Herhangi bir metni okurken metni
üç boyutlu okumak yani lafızların delalet ettiği mefhumlar üzerinden okumak metnin
bize vermek istediğini almamız için temel şarttır. Aksi durumda sadece boş
lafız tekrarı yapmanın ötesine gidilemez. Ahlak-ı Ala’i metni de bunun en güzel
örneğidir diyebiliriz. Çünkü bu metinde kullanılan her kavramın dalalet ettiği
nesne bilinmediği zaman aslında metnin iddiaları ve söyledikleri çokta
anlaşılmayacaktır.
Amma Ba’d da müellif kendi künyesini ve eseri kime ithaf ettiğini, eseri niçin yazdığını söylerken aynı zamanda o alandaki yazılmış diğer eserlerle mukayeseni de yapar.
Dibacelerde ki en temel özellik müellif eseri yazıldığı dilde ki vukufiyetini ortaya koymasıdır. Bundan dolayı dibaceler çok zor metinlerdir.
Not:Kınalızade’ nin yaşadığı dönemde Türki Basit, Türki Fasih tartışması yaşanmaktadır. Kınalızade bu tartışmada Fasihcilerin tarafında olduğunu göstermiştir. Türki Fasih dört dilden mürekkep bir dildir. Oğuz Türkçesi, Çağatayca, Arapça, Farsça. Türkî Fasih’e 1860 yılından itibaren Osmanlıca denmiş ve o tarihe kadar Türkî lisanî, lisanî Rumi, zebanı Türkî gibi isimlendirmeler kullanılmaktaydı.
Not: Nizamı Alem 1500’lerden itibaren Osmanlı literatüründe kullanılmaya başlanmıştır. Aslında bu terim usuli fıkıh terimidir ve bir devlet ideolojisi olarak Osmanlının başından beri sahip olduğu bir kavram değildir. Aynı şekilde devleti ebed müddet anlayışı da 1490’lardan itibaren kullanılmaya başlar. Osmanlı kendini yorumlamaya başlayıp kurduğu düzeni idrak ettiğinde nizamı alem, devlet ebed müddet gibi kavramları üretmeye başlamıştır. Nizamı alem fıkıhda hukuk demekken, Osmanlı dünyaya verilen nizam olarak görür.
Not: Ruh lafzını Gazzali’ye ye kadar sadece kelamcılar kullanırken, filozoflarda sadece nefs lafzını kullanıyorlardı. Kelamcılar ruhu maddi bir entite olarak görüyor ve kandaki ince bir sıvı olarak kabul ediyorlardı. Filozoflar için nefs ise mücerret bir unsurdu. Gazzali’ yle birlikte mücerret ruh kavramı ortaya çıkmış ve Fahrettin Razi’yle beraber sistematik olarak kelamın içine girmiştir.
Akıl: Tanrının yarattığı ilk yapı olarak kabul edilir.
Mücerret: Maddeye bitişik olmayan, maddeden ari olan demektir. Tanrı, akıl, nefs mücerrettir.
Günümüzdeki soyut lafzı bu kelimeyi karşılamada yeterli değildir.
Nefs: Aklın maddeye nüfus etmiş halidir. Öldüğümüzde akıl maddeden ayrılıp yerine dönecektir. Kozmik akıl maddeye temas ettiğinde nefis oluşurken etmediğinde ise akıl olarak kalmaktadır. Faal akıl bu kozmik aklın bize en yakın olan tarafıdır.
Soyut: epistemolojik olarak zihnin dış dünyada ki maddeden gelen asarı atıp mahiyeti elde etmesidir. Bu işlem ise intiza ve tecrid olarak iki aşamalıdır.
Berzahı Cami: Bu tabiri genelde tasavvufçular kullanmaktadırlar. Ancak metinde insan kastedilerek kullanılmıştır. Çünkü beden ve nefsin yani unsuru fani ile cevheri bakinin cem edildiği yer insandır. Bu kabulde Platonun dediği gibi arada olan varlık anlayışı baskındır. Yani maddeyle manayı birleştiren varlık olarak insan. Bu birleşimin yeri ise akıldır.
“Ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” Yaratılanlardan üstün kılınma bedenimiz açısından değil akıl açısındandır.
“Alemi Emr: Evrene sürekli müdahalenin gerçekleştiği emirlerin gidip geldiği alem.”
Kitap üretimlerinde matbaa
devreye girmeden önce el yazmaları kullanılmaktaydı ve bunlarında temel bazı
özellikleri vardı. Bunlardan ilki el yazmasının ilk sayfaların genelde
vikaye/koruma sayfası olmasıdır. Bu sayfalar bir sayfa olduğu gibi birden fazla
sayfa da olabilmektedir. Yazma da farklı
eserler varsa vikaye sayfalarında bu eserlerin listesi/fihristi yer alabiliyorken,
yazma tek eserden müteşekkilse içindekiler şeklinde değerlendirilirdi. Vikaye
sayfaları bittikten sonra zahtiye/sırt sayfaları gelir. Zahtiyede bölümünde kitabın
adı, müellifin adı, mühürler, satınalma kayıtları ve eserin gezdiği şehirlerin
bilgisi yer almaktadır. Bu kısım aslında eserin kimlik kartı gibidir ve burada
ki bilgiler üzerinden eserin kim tarafından hangi tarihte kaleme alındığı,
eserin hangi kopyadan çoğaltıldığı, hangi şehirleri gezdiği gibi bilgilere
ulaşmak mümkündür. Zahtiye sayfalarından
sonra dibace sayfaları gelir. Dibace genelde önsöz gibidir ve hamdele, salvele,
amma ba’d’dan oluşur. Dibace sayfaları 1,5,10
sayfa sayısı tutar.
Dibaceden yazarın/müellifin
ideolojisi, bakış açısı, mensubiyetleri ve eserin ait olduğu sahayla ilgili
bilgiler çıkarılabilir. Yani sadece hamdele ve salveleden kitabın dil kitabımı,
mantık kitabımı, matematik kitabımı ilh. olduğu tespit edilebilir.
Amma Ba’d da müellif kendi künyesini ve eseri kime ithaf ettiğini, eseri niçin yazdığını söylerken aynı zamanda o alandaki yazılmış diğer eserlerle mukayeseni de yapar.
Dibacelerde ki en temel özellik müellif eseri yazıldığı dilde ki vukufiyetini ortaya koymasıdır. Bundan dolayı dibaceler çok zor metinlerdir.
Not:Kınalızade’ nin yaşadığı dönemde Türki Basit, Türki Fasih tartışması yaşanmaktadır. Kınalızade bu tartışmada Fasihcilerin tarafında olduğunu göstermiştir. Türki Fasih dört dilden mürekkep bir dildir. Oğuz Türkçesi, Çağatayca, Arapça, Farsça. Türkî Fasih’e 1860 yılından itibaren Osmanlıca denmiş ve o tarihe kadar Türkî lisanî, lisanî Rumi, zebanı Türkî gibi isimlendirmeler kullanılmaktaydı.
Not: Nizamı Alem 1500’lerden itibaren Osmanlı literatüründe kullanılmaya başlanmıştır. Aslında bu terim usuli fıkıh terimidir ve bir devlet ideolojisi olarak Osmanlının başından beri sahip olduğu bir kavram değildir. Aynı şekilde devleti ebed müddet anlayışı da 1490’lardan itibaren kullanılmaya başlar. Osmanlı kendini yorumlamaya başlayıp kurduğu düzeni idrak ettiğinde nizamı alem, devlet ebed müddet gibi kavramları üretmeye başlamıştır. Nizamı alem fıkıhda hukuk demekken, Osmanlı dünyaya verilen nizam olarak görür.
Dibace’nin ilk paragrafında alti
çizili kavramların açıklamaları şöyledir.
İnsan kavramı insanın iki tarafına
da atıfta bulunarak kullanılıyor. Bunlar;
a-
Maddi taraf, cisim, unsuru
fani.
b-
Nefs, mücerret, cevheri
baki.
Not: Ruh lafzını Gazzali’ye ye kadar sadece kelamcılar kullanırken, filozoflarda sadece nefs lafzını kullanıyorlardı. Kelamcılar ruhu maddi bir entite olarak görüyor ve kandaki ince bir sıvı olarak kabul ediyorlardı. Filozoflar için nefs ise mücerret bir unsurdu. Gazzali’ yle birlikte mücerret ruh kavramı ortaya çıkmış ve Fahrettin Razi’yle beraber sistematik olarak kelamın içine girmiştir.
Akıl: Tanrının yarattığı ilk yapı olarak kabul edilir.
Mücerret: Maddeye bitişik olmayan, maddeden ari olan demektir. Tanrı, akıl, nefs mücerrettir.
Günümüzdeki soyut lafzı bu kelimeyi karşılamada yeterli değildir.
Klasik ahlak fizik biliminin bir
devamıdır yani doğa felsefesinin devamıdır. Erdem ahlakı fizikten türetilir ve
bu erdem ahlakının temelde tasavvufi ahlak ve dini ahlakla alakası çok
değildir. Ancak erdem ahlaki hem dini ahlaka hem de tasavvufi ahlaka az da olsa
karışmıştır. Dini ve tasavvufi ahlak sadece müntesiplerini bağlarken erdem
ahlaki fiziğin bir devamı olduğu için tüm insanlık için geçerlidir. Erdem
ahlaki üst bir ahlak felsefesidir. Erdem ahlakını anlamak için klasik fiziği ve
klasik psikolojiyi bilmek gerekmektedir.
Nefs: Aklın maddeye nüfus etmiş halidir. Öldüğümüzde akıl maddeden ayrılıp yerine dönecektir. Kozmik akıl maddeye temas ettiğinde nefis oluşurken etmediğinde ise akıl olarak kalmaktadır. Faal akıl bu kozmik aklın bize en yakın olan tarafıdır.
Soyut: epistemolojik olarak zihnin dış dünyada ki maddeden gelen asarı atıp mahiyeti elde etmesidir. Bu işlem ise intiza ve tecrid olarak iki aşamalıdır.
Cevheri baki denilince nefs
anlaşılır. Unsuru fani yani beden öldüğümüzde yok olacaktır. Buna karşılık cevheri
baki yani nefs mücerret olduğu için baki kalacaktır.
Filozoflar ulumu akliye derken
tikel insanların aklının ürettiği bilimleri değil, külli akılda olanı kastederler.
Berzahı Cami: Bu tabiri genelde tasavvufçular kullanmaktadırlar. Ancak metinde insan kastedilerek kullanılmıştır. Çünkü beden ve nefsin yani unsuru fani ile cevheri bakinin cem edildiği yer insandır. Bu kabulde Platonun dediği gibi arada olan varlık anlayışı baskındır. Yani maddeyle manayı birleştiren varlık olarak insan. Bu birleşimin yeri ise akıldır.
Emanet kelimesi kuranı kerimde
çok çeşitli anlamlarda kullanıldığı gibi yorumcularda bağlı bulundukları
alanlara bağlı olarak bu kelimeye anlam vermişlerdir. Emanetin en derin ve asli
kökü akıldır, ilimdir. Arapçada ki akıl kelimesi aynı zamanda ilim, inanç
anlamlarına da gelir. Akale, akade bağlamak demektir. Klasik Sami dillerinde
akıl aynı zamanda itikad demektir. Yani akıllı adam itikad sahibidir aynı
zamanda.
“Ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.” Yaratılanlardan üstün kılınma bedenimiz açısından değil akıl açısındandır.
“Alemi Emr: Evrene sürekli müdahalenin gerçekleştiği emirlerin gidip geldiği alem.”
Evrende başka hiçbir nesneye bu
kabiliyetle yaratılmadı. Yani akıl ve ilim kabiliyetinde yaratılmadı.
İnsan madde ile mananın cem
edildiği varlıktır ancak karışımları farklı olduğu için çeşit çeşit insanlar
vardır. Bu karışımlarının farklı olması insanların mizaçlarının farklı olmasına
sebep olur ve buna mizaç teorisi denir. Zaten mizaç karışım demektir. Huy
mizaca bağlıdır ve ahlak huyun çoğuludur.
Klasik astronomide gök küreleri devamlı
dönmektedir. Gökyüzündeki kürelerin dönmesi sonucu yeryüzünde de dört unsur sürekli
farklı farklı oranlarda karışımlar meydana getirir. İnsan anne karnına
düştüğünde ki karışımın o andaki durumu bizim mizacımızı belirler. Mizaç
oluşunca (İbni Sina’ya göre 40 günlükken) yukarı kozmik akıldan gelen sinyalle
birlikte nefsimiz oluşur. Nefs bedeni tedbir eden yönetendir. Beden mizacın
yapısına bağlı olarak kozmik akıldan gelen tezahürü alır. Yani burada kozmik
akıldan gelen akıl hep aynı ve sabit olmasına rağmen mizaçtan gelen
farklılıklar akıldan alınanın payını da değiştirir. Yani bir nevi şebekede hep
50 amper akım vardır ama sizin cihazınızın kapasitesi çekilen akımı değiştirir.
Böyle bir mizaç teorisinde tartışma yaratan husus mizacın değişip değişmeyeceği
hususudur.
Çok çeşitli mizaçlarda yaratılan
ve bilgi ve akıl emanetine sahip olan insanın Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanmalıdır. Ona en yakınınız ahlakı en iyi olandır.
Buradaki öteki alem bu alemden
bağımsız değildir. Bu alemle öteki alem birbirine paralel çalışır. Maddi beden ve
manevi akıl/nefs (unsuru fani ve cevheri baki) birliktedir. Yani beden ve akıl
katmanlılığı ifade eder. Şiirde canın bu alemden değil (maddi), manevi alemden
olduğu belirtiliyor.
Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı
hedef olarak ortaya konuluyor ve bunun yolu içinde peygambere bakılması gerektiği
belirtiliyor. Ahlak örnek ister. Ahlak sadece nazari tartışma konusu değildir
aynı zamanda amelede dökülmesi gerekir. Amele dökerken de en iyi örnek
peygamberdir.
Hamdele de insanın sahip olduğu özellikler
ortaya konuldu ve insanlar arasında ki farkların sebepleri sunuldu. Bu
farklardan sonra ise insana hedef olarak “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak”
belirlendi.
Felsefede ilke demek amaçladığımız
şeyin kemalini/son noktasını temsil eden şeydir. Örneğin varlığın ilkesi
Tanrı’dır dediğimizde ‘varlık’ dediğimiz kavramın en mükemmel formunun Tanrı
olduğunu söylemiş oluruz.
Hz. Peygamber ahlakın ilkesidir.
Çünkü bahsedilen ahlak en iyi, en mükemmel onda tecelli etmiştir. İnsanda amaç
ahlak ise ve bununda en mükemmel örneği peygamber ise burada daire tamamlanmış
demektir. “Ve tetmimi mekarimi ahlak” mükemmel ahlakı tamamlamak
için gönderilmiştir peygamber. Neden ahlakın mekarimi ve tekmili
en sondaki peygamberdedir de en baştaki değildir?
AÇIKLAMA:
KAGEM’de İhsan Fazlıoğlu tarafından yapılan Ahlak-i Ala’i okumasının metinleştirilmiş halidir.
Not: Resimlerin ilki Klasik Yayınlarından çıkan ve Mustafa Koç’un neşri ikincisi ise Fecr Yayınlarından çıkan Murat Demirkol sadeleştirdiği neşirdir. (Rüştü Atmaca)
2015-2016 Dönemi Dersleri
2015-2016 Dönemi Dersleri
2016-2017 Dönemi Dersleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder