadece anlamı değil fonksiyonu açısından da. Anlamını bilmeden okuyor adam, dalga geçiyorlar. Ne dalga geçiyorsun, sevgilisiyle konuşuyor adam, anlamını bilmesine gerek yok.  Hafız'ın bir hikayesi var, Hafız Kur'an okurken ağlıyormuş, müderris demiş ya Hafız bu ayetlere ağlanır mı, miras ayetleri bunlar. Hafız demiş ki, maşuktan gelen mektubun anlamı değil, bizatihi ona bakar ağlarsın.

Şimdi olaya bir de öyle bak. İslam gerçekten çok soyut. Bununla alakalı Materyalizmin Tarihi'ni okuyun, Ahmet Arslan çevirdi. Böyle bir din, tanrı inancı mı olur, bütün Hristiyanların bize yönelttiği en büyük eleştiri budur. İki önceki Papa Jean Paul diyor ki, öyle bir Allah'a inanıyorlar ki, sanki yok. Gerçekten öyledir. İslam'ın tevhid anlayışındaki tenzih çok abartılırsa Tanrı ortadan kalkar. O nedenle diyorum ki İbn Arabi'nin tutulmasının en önemli sebebi budur, tenzih ile teşbihi aynı anda çözmeye çalışıyor. Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın teşbih yönüdür bizde. Bu anlamıyla, Kur'an okudukça Cenab-ı Hak'la irtibat kuruyorsun.

 Bu ahlak mesela, vazi midir sizce tabi midir? Tabidir. Esas köken itibariyle tabidir. Ama kültürel etmenlerle vazi hale geliyor. Çok ağır bir şey bu. Bu ahlaka dönmek isteyenler var biliyorsunuz. Amerika'da MacIntrye erdem ahlakını yeniden diriltmeye çalışıyorlar çünkü diğer ahlaklarda erdem bazında bir zemin oluşturamıyorsunuz. Ahlakta değerlerin kökeni çok önemlidir. Kiminde tanrıdır, kiminde kozmik bir yapı, kiminde tabiat, nomos, kiminde gelenek ve göreneklerdir. Bugün günümüzde ise kamusallık değerlerin ölçütü olarak kabul ediliyor. Güçlülerin dayattığı etik, zayıfların ürettiği etik yaklaşımları vardır. Adalet, zayıfların güçlü olanın önünü kesmek için ürettiği bir şeydir diyor Sofist. Nietzsche de çok değil 19. yüzyılda aynı şeyi söylüyor. Hristiyanlık üst insanı engellemek için üretilmiş bir yalandır diyor. Bari müslüman olsaydık, hiç olmazsa erkek dinidir, zayıflığı reddediyor diyor.

Adaleti bu kadar itibari kabul edersen, vazi diyerek büyük problemler yaratabilir. O nedenle tabi tarafı olması lazım.

Son olarak şunu söyleyebiliriz. Bu ahlak kitaplarının nihai amacı saadettir. İnsanın teorik ve pratik kuvvelerini aktüel hale getirip insanın olgunlaşmasını sağlamak. Bu yüzyılda ise ahlakımızın amacı saadet değil tek başına, insan-ı kamil olmak. Bu ahlakı uyguladım da mutlu oldum demiyorsun. Hatta ben onu şöyle söylüyorum. İnsan-ı kamil anlayışı İslam'da çok eskiden beri var ama bunu felsefi bir dile döken İbn Arabi, Konevi, Cendi, Fergani, Tilimsani, Fenari, Kayseri gibi isimler. İnşallah Fenari'nin  şu Misbahü'l-Üns'ünü biri çevirir de bütün ümmet okur. Misbahü'l-Üns bizde insan-ı kamil felsefesinin en güzel kitabıdır.  Benim kişisel kanaatim, bu Ahlak-ı Alai metni fazilet kavramını, erdem kavramını insan-ı kamil kavramı etrafında yeniden organize etme işidir. Mesela Taşköprüzade'nin metinlerinde benzer bir teşebbüsü orada görüyorsunuz. Demek ki, bu dönemde Osmanlı düşüncesinde böyle bir yaklaşım var. Vahdet-i vücudla Meşşai ve Kelami felsefeyi terkib edebilir miyiz gibi bir arayış var. Ben bunu gördüm en azından.  Ahlak-ı Alai kitabının gücü hem felsefi hem irfani hem kelami hem dini ve hatta edebi olmasından ileri geliyor.



*** 
Ders notları için Sayın Burcu Bayer'e teşekkür ederim.

***

2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts