İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VIII

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VIII


İhsan Fazlıoğlu ile  Ahlâk-ı Alâ-î  okumaları 8.dersin metin halidir.

o   Bu derste, bugün halen tartışılana ahlakın doğa ve çevre ile (epigenetikte nature –nurture) ilişkisi üzerine durulacak. Huylarımız doğamıza, tabiatımıza içkin midir? Mizacın değişmesi mümkün müdür?
o   Hulk: Ahlâk;  mizaç: Karışım; feleklerin, kainatın doğuşunda bize verilmiştir.

Tebdîl-i Hulk Mümkin mi?  (s.50)

 “Ma’lum ola ki bu meselede hukemadan menkûl olan akvâl-i mu’tebere üç kavldir:

        i.            Tebdil-i hulk mutlaka emr-i mümtenidir(değişmez). Bir hulk ki zât-ı âdemide hâsıl ola, asla tebeddülü nâ-mukadder  ve izalesi gayr-ı müyesserdir, zira hulk emr-i tabî’dir  ve emr-i tabî’î avârızdan müteessir ve mevziinden mütebeddil ü mütegayyir olmaz.”

            İnsanın huyunun değişmesi imkansızdır, ‘can çıkar huy çıkmaz’; özü, zâtı  asla değişmez, gidermek kolay değildir. Ahlak, mizaç doğal bir şeydir; ârazlardan öz etkilenmez ve onlardan hareketle değişmez.

      ii.            “İkinci kavl odur ki hulk iki nevidir: birisi  tabi’idir, yani asl-ı hilkatta merkûz u mecbûldür, anın tebdili mümtenidir. Ve birisi dahi ülfi ve adlidir, yani me’lûf ve mu’tad olmaktan hâsıl olur ve anın tebdili mümkindir.”
            İnsanın huyları iki türlüdür, birisi insanın yaradılışının özüne temerküz etmiştir ve bu değişmez, ve birisi de doğduğunda etrafından ailesinden kazandığı alışkanlıklar değişebilir. Öğrenilmiş olan huyunu değiştirebilirsin ama verilmiş olan huyunu değiştiremezsin.

    iii.            “Üçüncü kavl oldur ki ahlak bi-esriha (hepsi) tebdili mümkin ve izalesi makdûrdur, zira hiç hulk tabî’î vü cibillî değildir, belki esbâb-ı hârice mu’addat-ı ârızadan hâsıl olur. Pes farz-ı tebeddül ve imkan-ı tahavvülünden hiç muhal-i zâti lazım gelmez ve hiç istihâle vü imtina’ müteretteb olmaz. Ve amme-i hukema ve cumhur-ı ulema bu kavli tashih eder ve bu mezhebi ihtiyar u tercih eylediler. Ve bu kavl-i fasl ve mezheb-i cezidir. Enbiyanın da’vet ü şeri’atları bu kavle mebni ve meşayıh-ı tarikat ve ulemanın terbiyet ü tarikatları bu mezhep üzerine  câridir.”

Huyların hepsi değiştirilebilir ve giderilmesi mümkündür. Hiçbir  huy doğuştan yani tabî değildir, cibiliyetimize işlemiş değildir; belki tam tersine harici sebeplerden ve ârızlardan sebep olur ( bugün de kabul gören görüş budur). İnsanın huylarının değişmesi de onun zatını ortadan kaldırmaz. Zat başka, huy başka bir şeydir. Alimlerin pek çoğu bu kavli doğru bulmuşlar ve tercih etmişlerdir. Tersi durumda toplum olmaz, dinin, alimlerim öğretilerine ihtiyaç duyulmaz. Neticede eğer insanın doğasını değiştirmek imkansızdır denirse , bizler eğitime, öğretime, dine ihtiyaç duymayız.

o   Fıtrat (fatara; çizmek) bizim insanlığımızın omurgasıdır. Fıtratmız bizim nâtık tarafımızla alakalıdır, mizacımız ise nefs tarafımızla alakalıdır. Fıtrat akli bir şey yani bizi insan kılan yapı,  nefs ise aklın maddeye temas eden tarafından hasıl olan yapısıdır. Tüm fonksiyonlarımız nefs ile alakalıdır. Fıtrat insanın bir nevi yazılımıdır, daha metafizik bir olaydır. Hepsinin arkasında olan bir mahiyettir (embodier).

“ ve hakikatte bu mesele bir mesele-i uhraya mübtenidir. Ve hukema ol meselede dahi ihtilaf etmişler ve her tayife bir takika gitmişlerdir. Ve ol mesele budur ki efrâd-ı nefs-i insan asl-ı hilkat ve mebde’i fıtratta nenin üzerine mecbul ne heyet ü halette meftûrdur. Bazi hukema zahib oldu ki hilkat ü tinet ve aferiniş ü cibilletine hayr-ı mahz üzerine mecbul ve kemal-i sırf üzerine mahluktur, amma badehu müzavele-i umûr-ı şehevvaniyye-i hasise ve mümarese-i ahval-i deniyye-i habise ve terk ü ihmal-i tahsil-i hayr u saadet ve muhalata-i ehl-i şerr ü şekavet  etmekle iktisab-ı melekât-ı rediyye ve tahsil-i ahlak-ı zemime eyleyip asl-ı hilkat ve mebde-i fıtratına muhalif ü münafi olur..”

1.      Huyların değişip değişmeyeceği aslında başka bir meseleye bağlıdır. Hukema bu meselede de ihtilaf etmişlerdir ve her bir taife bir yola gitmişlerdir. İnsan nefsinin fertleri aslı hilkat, ilk yaradılışta ve fıtratın ilk anında ne üzere cibiliyeti belirlenmiştir, çizilmiştir?  Bir gurup diyor ki insan nefsi mutlak hâyır üzeredir, herhangi bir çirkinlik ona bulaşmış değildir. İnsan nefsi sonrasında kötü, habis halleri uyguluyor, iyiliği emredecek yolları terk ediyor ve şer ehline karışıyor. Bunun sonucunda doğal olarak düşük davranışları ve yerilmiş kötü ahlakı kazanıyor. Yani insan başlagıçta beyaz bir kağıt, sonrasında kendi ihtiyar ve iradesiyle  çamura bulaşmış ve siyahlaşmıştır. İşin bu sonucunda fıtratının başlangıcına muhalif bir durum kazanmış olur. Nitekim hadis-i şerifte de “her doğan çocuk islam fıtratı üzerine doğar, onu Yahudi, Mecusi ya da Hıristiyan yapan anne ve babasıdır.” deniyor.

“ bazı hukema bu tarikten hârîb ve bu mezhebin aksine zâhib olup dediler ki nefs-i insanî asl-ı hilkat ve mebde’-i fıtratta vesah-ı tabi’attatn mahluk u mec’ul ve cevher-i nefs egerçi nûranîdir, lakin zulumat-ı tabi’atla muhtelit olmakla şerr ü şekavet üzerine mecbûldür. Lakin badehu ba’zına tevfik refik ve inayet-i Hâdî tarik olmakla tebdil-i hilkat ve tahvil-i fıtrat edip kesb-i hayrat ve istifâde-i meberrât etmek olur eğer şerr ü şekaveti nihayette ve cevher-i zulmanî cevher-i nûraniye gâlib-i mutlak değil ise.”

2.      Bu tartışmalar yazara göre aslında daha derin bir noktayı işaret ediyor. Mesele huydan ziyade nefs meselesidir, çünkü huylar nefsin bir sonucudur. Nefis doğuşta kötü müdür, değil midir? Doğuşta nûrani olan nefs cevheri ve  fıtrat, tabiatın pisliğinden ve karışıklığından şerre, şekavete, şakiliğe, kötülüğe mecbul olmuştur. Yani maddeye karışmıştır.  Burada bahsettiği nefs ontolojik olarak logosu yani aklı temsil etmektedir.  Saf akıl maddeye değdiğinde nefis meydana geliyor demiştik. Lakin Cenab-ı Hakk’ın yardım ve inayeti ile belli bir yola girer ve o yaradılışı değiştirip fıtratını geliştirebilir, hâyrı kazanabilir. Bu durum ancak tabiatında mutlak anlamda kötülük galebe gelmemişse mümkündür.

“Cumhur-ı hukema ana zahiblerdir ki nefs-i insani hadd-i nefs ve asl-ı mahiyetinde ne hayr-ı mahz ve sa’adet-i sırf üzere mecbul ve ne şerr ü şekavet-i baht üzerine mec’uldür, belki tarafeyne kâbil ve istidadı her cânibe hasıldır. Eğer tevfîk mu’avini olup ahlak-ı raziyye ve a’mal-i müstahsene tahsil ederse ehl-i sa’adet ü kemal ve eğer hizlan mukarini olup ahlak-ı rediyye ve ef’al-i müstehcene hâsıl kılarsa ehl-i şekavet ü nekâl olur.”

3.      Hukemadan çoğu şu kanaâte sahipler: insan nefsi mahiyetinde ne mutlak hâyır (iyilik, ne saf mutluluk) üzerine mecbul, ne de saf kötülük üzerine yaratılmıştır. Belki her iki tarafa da kabiliyeti ve istidatı var. Bu seçenek daha makul;  nefs bir potansiyeldir, kabiliyeti vardır ve kendisinin tercihi üzerine şekillenecek diyor, burada daha özgür bir alan yaratılıyor. İnsan bir istidattır her iki tarafa da meyyaldir deniyor.

“Calinos mezheb-i râbi’a zâhib olup dedi ki: Nüfus-ı insanniyye üç kısımdır . bir kısım oldur ki bi’t-tab’hayyirdir, yani hayr-i mahz üzerine mecbuldür. Ve bir kısım dahi ki bi’t-tab’şirrir, yani şerr-i sırf üzerine mec’uldür. Ve bir kısım dahi iki canibe mayil ve iki tarafa kabildir.”
4.      Calinos nefsi üç taksime ayırıyor. Birinci kısmı mutlak hâyırdır,  diğer bir tarafı mutlak şerdir ve bir kısmı da iyi de  kötüye de meyyaldir diyor. Platondan gelen bir taksimattır bu, ilk o metinlerde görülür.

“Ve bu matluba delil ve burhan irad eyledi, nitekim Ahlak-ı Nasıri’de (N. Tûsi’nin metni) menkuldür, Calinos eyitti ki : ‘ Biz bi’l-ıyân müşahede görürüz ki bazı kimesnelerin tabiatı hayr iktiza eder (mutlak iyilik üzere) ve bir vechile ol halden müntakil (ayrılmaz) olmaz ve bu kısım kalildir (çok azdır). Ve bazı kimesnelerin tabiatı şer iktiza eder ve hiç vechile hayrı kabul eyleyip şerden müntaki olmaz , ve bu kısım kısm-ı evvelden ekserdir( birinciye göre daha fazladır). Ve bazı kimesnelerin tabiatı ikisine de kabildir; musâhabet-i ahyâr ile hayyir ve mukarenet-i eşrar ile şirrir olur (iyi insanlarla bulunursa iyi, kötü huylularla bulunursa kötü olur); bu kısım mütevassıttır (orta kısımdır).”

 “Calinos’tan nakl olunan kelam muktezası üzere bazı ahlak kabil-i tebdil, bazının tebdili müstahil olur. Amma cumhur-ı müte’ahhirin ve amme-i muhakkikin sâbıkan nakl olunan mezheb üzeredir ki her hulk tebdili mümkindir, zira hiç hulk tabî’i değil ki tebdili mümteni’ ve intikali muhal ola. Eğer her hulk tabi’i olup tebdili muhal ve intikal ü tahvili istihaleye iştimal edeydi, şerayi’ü nevâmis-ki enbiya aleyhimü’ssalavat ihkam ve te’sis etmişlerdir- zâyi’ü bâtıl ve kavanin-i terbiyet ü siyaset-ki ulema vü ümera infaz u icrasına ittifak etmişlerdir.”

Tebdil: Bedeli konarak bir önceki durumun giderilmesi.
Mütekaddimin : Eskiler
Müteahhirin : yeniler (her bilimde kastettiği şey değişir,burada Gazali sonrası denmek isteniyor.)
Muhakkik: delille düşünen ele alan .
Eğer Calinos’un görüşünü kabul edersek, bazı huylarımızı  değiştirebiliriz. Ama yeni görüşlü  hukemaların çoğu huylarımızın değişeceğine hemfikirdir. Hiçbir huy doğal değildir mutlaka değiştirilir ve geliştirilir. Eğer huy, mizaç doğal ise ve doğanın buna hiç tesiri yoksa, şeriat ve ilahi kanunların anlamı kalmazdı. Bununla beraber terbiye yasaları ve devlet yönetimi, siyaset hepsi abes olurdu.

“Amme-i ehl-i âlem ta’lim ü te’dib-i evlad u etfâl ve terbiyet ü teskif-i üsera vü hadem ü haşem etmekte müttefiklerdir. Ve te’dib ü terbiyetin nef’i zâhir ve fayidesi mahsus u müşaheddir ve âyidesi rûşen ü bahirdir. Pes tebdil-i ahlak mümkin idüğü ke’ş-şems fî vasati’n-nehar zahir ü bedidardır. Gayet-i mâ fi’l-bâb ba’z-ı ahlka mahallinde temekkün ü istikrar bulmuştur ve cevher-i nefs anın âsâr u ahkamından dolmuştur. Anın gibi hulkun izale ve tebdili gayette düşvâr u asîr ve bu makule ahlak ashâb-ı cehl ü şakada bisyar ü kesirdir. Ve bu makule ahlakın izalesi riyazat-ı şedide ve mücehadat-ı kesire-i adide ister. Anın için ekser-i cühhal ü nâkıslar, hulka tebeddül nâ-mümkindir eyu tahayyül edip tebdil-i hulk  ve tekmil-i nefs tarikinde mücahede vü riyazet etmekden tekâ’ud edip kulel-i cibâl-i cehl ü dalalete tesa’ud ederler. Pes eğer imtinâ’ı tebeddül-i hulka ihtimal verip te’dib-i nüfus-ı insani ve siyaset-i eşhas-ı beşer hûsusunda tekâsül ü ihmal oluna, her kişinin zimam-ı umuru tabî’atı eline verile, ekser-i halayık noksan ı şekavette kalıp bazı esir-i fısk u giriftar ve bir zümre kulle-i kibr ü nahvetten haziz-i züll ü nekbete nigûnsar olalar idi. Lakin Rahmet-i Rahman ve lutf u inayet-i Hazret-i Mennan iktiza eyledi ki bazı nüfus bu vartalardan halas ve kurb-i kabülünde hâss u hâss’l-hâss ola. Lâ-cerem anlar için mü’eddibler ve mu’allimler ihsan eyledi.”

Nitekim bu tâlim ve terbiyenin mahsulleri de alınmaktadır. Ahlakın-huyların tebdilinin mümkün olduğu gündüzün ortasındaki güneş gibidir. Bazır kötülük ve şer huyların dönüşmesi zor olabilir, ahlakın değiştirilmesi kolay olmayabilir, bu kabuldür.  Şiddetli alıştırmalar ve pek çok denemenin ardından zor da olsa huylar değişebilir. Bir kaç vakâdan hareket edip gayret etmekten kaçınanlar olabilir.  İnsan kendi doğasına bırakılmamalı, muhakkak terbiye edilmesi lazımdır. Eğer bir insan işini kendi doğasına bırakırsa bu eksiklikler kötülüklerle karartılabilir.  Ancak Allah’ın lütfuyla insanlığın arasında  iyiliğe meyyal  insanlar var ve bu iyi insanlar diğer insanları yönetebiliyor, terbiye edebiliyor. İnsan insanı terbiye eder.

“Mü’eddib-i evvel, ekser-i nüfus u halayıka umumen şerayi’ü nevamis-i ilahidir, hassaten şeriat-ı Cenab-ı Hazret-i Hatemi ki nâsih-i şerayi’ u milel ve hatm-i edyan u nihal olmağın rüsum-ı hayrat ve fünun-ı âdabın cümlesin cami’ ve envar-ı feyz ü tekmil şümûsı kavâ’id ü kavanininden lâmi’dir.”
Birinci müeddib ilâhidir (vahiy), peygamberler vasıtasıyla insanlar terbiye edilir.

“Mü’eddib-i sânî, ashâb-ı akl-ı sahih ve erbâb-ı temyiz ü tercih olanlara hususen hikmet-i amelidir ki bu kitabımız bi-avnillahi te’âlâ ferayid-i fevayidine hâvi ve halâyil-i mesâyil ve hafâyâ-yı zevâyası hukemayı mütekaddimin ve fuzalâ-yı müteahhirinden nakil ü râvidir. Her çend ‘Ahlak-ı Nasırı ve Celali’de bu mevzi’de takrir olunan vücuh u delayilde, bel uyun-ı mesayilde mevâzı’ı-ı ebhâs ve mevâki’-i enzar vardır ki müsevvede-i ülada îrad u takririne câzim olmuştuk, hâlâ tıbâ’-ı erbâb-ı istima’ ridâ-yı melanet ü se’ametle mütezemmil ve imtidâd-ı atnâb-ı itnâba gayr-ı mütehammil fehm etmeğin bu mebeyyezede anları terk etmeğe azim olduk. Lakin bu kadar irâd ederiz ki gerekse mezheb-i cumhur olsun ki her hulk tebdile kabildir, gerekse kelam-ı Calinos’tan mefhum olan olsun ki bazı kâbil-i tebdil ve bazı aherin tebeddülü müstahildir, berherhal ü takdir ilm-i ahlaka ihtiyac mukarrerdir, zira bazı ahlakın imkan-ı tebdili bu ilme ihtiyacda kâfidir ve cümlenin tebdili mümkin olmamak muzırr u münafi değildir, nitekim ilm-i tıbba ihtiyac olmakta cemi’-i emraz kabil-i ilac olmak lazım değildir, zira bazı emraz kabil-i ilac ve anlardan tashih-i mizac mümkin değil idüği mettefekün aleyhtir. Ma’a zâlik ilm-i tıbba ihtiyac sahih ü sabit ve sebze-i nef’i bûstan-ı kulûb-ı ukalâda nâbittir ki ilm –i ahlak muhtacun ileyh idüği muhakkah ve hukema vü ulema arasında musaddakdır. Ve bazı ahlak kabil-i tebdil değilse dahi ihtiyac-ı mezbura münafi değildir, zira bazı âherin imkan-ı tebdil-i ve kabiliyyeti tahvili kafidir. Ve bu takrir ile bu makamda irâd olunan itiraz mündefi olur. Takrir-i itiraz budur ki bazı ahlak asla mütebeddil olmak ihtimali yoktur ve mahallinden izalesi kat’a mümkin değildir. Tecribe buna şahid-i sıdk ve burhan-ı satı ve ıyan u müşahede delil-i kâtıdır. Mesela bazı nüfu bir vechile gabâvet ü belâdet üzerine olur ki rüzgar-ı dırâz ve müddet-i dûr ana ta’lim ü tefhim etmeğe sarf-ı makdur oluna, dekayık-ı funun ve hakayık-ı ulumdan şey’i cüz’i fehm eylemez ve Şeyh Re’is Ebi Ali bin Sina bu halete ‘beladiyet-i mütenahiye’ diye tesmiye etmiş ve demiştir ki ‘şekl-i evvel bedihıyyü’l-intacdır ve lakin belid-i mütenahi istihrac-ı neticeden aciz ve matlubuna nâ-fâyiz olur; her çend sugra ve kübraya tasdik eyler, amma asgarın ekberde indiracına vâkıf olmayıp neticede tevakkuf eyler.’ Ve vech-i indifâ’ takrir-i mezkurda vâfidir, zira bazı ahlakın imkan-ı tebeddülü ihtiyacı- ilm-i ahlakta kafidir.”

İkinci müeddib (terbiye edici) ise sahih akıl sahipleri ve  iyiyi kötüden, güzeli çirkinden , doğruyu yanlışı ayırt edebilenlerdir. Fakat şu kadarı söylenebilir ki, çoğu görüşe göre  her huy değiştirilebilir. Veya bazısı değişebilir bazısı değişemez olsun, ilm-i ahlaka her zaman ihtiyacımız vardır. Mesela tıp ilmini kabul etmek bütün hastalıkların iyileştirilebildiği anlamına gelmiyor, ama biz onu yine de kullanıyoruz. Çünkü bazı hastalıkların ilaçla iyileştirilebilmesi mümkün değildir. Buna benzer şekilde de ilm-i ahlaka muhtacız. Bazı huylar değiştirilemiyor diye ilm-i ahlakı da yok sayamayız. Bazı insanlar ahmak olabilir, ne kadar eğitim alsa da mizacı gereği kafası çalışmıyor olabilir. Kısaca ahlakın bir kısmının tebdili mümkündür.

 ***
Hazırlayan Yasemin Sönmez'e teşekkür ederim.
             
             ***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts