Evvelkisi hiss-i müşterektir. Ve ol bir kuvvettirki dimağın
mukaddiminde konulmuştur. Havâss-ı hamse-i zâhire ile idrâk olunan suver cümle
anda müctemi’ olup nefs anın sebebi ile idrak eyler. Hukemâ bu kuvveti bir
havza teşbih ederlerki ana beş ırmak akıp döküle.
Hissi müşterek/ortak duyu (common sense)
dimağın mukaddiminde bulunur. Dimağ beynin ön
kısmındadır, fizyolojik olarak tıpta karşılığı vardır. Dış duyularla yani havâss-ı hamse-i zâhire ile
idrâk olunan; idrak nedir, koşup yakalamak demektir; suver cümle anda müctemi’ olup; buradaki suver şekil anlamındadır.
Tüm malzemeyi yakalar, onda toplanır ve nefis de onun sebebiyle bu duyu üzerine
idrak eder. Örneğin biz bir nesneye baktığımız
zaman onun hacmini, rengini; dilimizi dokunduğumuzda tadını, elimi
dokundurduğumuzda dokusunu, hepsini aynı anda idrak ederiz. Biz bunları dış
duyularla ayrı ayrı idrak ediyoruz, işte gözümüz görüyor kulağımız duyuyor,
bunları birleştiren; toplayıcı hissi müşterektir. Niteliği niceliği, ilişiği,
dış dünyadaki nesnelerin olgu ve olayların durumunu, dış duyular idrak ederler.
Hissi müşterek onları yakalar birleştirir. Hükema, filozoflar bu kuvveti bir
havuza benzetirler. Bütün ırmaklar gelir, orada toplanır. Duyma duyusu, görme
duyusu, tatma duyusu burada birleşirler. Hissi müşterek neyi yakalar; netice ve
şekilleri. Bu nesnenin şekillerini, niteliklerini, niceliklerini… Peki,
yakaladı hep böyle mi tutacaktır? Bir yere koyması lazımdır, ona depo lazımdır.
Depo hayaldir.
Hayal burada bir kuvvenin adıdır. Hayal batın-ı
evvellinin mukaddimine konmuştur. Hissi müşterekte yani ortak duyuda, cem’ olup; bir araya getirilip, idrak olunan sahib-i suret ve müdrek olan
nesneler, havvâstan gâip olduktan sonra bu kuvvet hıfz eyler. Hıfz, hıfze, hafız
yani. Şimdi; bir toplantıda Rüştü ile tanıştık. Rüştü'nün boyunu posunu her şeyini
gördüm. Ondan sonra ayrıldım, bir yere gittim. Biri sordu Rüştü diye bir
arkadaş dersinize gelmişti tanıyor musunuz? Saf, tutarlı bir emprist olsam Rüştü'yü
tekrar çağırmam lazım. Şimdi ama ben Rüştü’yü hatırlama işlemini nasıl
yapıyorum; hayaldeki depodan çıkarıyorum. Hıfz ettiğim hissi müştereğin
depoladığı yerden çıkarıyorum. Buna hayal diyoruz. Hayal, olmasaydı insan
akrabasını tanımazdı, her gördüğüne sen kimsin demesi gerekirdi. Bunun Osmanlıcası hayalhane’dir. Osmanlı
Türkçesinde hayal kullanılmaya başlayınca karışmasın diye buna hayalhane
demişlerdir. Ama Arapça metinlerde hayaldir. Ahlaki Alai erken bir metin olduğu
için hayal denmiştir.
Hayalhane bir
tür gardıroba benzer. Biz nasıl ki eşyalarımızı, ütüleriz ya da düğmeleriz gardıroba
koyarız hayalhane öyledir. Karşılaştığımız tüm olgu olayları 5 duyunun alanına
giren, uzayına giren yapıları alır oraya koyarız. Bunlar kondukça aşağı doğru
ezilirler. Bazıları siliktir. “Ya hatırlamaya çalışıyorum bi dakka, seni bi
yerden ısırıyorum ama...” böyle hatırlamaya çalışırız. hayalhane budur. Bazılarınınki çok güçlü olur
bazılarının ki çok zayıf olur. Türkçede hafıza ve hayalhaneyi karıştırıyoruz.
Hafıza başka bir şeydir. Hayalhane; bilgisayar diliyle söylersek jpeg.leri
koyduğumuz, pdf.leri koyduğumuz resimleri koyduğumuz yerdir. Bugün buna çağdaş
psikolojide resimsel hafıza denmektedir. Ve buradaki resimler
tekillikler/suver-i cuzziye içindedir. Burada tümellik yoktur, bu çok önemlidir.
Kognitif psikolojiyi böyle böyle kurulmuştur.
Peki, dış
dünyada sadece nitelikler mi vardır? Sadece madde mi vardır ? Ne vardır başka? Tipik
örnektir; kuzu kurdu gördüğünde ne yapar; korkar. Peki korkmak maddi bir durum
mudur? Hayır. Peki nasıl korkuyor, hangi duyusu ile onu idrak ediyor? Kurdun,
boyunu postunu toplayıp çıkardığında korku hasıl olmaz. O zaman herkeste olması
lazımdı. Ya da çocuk elini ateşe tuttu yandı. Bir daha ateşi gördüğünde
ürküyor. Niçin ürküyor? Çünkü tecrübesinden bir “anlam” çıkarıyor. Korku sevgi,
nefret… Mesela diyelim ki, bir çocuğu yaşlı sakallı bir amca hafif bir
tokatladı. Bir daha sakallı adamı görünce çocuk ondan kaçar. Hangi duyusu yapar
bunu? Günlük dilde çok kullandığımız "vahime" yetisi ile. Şimdi bu
önemli bir şey ve bu yüzden üzerinde uzun durdum. Bugün kognitif psikolojide de
daha farklı şekilde var. Vehim klasik psikolojide olumsuz bir şey değildir. Biz
bugün kuruntu anlamında kullanıyoruz. Vehim çok sonradan bu anlamı kazanmıştır.
Üçüncü kuvvet, Kuvve-i vahimedir. Ol bir kuvvettir ki me’aniye cüz’iyye; tekil anlam vardır.
Kurt görünce, ateşi görünce; bir nesneye bitişik olmak kaydı ile bir tekillik
içerisinde manayı idrak etmektir. Yoksa tümel korku kavramı, tümel sevgi
kavramı, tümel nefret kavramı değildir. Me’aniye
cüz’iyye mahsus değildir. Çünkü anlam
hissi bir şey değildir. Esas itibari ile 5 duyu ile idrak edilebilir bir şey
değildir. Velaki mahsusattan mahfuz,
kendisi 5 duyudan alınmıyor ama duyulur olarak idrak edilir. Kurt görünce ancak
kuzuda korku, ateş görünce ancak çocukta kaçınma duyusu oluşur. Kendisi mahsus
değil ama mahsus olarak; mahsus algılanabilir, duyumlanabilir demektir; ancak
duyumlanabilirden intiza ediliyor.
İntiza/nuzuv
ya da tecrid. Bu iki kavramı felsefe
çalışmalarında birbirine çok karıştırıyoruz. Çünkü klasik metinlerde de birbirinin
yerine kullanılıyorlar. İntiza/nuzuv(extraction) ayıklamak demek, tecrid(abstraction)
soyutlamak demektir. Şimdi ne demiştik hatırlayın. İnsan ikiye bölünür;
ihsas ve
idrak. İhsas ikiye ayrılırdı. Dış ve iç. Neticesinde iç duyular, havâss-ı bâtına
o da duyu’dur ama iç duyudur. Şimdi dolayısıyla ihsasın
yaptığı ameliye işlemlere ayıklama diyoruz. İdrakın
yaptığına ki bunu akıl yapıyor; soyutlama diyoruz. “Bir şey mücerreddir”
dediğimiz zaman ne yapıyoruz türkçede, soyut nesneler diyoruz. Mücerred
Arapçada klasik metinlerde iki anlama gelir. Birincisi; İdrakin iç duyulardan
yaptığı soyutlamadır. Akıl’ın bu sistemde dışarıyla ilişkisi yoktur. Çünkü duyulardan
malzeme gelir akıl burada işlem yapar. Duyulardan ayıklanmış
olandan soyutlama yapılır. Mücerred bu anlama gelir. İkincisi mücerred maddeden
ari olan demektir. Tanrı da mücerreddir çünkü. Ama tanrı böyle elde edilmiyor. Hiç
bir maddeye bitişmemiş anlamında. Ona da mücerred deniyor.
Klasik gelenekte
iki küre vardır; madde küresi ve ona çakışan mana küresi. Yani heyula ve logos.
Bunlar iç içedir. Evrende logos vardır ve orada duruyordur. Bu logos belirli
yerlerde çıkar hareketi yönlendirir. Madde ve mana birliktedir yani üstüste
çakışık bir halde. Ne zaman mana evrenden tamamen ayıklanıp belli bir yere
hapsediliyordu? Disenchatment; anlamdan arındırmak, bilim felsefesinde çok
önemli bir kavramdır. Hegel felsefe tarihinde kullanır. Bir de Weber
sosyolojide kullanır. Yahudilik ve Hristiyanlığın batı düşüncesine kattığı en
önemli kavram olarak bunu gösteriyorlar. Aslında
bunu bizim kelamcılar yapıyor. Evrende tanrının dışında spirütüel bir güç
varsaymamak kelamla başlar. Ama bu batı felsefesinde Descartes
iledir. Decartes’in cogito dediği budur. Cogito’yu buraya insan içine hapsedip
geri kalan her tarafı extentiō, madde kabul etmektir. Dışarıda mana yoktur; hayvan
bile makinedir, insan bedeni bile makinedir.
Modernizmi buradan başlatmıyor muyuz? Mana sadece Cogito’dadır. Dolayısıyla
evrene manayı insan yükler. Ama klasik gelenekte mana evrendedir. İnsan onu
intizar ve tecrid eder ayıklar.
Me’aniye cüz’iyye mahsus değildir. Çünkü
ben dış dünyaya baktığım zaman korkuyu görmüyorum. Kurtta bir nitelik olarak korku
var mı; yok. Ama ondan alınıyor. Ve lakin
mahsûsâttan me’huz, mahsûsâttan alınma ve mahsûssâta müte’allik,
ona bitişiktir. Burası çok önemlidir. Örneğin X'i nesne kabul edin, X’i 9 kategoride
anlatırız. En temelde cevher vardır ve bu
cevhere diğer 9 kategoriyi ekleriz ki bunlar da nitelik, nicelik, zaman, mekan vb.
Bu kategorilere de ecma-ı saniye denir. Peki anlam nerededir? Anlamda maddenin içindedir ve anlamı maddeden alırız, anlamı buradan
çekmemiz lazım. Bu çekme işlemi menşei intiza/ayıklama noktasından başlar.
Çünkü bir kavramın mahsus olandan geriye doğru gidilerek bir menşei intizası
var mı yok mu ona bakılır ki bu çok önemlidir. Örneğin daire kavramı. Daire
kavramının bir menşei intizası var mıdır? Daire kavramı ideal haliyle iç
duyulardadır, vehimde vahimededir. Ama daire kavramını vehim kendisi mi üretmiştir
yoksa dışarıdan mı alınmadır? Menşei intizası var mıdır yani. Vardır, çünkü dışarıda
dairemsi varlıklar vardır. Tam daire değildirler. Oradan alır, ayıklarız;
zihnimiz onu idealize ederiz. Birde şunu söyleyeyim bu iç duyuların adı
zihindir. Zeka burada ortaya çıkar, vicdan da aynı zamanda, duygu da burada
ortaya çıkar. Bunların akıl ile hiçbir alakası yoktur. Hayvanların zekâsı var
diyorlar. Var tabi, klasik gelenekte de var. Hayvanların hatta zeka dereceleri
bile söyleniyor, fil daha zekidir, karga zekidir. Zihinleri var çünkü. Havâss-ı
batına nefsi hayvaninin altındadır. Hayvanlarda idrak yoktur sadece. Vicdan,
duygu hayvanlarda olabilir, özellikle gelişmiş memelilerde. İşte kendi yavrusuna
acır, kendi yavrusu değildir ama diğer yavruları tehlikelerden korur gibi. Ama
idrak başka bir şeydir.
Bir şeyin menşe-i
intizasına bakılmalıdır. Örneğin elips, elipsin menşei intizası var mıdır? Ya da çok gelişmiş bir topolojisi
yok. O nasıl inşa ediliyor? Onun menşei intizası ne, bunların hepsinin üzerinde
durulmuştur. Çünkü eğer insan kendine bir şeyi konu ediniyorsa, bu nereden
geliyor? Demek ki temel bazı duygu durumlarını dış dünyadan menşei intizasının
olması lazım. Bunu işte hangi yeti alıyor “vahime”. Vahime müvehime ile
karıştırılmamalıdır. Müvehime başka, vahime başkadır. Hayali de muhayyile ile
karıştırılmamalıdır. Hayal-hayalhane başka, muhayyile başkadır. Hayal kuruyorum
diyorlar. Hayal kurulmaz, tahayyül edilir. Tahayyül başkadır, hayal başkadır.
Bunların karıştırılmasının en önemli nedeni, batılı filozofların bu metinlerle
ilk muhatap olduklarında bilmedikleri için konuyu birbirine katıp karıştırmasıdır.
Decartes bunları o kadar kötü karıştırmış ki, anlamamıştır çünkü. 1860’ta
emprik psikoloji Wilhelm Wundt tarafından kurulana kadar bütün kognitif
psikoloji batıda da, doğuda da Aristoteles ya da İbni Sina psikolojisidir.
Kant’ta bile. Çok geç olduğuna dikkat edin. Onun için batılılar bunları biraz
karıştırmışlardır.
Mesela adâvet-ü sadakat, düşmanlık ve
dostluk gibi, mahsus değildir. Bunlar (sensible) şeyler değildir. Velâkin adû ve sadîk mahsustur. Tekil
örnekler verildiğine dikkat edilmelidir. Düşmanlık ve dostluk mahsus değil, ama
düşman ve dost mahsustur. Bu mana o mahsûslardan
me’huz ve münteza’dır. Me’huzu ve münteza yani intiza edilmiş ayıklanmıştır.
Düşmanlık ve dostluk mahsuslardan düşman
ve dosttan alınma ve ayıklanmıştır. Eğer bu kuvvet olmasa, bir koyun kendi cinslerini gördüğü zaman
onlara dostluk yapıp, kurdu görüp kaçmazdı.
Vahime yetisinin
en geniş analizini yapan ve onu önemli bir kuvve olarak, faculty olarak alan
İbni Sinadır. Vahime yetisi çok önemli bir yeti İbni Sinada. Matematiği ve pek
çok şeyi vahimede kurmuştur. İbni Sina matematiksel bilginin kesinliğini
tanımlamak ve matematiksel bilgiyi mantıksal bilgiye göre ikinci kılmak için
bir operasyon yapmıştır. Bu operasyonu yaparken vahime yetisini öne çıkarmıştır.
Ama vahime yetisini yaratmamıştır. Vahime yetisi önceden vardır. Farabi’de çok primitiftir, Aristotales’te hemen hemen
siliktir, İbni Sina bunu merkez almıştır.
Soru: İbni Sina neden mantığa karşı matematiği
ikincil dereceye düşürmüştür?
Mantıksal
bilgi tümele dayanır, dolayısıyla öze, illete dayanır. Mantıksal bilginin
özelliği o tümel özsel olandan çıkarım yaparsın, kıyas teorisi ile sonucu
temellenirmiş olursun. Tümel zorunlu olduğu için özsel olduğu için o tümele
iliştireceğin her tekil durum özsellik kazanır. “Tüm insanlar ölümlüdür”
önermesi, tümel özsel illet veren bir önermedir. Şimdi bu tümel önermeye tikelleri birleştir.
Deki mesela Ali de insandır. Ne oldu iliştirdiğinde Ali de insandır önermesi
onun özselliğinden illetinden pay alıp “Ali de ölümlüdür”e döner. Şimdi
matematik önermeler de bana bir tümellik göster. Çok zor bir durum var burada.
Daire tümel midir, tekil midir? Öyle tartışıyorlar ki bunu. Bütün mesele oradan
kaynaklanıyor. Özetini söylüyorum. Diyor ki İbni Sina matematik nesneleri dış
dünyadan intiza yolla alıp vahimede idealize ederiz, tanımda varlığa getiririz
diyor. Dolayısıyla tanımda varlığa gelmiş bir nesne üzerinden yapacağımız tüm
çıkarımlar tüm ahkâm, mantıksal önermelere nispetle kesin yakîni değildir.
Çünkü daire varlığını nerede kazanıyor? Vahimede. Peki
nereden onu yakalıyorum, tanımda. Daire diyorum bir noktaya eşit noktaların
eğrilmesi ile oluşturduğu bir nesnedir diyorum. Bunu idrakte yapıyorum. Mantıkla inşa
ettiğim doğa felsefesi hep dışardan elde ettiğim intizalar ve tecritler
neticesinde vardığım tümel kavramlara nispetle temellendirdiğim yapılardır.
Soru: İbni Sina da tümeller ontolojik mi? Yani
dış dünyada varlığı var mı?
İkisi birlikte
onların yani Aristotelesçi çizgiyi devam ettiriyorlar. Hem beraberler hem
ayrılar. Tabi bu biraz karışık, İbni Sinada tümeller hem var hem yok kategorisi
diye bir kategori var onda.
Vahime ile
ilgili son olarak, vahime gücü hakikaten çok önemli bir güçtür. Fusus’ta ne
diyor? El-Alem mevhumu; alem mevhumdur. Bazı hocalarımız diyor ki, “bir
müslüman alemi mevhum kabul eder mi? Cenabı hakkın yarattığı şey vehimi olur mu?
Bu bir kuruntu mu?”. İşte o değildir buradaki. Kastettiği şey nedir? Biz dış
dünyayı iç duyular üzerinden idrak ettiğimiz için orada vehim gücü de iş
başındadır. Dolayısıyla bunu demek istiyor. Yoksa kuruntudur, anlamsızdır
değersizdir boştur demiyor Bir müslüman bunu demez zaten. İdraki mevhumdur.
Çünkü vehim gücü İbni Sinadan sonra çok belirleyicidir. İbni Sina’dan önce
yaşasaydı İbnü Arabi bunu diyemezdi. Çünkü vehim gücü merkezde değildir o
zaman. İbni Sina kognitif psikolojide o kadar belirleyici oluyor ki hepsi artık
kelamcılarda ona Razi'den sonra hatta Gazali hepsi dâhil olmuştur. Çünkü scientific/bilimsel
bir şey. Yani dönemin bilimsel paradigmasını oluşturuyor. Sana diyorki
mukaddemde, aklın içinde.
Hissi müşterek
süveri cüzziyeyi yakaladı hayalhaneye attı. Peki, vahime gücü mani cüzzeyi
yakaladığında nereye koyacak? İşte hafıza budur. Hafıza, klasik kognitif psikolojide
tekil anlamların deposu demektir. Onun için hafıza bizim kültürümüzde olumludur.
Biz bugün çocuklara çok ezberci davranıyorsun dediğimiz zaman kastedilen
hayalhanedeki, yani insanlardaki jpeg, pdf ezberletmektir, o problemlidir.
Yoksa anlamlar ezberlenmek zorundadır. Hafıza kötü bir şey değildir yani. Bakın
anlam ne kadar değişmiştir. İbni Sina bunu söyler zaten. Süveri cüzziye’ye
ilişkin hayali güçlü olan insanların anlama yetisinde problem olur diyor. Niye?
Malumatfuruş dediğimiz budur işte adam doldurmuştur kendini. Ana britannica, Temel
britannica hepsi vardır, ama adamda hiçbir şey yoktur. Anlama yetisi müdrik güç
daha farklı bir yetidir der İbni Sina. İbni Sina’nın meşhur mottosudur; mudrikesi
güçlü olanın hayalhanesi, hayalhanesi güçlü olanın mudrikesi zayıf olur. Hafıza
değil ama. Çünkü mudrikenin güçlü olması, hafızanın güçlü olmasıyla çok büyük
alakalıdır.
Dördüncü
kuvvet hafızadır. Ve o bir kuvvettir ki
kuvvet-i vâhimeyi idrak ettiği ma’nileri hıfz eyler. Yani vehim kuvvetinin
idrak ettiği anlamları orada korur. Nitekim hayal karşılaştırma yapıyor,
nitekim hayal hissi müşterekin idrak ettiği süveri mahsusatı hıfz eyler. Yani
nasıl ki hissi müşterekin idrak ettiği süveri cüzziyeyi hayal hıfz ediyorsa,
mani cüzziyeyi vahimenin idrak ettiği mani cüzziyeyi de hafıza hıfs eder. Bunlar
önemlidir. Çünkü iki tane gücümüz vardır. Operatif gücümüz, hissi müşterek ve
vahime, iki tane de depomuz var. Hissi müşterekin süveri cüzziyesi hayalde;
vahimenin mani cüzziyesinin hafızada
depolanır.
Beşinci Kuvve,
Kuvvet-i mutasarrıf; işlemci güç. Önemli bir güçtür. Mutasarrıf sarraftan geliyor. Sarraf işlemci
demektir yani. Ne işleyeceğiz; hayaldeki suretleri ve hafızadaki manaları,
anlamları. Kuvveyi mutasarrıfa tekil suretlere gider ve anlamlara iki eylem
yapar; tahlil ve terkip yani analiz-sentez. Tahlil içine girmek, hulül etmek
dağıtmak demektir. Helal kelimesini hatırlayın, haram sınır, helal sınırdan içeri
girmek demektir. Terkip birleştirmektir. Başka metinlerde fasl ve vasl
kullanılır. Fasl etmek ayrıştırmak, vasl etmek birleştirmektir. Bu kuvve,
bir şekli alır diğer şekle birleştirir, bir anlamı başka bir anlama katar onlarla
oynar. Kuşun kanadını çıkartır insana takar, insanın kafasını alır hayvana
takar, yakuttan bir dağ, gümüşten bir serv tahayyül eder. Mesela bunu şairler
yapar diyor. Bu kuvvetin tasarrufundadır.
Şimdi burada
vermemiş ama ben bunu size söyleyeyim; bunlar insana nispetle olan şeyler, burada hayvanı anlattığı için vermemiştir.
Ama insana bunu yüklediğimizde şöyle bir şey çıkar. Müvehhime ve muhayyilenin
ne olduğunu müdrikenin, müfekkirin ne olduğunu açıklamak bakımından söylüyorum
şimdi, Hissi müşterek’in deposu hayaldir; tekil suretler. Vahime’nin tekil
deposu hafızadır, tekil anlamlar. Kuvve-i mutasarrıfa; ikisine de operasyon
çekiyor. Operasyonların adını da tahlil-terkip, cem-tefrik, fasl-vasl olarak hepsini
kitaplarda görürsünüz. Hepsi üç aşağı beş yukarı aynı anlamlardadır. Şimdi
bunlar işlemleri yaparken akıl burada müdahale ederse, onu yönlendirirse, kuvve-i
mutasarrıfanın adı müdrike ya da müfekkire olur. Kuvve-i mutasarrıfa o zaman
kuvvet-i mütefekkire oluyor; düşünen güç, idrak eden güç. Mütefekkire düzene
koyan tertip edendir. Tefekkür Arapça’da tertip etmek, mütefekkire de onu
yakalayan demektir. Ama bu işlemleri yaparken, bu vahime dedik ya bu vahime
rahat durmaz. Vahime işin içine karışırsa yani şu fasl-vaslı, cem-tefrike
müdahale ederse o zaman muhayyile ve müvehhime, vehim gücü ve hayalgücü ortaya
çıkar. Bunun adı müvehhime ve muhayyile olur. Muhayyile sanatkârların şairlerin
olduğu iyi bir şeydir, müvehhime ise bütün sapkınlıkların ortaya çıktığı yerdir.
İnsan söz konusu olduğunda, ayni gücü akıl kontrol ettiğinde mütefekkire;
vahime kontrol ettiğinde ya da bulaştığında muhayyile ve müvehhime adını
alıyor. Onun için ortaya sanatkâr çıkıyor, müzisyen çıkıyor, şair çıkıyor ya da
sapık çıkıyor. Doğasından sapan bir canlı olmaz. Biz müvehhime yüzünden doğamızdan
sapıyoruz. Bunu sufiler şeytan olarak yorumluyor. Sufiler bunu Razi’den
alıyorlar. İbni Arabi’nin Razi olmadan önce ortaya çıkması mümkün değildir. Razi’nin
ilminin irfanı İbn’ül Arabi’dir. Çünkü ilim irfan ilişkisi vardır. Nasıl ki
İbnül Arabinin ilminin İbni Sina’nın ilminin irfanı Sühreverdiyse, Razinin
ilminin İrfanı da, İbnül Arabidir. Birbirini tamamlar.
-
Soru vahime'nin devreye
girdiği yerde irade onu kontrol edebiliyor mu?
İrade akli bir
şey değildir. Hayvanların da iradesi vardır. İrade iç duyularda ortaya çıkar.
Akılda ihtiyar var. Bunlar mecazen bir birbirlerinin yerine kullanılırlar. Ama
kesinlikle dikkat edilmelidir. İrade ve ihtiyar başka şeylerdir. İhtiyar
iradeyi kontrol ettiğinde ahlak ortaya çıkar. İrade vahimenin bir parçasıdır.
İrade iç duyularda vardır. İhtiyar iradeyi kontrol ettiğinde vahimeyi kontrol
etmiş olur. Örnek vereyim, şimdi size çok çeşitli vehim örnekleri verilebilir.
“herkes beni dinliyor bütün istihbarat örgütleri beni dinliyor şu anda ” diyen
insanlar vardır ya da “sabah yemeğini şurada yiyeyim şöyle olsun öğle yemeğini
burada yiyeyim böyle olsun” diye iştahını abartarak vehmini katan insanlar
vardır. Bir sürü vehim türü vardır. Bunlar deliliği yaratıyorlar. Kaç tane deli
türü vardır. Mesela aynaya bakma hastası, elbiselerine aşırı düşkünlük, kendi kendini
ekranda seyretmek isteyen. İhtiyar aklın irade zihnin ya da zekanın gücü.
İhtiyar iradeyi kontrol ettiğinde itidal ve ahlak ortaya çıkar. İhtiyar hayr
kelimesinden gelir. Kant’ın ahlak anlayışında esas olan nedir? Sadece hayr'ı
talep etmek ister. İhtiyar budur. Kant
bunu alıp sekülerize etmiştir. Akıl tek başına kaldığında nefse bulaşmadığında,
hayrdan başkasını istemez, doğrudan başkasını istemez, güzelden başkasını istemez, iyiden başkasını
istemez talep etmez. Çünkü herhangi bir amaca matuf değildir aklın talepleri.
Akılda tefekkür vardır, tedebbür yoktur. Tedebbür zekanın işidir, zihnin
işidir. Tedbir almak da bir tür tefekkürdür. Ama amacı dikkate alarak iş yapar.
Tefekkür ise amaçsızdır, saf kavramsaldır yani. Bunları birbirinden ayırmak lazımdır.
Halbüki insanların çoğu zekası, tedebbürü ile yaşar. İşte ilerde evleneceğiz
ona göre birikim yapalım, okuyalım, diploma alalım, iş bulalım… Bunların
hepsini tefekkür sanıyoruz, bunlar tedebbürdür. Bunlar tefekkür değildir,
bunların teorik tarafı tefekkürdür. Tefekkür tedebbürü kontrol edecek, ihtiyar
iradeyi kontrol edecektir. İrade istemek demektir. Türkçede istence de denir. İhtiyar
hayrı talep eder. Şimdi diyelim ki sen çok yemeyi seviyorsun Şu tatlıyıda
yiyeyim, şu kebabı da yiyeyim ama aklın sana diyor ki yeme ölürsün, sağlığın
bozulur. Orada ihtiyarın iradene saldırıyor, yapma dur hayırlı bir şey değil bu
diyor. Bakın bu ahlakta fiziksel bir ahlaktır. Tamamen içerde cerayan eder,
mistik bir şey değildir. Hepsi senin aklının güçleri, idrakinin güçleri, zekânın
güçleridir.
İnsanlar
zekaları ile yaşar. İnsanların zekaları ile alay edilmez. Akıl ile zekaya
konuşulmaz. Akıl ile akıl muhatap olur. Zeki Arapça parlayan demektir. Zeki
kişi duruma uyar. Akıllı demek değildir. İhtiyar aklın bir fonksiyonu olduğu
için akıl ile ahlakı özdeşleştiriyorlar. Akıllı olan ahlaklıdır, ahlaklı olan
akıllıdır. Kültürümüzdeki pek çok kabulü bunlar bize işaret etmektedir.
İhtiyarlar meclisi, muhtar… Muhtar dediğinin ihtiyar olması lazımdır. İhtiyar
hayrı talep eden demektir. Yaşlılar için ihtiyar diyoruz. Çünkü adamın nefsi
kalmamıştır, yani adamın zihni iç duyularının bir iradesi şehveti yoktur, çünkü
yarını yoktur. Adam artık tecrübeli güngörmüş, orayı terbiye etmiştir. Diyoruz
ki muhtar olsun, yani hayrı seçecek toplum için o mahalle için ihtiyarı en
güzeli en doğruyu talep edecek adam budur. İhtiyar heyeti de o demektir. Tamamen
yargılama gücüyle alakalıdır ihtiyar. Hayrı talep etme gücü olan insandır. Onun
için deriz ki yaşı çok genç ama ihtiyar gibi derler. Çünkü o kadar isabetli
kararlar alır ki hiçbir nefsi şey katmamaktadır içine, doğru olan ilke neyse
onu söylemektedir. Aklı selim sahibidir.
Kuvvet-i
muharrike ikiye ayrılır. Birincisi kuvve-i şeheviyye, birisi kuvvet-i gazabiyyedir.
Şehveti biz Türkçede çok yanlış anlıyoruz, şehvet isteme kuvvetidir, arzudur
yani. İstemek, irade ile karıştırmamak için bunu arzu diye çeviriyoruz. Akıl
maddeye bulaşmaz. Aklın maddeye bulaşan kısmına nefs denir. Bunu hiçbir zaman
aklınızdan çıkarmayın. Akıl oradan müdebbirdir. İnsanı yönetir, nefs üzerinden
yapar. Nefsi enerjiye benzetmiştik hatırlıyorsanız. Santral radyoya bitişir mi,
bitişmez. Uçurur çünkü. Akıl santral, prizi taktığında geldiği yer nefis. İçine
giriyor çünkü. Bulaşıyor maddeye ona nefis diyoruz. Vücut işlevselliğini
kaybettiğinde nefis geri çekiliyor. Şimdi nefis kendisine uygun olan nesneleri
ne yapar, kendine cezb eder çeker alır. Diyelim ki yemek görür böyle hemen
alır, bir şey görür kendi yararına olan her şeyi elde eder. Onun için ona
hareket ettirici derler. Hareket ettiriyor seni. Bakıyorsun kebaba, kebabı
gördüğünde, açsan atlıyorsun ya da orada güzel bir kalem görüyorsun ya da makam
görüyorsun.
Muharrikelerden
olan ikinci kuvvet, kuvvet-i gazabiyye’dir. Bu kuvve kendi hoşuna gitmeyen
nefret ettiği, tiksindiği şeylerden kaçar. Uygun olmayanlardan kaçış, bu
kuvvettir. Buradaki tanıtımı böyledir. Gazabiyye’yi ise daha farklı tanımlayan
metinler vardır. Kuvveyi şeheviyye arzu edileni talep etmek, edilmeyenden
kaçmak. Gazabiyye bir tür gazap, temekkün gücü demek yer tutma gücü, galabe
çalma gücüdür. Mesela hayvanlarda vardır, aslanlar köpekgiller burası benim
havzam derler bevl ederler; kuşlar, maymunlar kavga eder, bu gazabiyye gücüdür.
Buna temekkün gücü diyorlar. Yer tutma, mekânı kapma yani. İnsanlarda da vardır,
burası benim vatanım, burası benim evim dersin. Bide galabe çalma gücü vardır.
Örneğin iki kişi satranç oynar, biri diğerini yener. Oradan bir haz alır,
yendim der. 20 yıl sonra karşılaşırlar "Seni nasıl yenmiştim, hatırlıyor
musun" der. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen… İşte buna gazap, gazabiyye, galebe çalma gücüdür. Böyle tanımlayanlarda
vardır. Ama burada biraz farklı tanımlanmış. Şeheviyye talep edilen, mülayim
olanı elde etmek, çekmek; gazabiyye nefret, itmek olarak tanımlanmış. Farklı
tanımlar var.
Kuvvet-i
müdrike özellikle insanda olmalı ki biz kuvvet-i muharrikeyi yönlendirebilelim.
Çünkü akıl hep devrede oluyor. Ondan yardım talep eder. Nefsin mülayimetine
şuru ve idraki olmalı, çünkü bu iş bana uygundur ya da değildir; benim için
iyidir ya da kötüdür, idrak karar verecektir. Ancak ondan sonra biz onu isteriz
ya da istemeyiz, ondan kaçarız ya da kaçmayız. İrade sinirleri ve adeleleri
hareket ettirir, fiil bunun üzerine vücuda gelir. Ben bunu almak istediğimde ne
yapar iradem, hemen eli marifet ettirir. İhtiyarın böyle bir derdi yoktur. İhtiyar
bizim adalelerimizi hareket ettirmez, idare ettirir.
Not: Emprizmi felsefi sisteme çeviren
Almanlardır. Decartes hariç Avrupa’da Almanların dışında filozof yoktur. Birçok
İngiliz filozof abartılır. Bir bütünün parçası olduğu için büyük olurlar. Bütün
büyük olunca, parçada bütünle önem kazanır. Hume'u yani emprizmi felsefi sistem
haline getiren Alman Viyana Okulu’dur. Analitik felsefeyi Viyana Okulu
kurmuştur. Amerikan ve İngiliz analitikçiler eğitimlerini gelip Viyana’dan almışlardır
ya da ikinci dünya savaşı esnasında Almanlar oralara gidip onların hocaları
olmuşlardır. Ernst Mach Viyanalı bir fizikçidir. Felsefe’de 1750-1950 arasında
200 yıl önemli isimler Almanlardır; Kant, Hegel, Leibniz, Heidegger… Hem edebi
felsefe, hem bilimsel felsefe, kuantum fiziğinde öncülerdir. Scientific teori
kavramını Almanlar icat etmişlerdir.
Not:
Mutezile “vahime”yi Öklid matematiğinin problemli teoremlerini kendi
ontolojisinde temellendirmek için matematiğin ilkesinden yararlanmak üzere
kullandı.
***
Ders Notları için Fatma Rüveyda Baş'a teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder