İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-IV

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-IV



Hikmet ( ح ك م)
11’e yakın anlamı var. İlimde, amelde ve icatta muhkem iş yapmak. Mutkîn (sağlam) iş yapmak. Bu yüzden her disiplinde hikmet başkadır. Fıkıhta hikmet namaz olabilir, kuranda sünnet vs. Kısacası hikmet sağlam iş yapmaktır.

Biraz derinleştirirsek, hikmet: eşyanın tabiatına göre düşünmektir. Misal: sudan heykel yapmaya kalkan kişi hikmet üzere değildir. Suyun tabiatı heykel fikri ile tenafür içindedir, birbirlerini iterler.
Hikmet: eşyanın tabiatına göre yargıda bulunmaktır, lakin nefsini katmadan. Nefsini katarsan ona hikmet değil tahakkum denir. Bunu yapana da hâkim değil mutehakkim denir.

Hikmet adalettir. Tahakkum zulümdür.

Adalet her şeyi yerli yerine koymaksa hikmet de bunu bilgi, yargı düzeyinde yapmak olduğundan hikmet de bir denge durumudur. (zaten ahlak felsefesinde adalet, hikmetle özdeş kabul edilecek)

Mevcûdât-ı hâriciye; idrakimizin dışında olandır. Burada kastedilen idrak zihnin, aklın bir fonksiyonudur. Bu fonksiyonun dışında olmadır.idrak; yakalamak dersek, yakalanan şey yakalama eyleminin dışında olandır.
Hikmet = nefsu’l emrde (-de hali, yani mekan) ne halde ise o halde bilmek.

Nefsu’l-emr: bilginin uzayı;
1-      Harici nesnelerin bilgisi
2-      Vehmi nesnelerin bilgisi
3-      Zihni nesnelerin bilgisi
buna hakiki bilgi deniyor.
Hakikat ile hakiki’yi karıştırmamak gerek!

Hakikat: dış gerçeklik, realite.
Hakiki: dış gerçeklik (harici) + iç gerçeklik (vehmi) + akli gerçeklik (zihni), bu üç gerçekliğin ürettiği ve doğru bilgi veren uzaya ait önermeler. Nefsu’l-emr!
Bir şey ne halde ise o hal üzerine yani olduğu gibi nefsini katmadan bilmek. Tâkat-ı beşeriyye vefa ettikçe; yani insan gücünün oranında. Bu oran bilimden bilime değişir. Astronomide farklı, fizikte farklı, teolojide farkıdır. Peki tâkat-ı beşeriyyenin sınırı nedir dersek işte bu tartışmalı bir mesele. Biz burada istidlali bilgiyi konuşuyoruz. İstidlali bilginin bittiği yerde istişhadi bilgi başlar. Artık istişhadi bilgide bireysellikler işin içine girmeye başlar. Mistik tecrübe, tasavvufi tecrübe, irfani tecrübe.. bunlar ayrı bir alandır.

Bir yerde “kavl” varsa o istidlali bilgidir.
Bir yerde “hal” varsa o istişhadi bilgidir.

Bu hikmet tanımına göre ameli olan (eylem) hikmetin bir cüzü değildir. Halbuki verilen hikmet tanımı en doğru ve muhakkıkîn tarafından kabul gören görüştür. Ancak bazı hukeme hikmet tanımını genişletip, ameli de buna eklediler.

İlk dönem mutezile hiçbir mücerredi kabul etmez. Çünkü onlar için maddeden âri olan yalnızca Allah’tır. Nefs için insan kalbindeki ince sıvıdır derler. Yani bugün bizim düşündüğümüz gibi bir ruh anlayışı yok. Halbuki her ismin ontik bir karşılığı olmak zorunda değildir. Gazâli’den sonra iş değişiyor çünkü mücerred bir ruhu/nefsi düşünerek insanı idrak etmek çok kolay. Özellikle öldükten sonra insanın sürekliliğini sağlamak (ruha ölümsüz bir entite demek) herkesin işine geliyor. Bu görüş Gazâli’den önce ana damarda yoktu. Gazâli bu görüşüne bir ilke koyarak mutezilenin de karşı çıkacağı yerleri engellemek için akıllılık ediyor. “aynı cinsin altına düşen kavramların aynı niteliklerden pay alması zorunlu değildir” diyor. Yoksa kelamcılar diyeceklerdi ki; tanrı mücerred, nefs mücerred. Nefs tanrının bir parçası mı? Yoksa tanrı mı? Nedir nefs? Gazzâli koyduğu bu ilke ile bunun önüne geçiyor. Gazzâli’ye kadar böyle bir ilke konulamamasının sebebi Yunan felsefesinin etkisi. Gazzâli Yunan felsefesini fazla takmadığı için böyle bir adım atabiliyor. Artık bu kitap yazılırken; nefs: cevher, mücerred, bireysel, kulli değil, kozmik değil, tümel değil. İnsanın bütün kognitif fonksiyonlarını taşıyan, mudebbirul beden (bedeni tedbir eden, yöneten, yönlendiren enerji.)

Tanıma geri dönelim;
“hikmet nefs-i insâniyye’de ilm ü amelin husûlü ve nefs-i insâniyye bu iki cihetten kemâl-i mu’teddun bih olan mertebeye vusûlüdür.”

Yani: insan nefsi var ve bu nefs hem bilgi/ilim hem de amel/eylemi birlikte icra ediyor. Ve ilm ü ameli birlikte icra ederek kemale erdiriyor. Bilmekten maksad: insandaki ilmi ve ameli kuvveleri harekete geçirmek ve açılımını son sınırına taşıyıp kemale erdirmek.

Tûsi, Ahlâk-ı Nâsırî’de şöyle diyor: “Hikmet eşyâyı lâyıkı ne ise öyle bilmek, ef’âli lâyık nice ise öyle kılmaktır.” Dolayısı ile hikmet sadece bilmek değildir, bilmek ve ona göre eylemektir. Yani sadece akademik felsefe değil. Bu zaten filosofya’nın tercümesidir. Filosofya Yunan’ lar da belirli bir tarz bilgiyi/epistemeyi elde etmek ve bu epistemeye göre eylemektir. Bu yüzden arapçada da amel (ع م ل) ve ilim ( ع ل م) aynı kökten gelir, sadece yerleri farklıdır. Öncelik ilimde de değil, amelde de değildir, birliktedirler. İkiz kardeş olarak kabul edilirler.

Şimdi bu tanımlardan ve ihtilaftan sonra geri dönelim ve hikmete dair yeni bir taksim yapalım. Aslında Kınalızade kafamızı karıştırmak için bizimle buraya kadar oynadı. Bu pedagojik bir tekniktir. Esas yapmak istediği şimdi verecekleridir ama öncesinde diyor ki; metinlerde şöyle görürsün, böyle ihtilaflar olur vs. Halbuki bizim gördüğümüz yok, bunlar zaten tartıma konuları fakat bizi genel çerçeveden haberdar etmek için, kafaları karıştırmak için böyle bir yol izliyor.

Hikmetin tarifinde en önemli kavram mevcûdât-ı hâriciye (harici var olan). Biz şeylere, eşyalara mevcûdât-ı hâriciye dediğimizde, isim olarak bunu yüklediğimizde, nefsu’l-emr’de iki kısımdır. Yani hakiki cihetten iki kısımdır. (yani diyecek ki bize, yukarıdaki ilk tanım doğru amma mevcûdât-ı hâriciyyeyi iyi anlarsan)

Birinci hârici var olan, dışsal var olan, dış gerçeklik (mevcûdât-ı hâriciye) ikiye ayrılır:

1-      Tabiat
Varlığında, var olmasında, meydana gelmesinde insanın, beşerin kudret ve iradesine dahli yoktur. Misal: eşya, nesne, ağaç, insan,... Bunları biz var kılmıyoruz. İslam düşüncesi radikal gerçekçidir. İster sûfiler olsun, ister kelamcılar olsun ilke şudur;
“evren, evren olmak bakımından insanın iradesinin ve kudretinin dışında vardır.” Çünkü Allah’ın mahsulatıdır, vehim diyemezsin.
Fusustaki metinde evren mefumdur diyor. Buradaki idrak cihetinden mefhumdur çünkü insanın kognisyonunda vehim diye bir güç var. Kastedilen idrak cihetinden, yoksa evrenin varlığı mefhumdur demiyor, o zaman tanrının varlığı mefhum olmuş olurdu. İdrak bize bağlı.
2-      Hayat
İnsan eyleminden sâdır olan ve bu eylemin cisimleşmiş hali olan vücudu hârici var ki, bunun varlığı bize bağlı. İnsan iradesinin tecessüm etmiş, objeleşmiş halidir. Misal: mimari eserler, devlet, ...
(hegel – logos – objeleşme)
Dolayısı ile hikmet hem bu tabiatı hem de bu hayatı (olduğu gibi, nefsi katmadan) bilmektir.
Hayat varlık alanı (insan iradesinin cisimleşmiş hali) Aristoteles’ ten beri vardır. Fakat bunu İslam düşünce geleneğinde eleştiren Gazzâli ve Râzi’dir. Bu yerleştikten sonra tarih bilimini kurabiliyorlar. Çünkü tarih biliminin nesne alanı hayat nesneleridir. Bunu da vücudu hârici kabul edeceksin ki ordan tarih bilimini üretebilesin. İbn-i Haldûn Mukaddimesinde bunu uzun uzun anlatıyor. Başka türlü olamazdı. Ontolojisi olmayan bir epistemoloji olmaz.

Tabiat ve hayatın tek farkı var: Tabiatta (causality) nedensellik var, hayatta da (causality) nedensellik var ancak tabiattaki (cause) neden, hayattaki (reason) gerekçe.

Biz tabiatta nedenleri takip ederiz çünkü tertip ve sıra düzeni vardır. Hayatta da yaptığımıza ilişkin bi gerekçe (reason) vardır. O gerekçe eylemimize bir düzen kazandırır. Fizik-kimya yaparken (cause) neden buluruz. Cause geçmişe nispetledir. Yani bir olay var ve bunun nedeni için geçmişe döneriz. 

Tarihte ise (reason) gerekçe vardır. –niçin bunu yaptı? –şundan dolayı.
Eğer mevcûdât-ı hâriciye iki kısma ayrılıyorsa, hikmet de ikiye ayrılacak:
1-       mevcûdât-ı hâriciyeyi tâbîiyye
2-       mevcûdât-ı hâriciyeyi târihiyye
ihsan hocanın isimlendirmesi.
Hikmet-i Ameliyye ve Nazariyye (sy:42)

Hikmetin birinci bölümü, bizim irademizin ve gücümüzün dahli olmadığı mevcûdât-ı hâriciyyeden (tabiattan) bahseder. Buna nazari hikmet (hikmat-i nazariyye) derler. Çünkü onun bilgisinin elde edilmesi “bahs” ve “nazar”a bağlıdır.

Hikmetin ikinci bölümü, bizim irademizin ve gücümüzün katıldığı, bizim irademiz ve gücümüz olmazsa onların vücudunun olmadığından bahseder. Ona ameli hikmet (hikmet-i ameliyye) derler. Amelin/eylemin keyfiyetinden, niteliklerinden bahsettiği için amele nispet ederler.

Nazar:
-ilk anlamı ayin. Politeist dinlerdeki rahipler ayin yaparken bir güzergah takip ederler. Belirli harmonik ve ritmik bir şeydir. Buna nazar denir.
-İkinci anlamı, bu yolu, ritmik yapıyı, rahibi izlemek de nazardır. Çünkü izlerken katarsis yapıyorsun, pay alıyorsun.
-Yunan felsefesinde olimpiyat standında sporcuların yaptıklarını seyircinin izlemesi de nazardır.
-Aklın iş yaparken nesnesini izlemesi de nazardır.
theater – bakış – aristotelesdeki teoria/nazar; aklın nesnesini takip etmesi.
İslam dünyasına gelince bunun 3 anlamı var:
1-   aklın bilinen ile bilinmeyen arasındaki hareketi. Akıl bilinenden hareket ederek bilinmeyeni elde eden bir kuvvedir. Ama burada yön yok, gidip geliyor.
2-      Aklın bilinenden bilinmeyene belli bir güzergah içinde gitmesine nazar denir.
3-      Üç katmanı olan bir anlam. Bizim literatürümüzde esas nazar budur.
-         Akıl bir soru/sorunla karşılaştığında akla geri döner. (1. Hareket)
-         Bilinenlerin soruya/soruna göre uygun olanlarını tespit etmek (2. Hareket)
-        Soruyla/soruna alakalı bilinenleri sorunun cevabını verecek şekilde tertip etmek (3. Hareket)
Aslında aklın formel çalışma biçimi bir tür istidlal teorisini anlatır. Bu üç hareketten oluşan nazar tanımı bir tür kıyas teorisi, bir tür istidlal teorisidir. Bir de bütün bunları yaparken aklın kendini kontrol etmesi var (formel locig) buna aklın kendini mutâlası ve muzakeresi denir.
Bahs:
Nazarın bir mutemmimidir. Bulduğumuz bilinenlere uygun yüklemleri yükleme işidir. Yani uygun nispetler kurmaktır. Misal: hastalık 260°dir, denildiğinde hastalık ile 260° arasındaki nispet doğru değildir. Burada bahs hatası var çünkü bu mevzu (taşıyan) bu yüklemi taşımaz.
Klasik mantık, araştırma mantığı ya da keşf mantığı değildir. Klasik mantık temellendirme mantığıdır. Klasik mantıktan fizik yapılmaz, elde edilen fizik bilgisi sağın hale getirilir. Misal: İbn-i Heysem kitabını yazarken mantıktan hareket ederek onu yazmıyor. Deney yapıyor, gözlem ve hesap yapıyor. Elde ettiklerini yazarken o bilginin birbirinden çıkış süreçlerini göstermek için, daha dakik hale getirmek için kitabını kıyas teorisine göre yazıyor.
Aklın 2 fonksiyonu var:
1-      Tefekkür: yukarı doğrudur. Fikir var. Nazar!
2-      Tedebbür: aşağı doğrudur. Nefis var, nefsin fonksiyonlarını tedebbür eder, yönetir. Buna tedbir diyoruz. Amel (uygulama anlamında değil) var.
Tedbir ve fikir zât bakımından aynı, itibar bakımından ayrıdırlar. Yani itibarı farklı olmak şartı ile tedbir de bir fikirdir.
Tedbir – garazı, sonucu dikkate alarak düşünmektir.
Fikir – amaçsız, garazsız düşünmektir.
Misal: kış zor geçecek konserve yapalım demek fikir olsa da garaz, amaç olduğundan tedbirdir. Ama fizikte lazım olur diye fikirde bir amaçla matematik yapılmaz. Yani harici bir amaç yok.
Sâlih – sulh kelimesinden gelir.
Hangi eylem sâlihtir, hangi eylem makbuldür ki bunu tahsil edersek, elde edersek insan nefsi önce kemâle erer/olgunlaşır sonra da hakîki sâdete erer?
Ve hangi eylem bozuk ve eleştirilmiştir ki o eylemle katıp katışmak, nitelendirilmek insan zâtını eksiltir, ahiretteki durumunu şekavete götürür?
(Anlatımın usulu; nazarî anlatımdan, değer dünyasına geçip ayetlerden alıntı yaptı.
Felsefî, irfani ve fıkhî bir zemin oluşturuyor.)
Ahlak ilmini bilmek ahlaklı olmak demek değildir. Fiillerini güzelleştireceksin (tahsîn-i ef’al) ve amellerini olgunlaştıracaksın (tekmîl-i amel). Yani ahlak ilmi her ne kadar nazari hikmetin bir alt dalıysa da burada kasıt sadece mücerred bilmek değildir. Matematiği sadece mücerred bilebilirsin ancak ahlak sadece mücerred bilinecek değildir, eylenir.


***
Ders Notları için Sayın Naile Doğan Hajjar'a teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts