İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VII

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-VII



Bahs-i Sâni
Hikmet-i Ameliyyenin Fayide-i Müterettibe ve Gâyet-i Müte’ahhiresi (ameli hikmeti bilmenin doğurduğu faide nedir, ikincisi gayesi nedir ? )

Gaye genelde aklen evvel amelen ahirdir. Mesela İstanbul’a gitmek için yola çıkarız, zihnimizde önce gitmeyi düşünür/ister sonra bilet alırız. Önce bilet alayım, günü belirleyim ondan sonra İstanbul’a giderim demeyiz. Gaye her zaman evveldir ama eylemde ahirdir; sondadır yani. Biz neticede ameli hikmeti tahsil ettiğimizde nihayetinde bir şeye vasıl oluyoruz.

İşaret sabık oldu ki bir emr-i ihtiyârîye şürû’ etmek hakkında  bizim kendi ihtiyarımızla seçtiğimiz her hangi bir konuya başlamak“  Eğer ki “fa’idetun ma”ya i’tikâd kâfi vü temamdır,
belli bir faideyi muayyen bir faideye ya da herhangi bir faiedeyi konuşuyoruz, bu ilmi tahsil ederken şu faideyi elde edeceğim diye bir amacın olacak ki o ilme başlayasın, yoksa amacının bilmeden bir ilimle meşgul olmak abesle iştigalden başka bir şey olmaz. ammâ “fa’ide-i nefs-i emriyye-i mu’teddün bihâ”sına i’tikâd etmek mûcib-i neşat u ikdâm ve müfîd-i kemâl-i ihtimamdır. 

  “Faiedtün maya itikat” genel faidedir. Birde “fa’ide-i nefs-i emriyye-i” vardır. Nefs-i emr kavramını anlamak için şöyle bir benzetmeyle açıklayalım. Bir geometri kitabını satır satır okuyabilirsiniz, kapattığınızda onu bilmiş olmayız çünkü okuduğumuz satırların zihnimizde ameli husule gelmemiştir. Burada amel; zihinde kendiniz tarafından yeniden inşadır. Yani o geometri metninde yazılan konuların zihinde oluşturulması yoluyla özümsenmesidir. Amel lafzı genelde tatbik olarak bilinir halbuki amel pratik alanın değil zihnin alanındadır. Cebir çalışıyorsan cebir denklemlerini zihninde yeniden üretmedir amel. Şu anda nefs-i emr sadece lafız olarak var zihninizde. Mefhumunu bilmiyorsunuz çünkü amel etmedik zihnimizde. “Basitçe doğru tasavvur ve yargılarımızın uzayına nefs-i emr diyoruz.” İster bu tasavvur ve yargılar harici olsun; yani idrakin dışındaki evrende ‘mahsus evrende’ ,bu ağaç olabilir maden olabilir gökyüzü olabilir, çeşitli tasavvurlarımız var çeşitli yargılarımız var. Aynı şekilde mahsus evrendeki yargılarımızın haricinde zihnimizin de çok çeşitli tasavvurları, yargıları var. Zihni yargıların sınırı yoktur. Anka kuşu da bir tasavvurdur ,2x2=5 yanlış olmasına rağmen tasavvur ve yargıdır. Zihnimizdeki doğrular ile dış dünyadaki doğruları bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan tasavvur ve yargı uzayına nefsül emr diyoruz. Metinde nefs-i emr gördüğünüzde ondan anlayacağınız doğru olan şeyleri dikkate alıyor olmasıdır. Çünkü insan yanlış bir sürü şey üretir, bilimde felsefede düşüncede. Amma faideyi nefsi emriyyeyi muhtemeddin bihâ”sına çünkü biz ancak neye itimat ederiz doğruya itimat ederiz. 

İ’tikât etmek mûcib-i neşât u  ikdâm ve müfid-i kemâl-i ihtimamdır. Bizim esas amacımız o değil mi?  Bizim kemâlimiz doğru ile olur yanlış ile kemâl olmaz. Ve fâide-i hikmet-i ameliyeye  eğerçi  zımni kelam-ı sabıkta işâret-i muharrik ve remzi şâyık  îrâd olundu şu ana kadar anlattıklarımızda biz hikmeti ameliyyenin faidesi ve gayesi üzerine konuştuk amma mezid-i teşvik-i tâlib öğrenciyi daha fazla teşvik etmek ve tergib-i ragıb için tafsil-i ibaret ve tekrir-i telvih ü işaret olunmak  bâ’id ü bedî değildir. Hikmeti ameliyenin niye öğrenmemiz gerektiğiyle ilgili bilgiyi kısaca vermiştik ancak  ayrıntılı bir şekilde hikmeti ameliyyeyi niye öğrenmemizin faydalarını anlatacağım.

Bütün bu metinler yani klasik dönemde ortaya konulan metinler formelleştirilmiş dil ile yazılmıştır. Formelleştirilmiş dil mantık demektir.  Formelleştirilmiş metinler istidlalidir. Bir konuyu birine anlattığınız zaman onun paylaşılabilirliğini istiyorsanız onun kesinlikle ama kesinlikle istidlali olması lazım. İstidlali olabilmesi için mantıklı olması lazım, mantıklı olması için formelleştirilmiş bir dil üzerinden konuşman lazım yani kavramlarla konuşman lazım. Bu metinler istidlali olduğu için sıkıcı ve takibi zordur. Formelleştirilmiş dil (klasik dil) geometrik oran-orantı teorisine dayanır. Platon akademisinde yaşayan Eudoxus adlı Anadolu kökenli bilginin ürettiği dildir bu. Metinlerde ki kavramlara ve oranlarına dikkat etmemiz gerekir.

Bundan sonraki sayfalarda kullanılacak kavramlar ve bunların birbiriyle oranlarını da açıklayalım. Ahlakın fazıl olması, amelin salih olması. Bir yerde ahlak varsa orda fazilet vardır. Bir yerde amel varsa o amelin salih olmasına bakacağız. Eğer itikadımız uhrevi ise sahih olmasına, dünyevi ise sadık olmasına bakacağız. Akıl ve itikat arapçada aynı anlama gelir. İkisi de bağlamaktır; akl mahsusu makule bağlamak, itikat ise makulü gaybe bağlamaktır. Yani biz gaybı makulleştirdiğimiz oranda ona inanırız. Bir bağ kuruyoruz orada. Ama akıl ise mahsusun mahsusa bağlanmasıdır esas itibariyle. Dolayısıyla ikisi de akıl anlamına gelir ikisi de itikat anlamına gelir. Dünyaya ilişkin bir itikadımız varsa, ki bilgi bir itikattır klasik gelenekte, dış dünyaya ilişkin ise muhakkak sıdkıyetine bakarız sadık mı değil mi diye. Bir yargı ya da bir tasavvur ürettiğimde onun nesnesi ile olan mutabakatına bakarım, mutabakat varsa sadıktır, değilse kâziptir. Eğer itikadım ya da aklım gaybe taalluk ediyorsa uhrevi olana taalluk ediyorsa orda sıhhatine bakarız dolayısıyla ahirete ilişkin bilgi sadık mıdır değil midir, değildir çünkü nesnesini bilemeyiz. Ama sahih mi değil mi diye sorabiliriz.  Sırat köprüsü ile ilgili bilgiler doğru mudur? Bu bilgiler doğru değildir çünkü sıdkiyetlerini bilmiyoruz. Bunun sebebi ise onun nesnesini göremeyiişimizdir, nesnesini göremediğin bir kavramın veya yargının sıdkiyetinden mutabakatından bahsedemem. Ama sahihtir niye çünkü inandığım metinde var. İnancımızın temel metinlerinden hareket ederek oluşturulan epistemolojik halka içerisine bakılarak bu tarz bilgilerin sıhhati sorgulanabilir. Çeşitli insanların bu inanç alanıyla ilgili söyledikleri buradan hareket ederek sadece kendisini bağlar. İslam insanların bir şeyler söylemesine yani şuhuda, istişada cevaz verir ama bunlar ilzam edici değildir. İlzam nedir; hepimizi icbar eder; biz eğer müslümansak kuranı kerimde anlatılan ayetlerle alakalı her şeye uymak zorundayız. Bunlar beni icbar ediyor, ilzam odur. Bu bilgilerin sıhhati o kişileri bağlar, diğer insanları bağlamaz. Tenzili kitabın  sıhhati ise hepimizi bağlar. Şöyle bir ayrım yapabiliriz, tasavvur ve tasdikin tekvini kitaptaki karşılığına sıdkiyet; sadık, tenzili kitaptaki karşılığında sıhhat; sahihlik aranır.

Tasavvuf okutulmaz gizlidir. Ulumu hafiyye medresede okutulmaz çünkü medrese toplumu tayin etiğinden orda açık seçik herkesin dahil olabileceği ilimler okutulur. Buna çok dikkat edeceğiz. Ne modernistler gibi bunları reddedeceğiz, ne de aşırı gelenekçiler gibi bunları merkeze alıp toplumu, hayatı buna göre belirleyeceğiz.

Ahlakta fazilet, amelde salih olmaklık, neşhedi uhreviyede itikadın sıhhati, neşhedi dünyeviyede sıdkiyetine dikkat edeceğiz. Oran orantıyı böyle kurduk bu kelimeler arasında.

Pes ma’lum ola ki fayide-i  tahsil-i ilm-i hikmet-i ameli odur ki hikmeti ameliyyenin tahsil edilmesinin fayidesi nefs-i insânî hikmet-i nazarî sebebi ile vech-i sâbık üzere yani daha önce anlattığım gibi i’tikâdât-ı Hakk’a ve  ulûm-ı mutabıka ile mütehalli ve akâyid-i bâtıla ve cehliyyat-i basîta vü mürekkebeden mütehalli olduktan sonra. Nazari akılla biz iki şeye sadık bilgi üretiriz. Bunlar Hak ve hakikat; Hak tanrı, hakikat gerçeklik, mahsus diyoruz. Cenab-ı Hak ile ilgili bilgiyi, nazari bilgiyi insan aklı vahiy olmaksızın belirli bir çerçevede elde edebilir. Cenab-ı Hakkın varlığı, birliği, kadiri muhtarlığı ve buna taalluk eden avarız-ı lazıme bilgilerini bilebiliriz ancak bunların haricinde Cenab-ı Hakkın efali, efsabı, zatı hakkında vahiy dışında bilgi elde edemeyiz. Gazzali’den itibaren rasyonel teoloji, istidlali teoloji caiz değildir. Bu kıstas fikhı değil teolojik bir kıstasdır. Batıda Kant’la beraber bu anlayış gelmiştir.

Kelam kitaplarında iki tane ilahiyat var, nazari ilahiyat (el ilahiyatul mahda ya da el ilahiyatul bil âm) ve semi ilahiyat (el ilahiyat bil eqas)  El ilahiyat bil âm, genel ilahiyat yani tüm insan türünün paylaşabileceği, bu Allah’ın birliği, varlığı, kadir-i muhtarlığı ve bunlara taalluk eden şeyler konusundadır. Bunun için vahye ihtiyacımız yok. Tab’an, fıtraten böyle yaratılmışız. Ama bunun dışındakiler, teoloji ne demek tanrının bilimi, tanrının bilimi olmaz. Tanrının bilimi istidlali olarak olmaz. Vahiy ne diyorsa odur, bitti.

İkincisi ulum-ı mutabıka dediği yani gerçekliğe ilişkin doğru bilgi veren, mutabık bilgi veren teorik bilgi veren teorik bilimlerdir.Teorik bilginin 3 bölümü var : metafizik, matematik, fizik. Bu bilimlere ulum-ı mutabıka, ulum-ı hakikiye denir. Yani gerçeklik hakkında bilgi veren, hakikat, gerçeklik ile ilgilenir bunlar. Demek ki, itikad-ı Hak ve itikad-ı ulum-ı mutabıka; yani gerçekliğe uygun bilgiye inanç.  Birincisini yani itikad-ı Hakk’ı elde ettiğimizde akayid-i batıla ve cehliyyatı basîta vü mürekkebeden mütehalli oluyoruz. Yani batıl itikadlarımız olmuyor Cenab-ı Hakk hakkında, tanrı hakkında. İkincisi cehli basit olmuyor, cehli müürekkeb olmuyor bunlardan mütehalli, arınmış oluyoruz. Aynı şekilde eğer gerçeklik hakkında, evren hakkında mutabakatı doğru bilgi elde edersek, evren hakkında batıl itikadlarımız, cehli basit ve cehli mürekkeblerimiz olmuyor. Saf ilahiyatı, genel ilahiyatı nazari akılla yaparız. Onun için insanlar arasında ortak bir dildir. Bir Çinli de yapabilir bunu bir Rus da, Afrikalı da yapabilir diyor burada.

Cehli basît nedir? Bilmemek ama bilmediğini bilmek... Hepimizde olan bir şey, bir şey anlatıyor ve bunu ilk defa duyuyorum, bilmiyorum. Cehli mürekkeb; bileşik cehalet; bilmemek fakat bilmediğini de bilmemek ve dolayısıyla öğrenmeye hazır olmamakdır. Bir de cehli mikab var; küp cehalet; üç boyutlu cehalet; bilmemek, bilmediğini bilmemek ama en iyi bildiğini iddia etmek.

Bunu hallettikten sonra artık Hakk’a itikadımız sahih hakikate itikadımız sadık olduğu için hikmeti ameliyyeye geçiyoruz. Evren hakkında doğru bilgin yoksa, Cenab-ı Hakk hakkında doğru bilgin yoksa ahlak ilmi sana yaramaz, sadece malumat olarak kalır.

Mehasin-i a’mâl ve mekârim-i ahlakın tefâsîline ârif ve mesâvî-yi a’mâl-i deniyye ve fezâyih-i ahlak-ı rediyyeye vâkıf olup amel-i ahlakı öğrenmekle hangi davranışlar erdemlidir, hangi davranışlar erdemsizdir rezalettir, düşük ahlak nedir, iyi ahlak nedir  bunları öğreniyorsun. Ancak bunların yanında mukteza-yı ilm ile âmil öğrendiğin ile de amel sahibi olmalısın diye şart koşmaktadır. Tekrar özetlersek  Cenab-ı Hakk’a iman ettim; itikadım var, doğanın bilgisini de biliyorum, ahlak; erdemli ve erdemsiz davranışlar arasında tefrik gücüm de var ama keyfimi yaşıyorum, bu kemâle götürmüyor, sadece bilen yapıyor. mukteza-yı ilm ile amil ve her taraf ilm ü amelde kâmil olacak.Hem ilminde hem amelinde kemâli gözetecek şekilde çehre-i mahiyeti ziver-i kısm-ı sânîden atîl u hâli olup cid-i vücud u inniyyeti kılâde vü  tavk-ı kısm-ı sânîden âtıl u hali olup neş’e-i dünyeviyyede. Birinci ve ikinci ile ilgili iyi olanları ya da itikadı sadık ve sahih olanları   fazıl ve salih olanlar yukarda öğrendik, rezil, gayri salih olanları gayri sadik, kâzip  olanları ayırdık ve neş’e-i dünyeviyyede kemalati mekarim ile mevsuf (Dünyada kemâlat, olgunluk, kendini gerçekleştirme) ve umur-ı ma’âşı  (yaşamaya ilişkin konuları) ahsen-i vücuh ve ecmel-i hâlat üzere masruf ve neş’et-i  uhreviyyede    şeref-i kurb. Yaşama ilişkin şeyleri en iyi şekilde (ahsen-i vücuh) ve ecmel-i halat üzere (güzel, estetik bir şekilde. hâlât üzere masruf (kullanan, uygulayan, o şekilde yaşayan). Dünyada ise şeref-i kurb u kabul-i Hakk (Cenabı Hakk’a yakınlık)-celle şanuhu ve behere burhanuhu- derecesine vasıl ve zümre-i mukaddesan-ı mele’-i a’la ve fırka i mukarreban-ı hazre-i valaya dâhil olup (oradaki iyi insanlar peygamberler sıddıklar veliler ile onlarla  hemhal olmak) “Fî mak’adi sidkin inde melîkin muktedirin.” “Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında bulunurlar.” (Kamer, 54/55) . Mesûbât’ı cezîle ve sa’âdât-ı celileyi hâyiz ve “Mâ lâ aynun ra’et ve lâ uzunun semi’at ve lâ hatara alâ kalbi beşerin. (Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin gönlünden geçirmediği birtakım nimetler hazırladım. Buhari ,III/1185)  Dünyada ki olgunluğumuz ve kemalimiz ahirette ki mutluluğumuz bu nazari ve ameli hikmette ki sıhhati, sıtkıyeti, fazıleti elde etmekdir.

Buna felsefede bilginin moral zemini diyoruz. Bilginin moral zemini vardır, çok çeşitlidir. İnsana neyi öğrendiğine dair moral bir zemin veriyor bize bu. Dolayısıyla insanları öğrendiklerini, neyi öğrendiklerine dair bir bilinç aşılıyor.

(İlim, bilimsel bilgi özellikle scientific bilginin Türkiye’deki özellikle milliyetçi muhafazakâr kesimdeki karşılığı çok sorunludur.) A zamanında doğan ve B zamanında ölecek birisinin bu yaşam zamanı içinde neden vaktini fizik öğrenerek harcayacağının gerekçesi bilginin moral zeminidir. Batıdaki dönüşümün en büyük nedeni klasik bilginin zeminindeki moral değer çöktü, bizde klasik bilimin moral değeri çökmediği için devam etti, hala da devam ediyor, çökertemediler. Dünya merkezli evren anlayışından güneş merkezli evren anlayışına geçilmesi çok sorun değildir, bunun gibi bilim tarihinde nice değişimler vardır. Asıl mesele bilginin moral zeminidir. Bu moral zemin değişmediği sürece bilginin değişmesi çok sorun yaratmayacaktır.

Ölüp gidecek bir kişinin ömrünü bilimle harcamasını sağlayan yani bilginin moral zeminini Allah’ı hesaba katmadan verilemez. Türkiye’de en büyük sorunlardan biri moral gerekçelerimiz hakkında açık seçik hiçbir bilgimizin olmamasıdır. Onun için ahlaksızlığı çok kolay yapıyoruz, çabuk vazgeçiyoruz, çabuk satıyoruz fikirlerimizi, davalarımızı. Bireysel olarak da böyle, adam bir şeyi savunuyor, şöyle yapacağız böyle yapacağız bakıyorsun milletvekili olmuş, hani böyle yapacaktık? Çünkü bir moral zemin üzerinden gitmiyor, bir çıkar bir menfaat, daha iyisi gelince satıyor. Emin olun şu an Türkiye’de insanların çoğu bulundukları yerin hesabını vererek orda değiller, kendilerini orda bulmuşlar, sosyoekonomik toplumsal ilişkilerini orada bulunmaktan devşiriyorlar, bırakmak öyle kolay değil. Dünya görüşü değiştirmek öyle kolay mı? Değiştirdin, yeni yerde çevre edineceksin, ekonomik ilişkilerini düzenleyeceksin… Kolay bir iş değil bir şeyi değiştirmek, yarın gittin ben Hıristiyan oldum dedin, ne oldu, çevren etrafın hepsini değiştireceksin. Dünya görüşü değiştirmek öyle kolay değil. Moral değerler bütün hayata bakışını değiştirir. Eskiden kötü gördüğünü iyi, iyi gördüğünü kötü görürsün, anlamlı gördüğünün anlamsız, değerli gördüğünü değersiz görürsün. Öyledir. Moral değerler, farkında değiliz aileden öyle aldığımız için, her şeye o gözlüklerden bakıyoruz, şöyle bir sorgulayın ipin ucunu kaybedersiniz, niye buna kötü diyorum niye buna iyi diyorum…

Ve’l-hâsıl saadeti nefsi insani iki nesne ile hâsıl ve sa’id-i hakiki ol nefstir ki bu iki dereceye vasıldır. Demek ki saadet; insan nefsinin mutluluğu iki şeye dayanıyor. Eğer hakiki saadetse buna vasıl olur zaten başka bir yere gidemez. Birisi tahsil-i ulum-ı  hakka ve i’tikadat-ı sahiha. Daha öncede bahsettiğimiz Cenabı Hakka ve sahih bilgisine ve bu, fazilet hikmet-i nazari sebebiyle mahsul olur.  Bunu ancak teorik bilimlerle elde edilebilir. Bu anlayış bize bugün yabancı gelebilir ancak o gün için geçerli bir kabuldü. Onların kabulünde Cenabı hakka inanmak ve itikadın sahih olması yeterli değildir. Cenabı Hakkın masnuatı olan evren hakkında da doğru bilgi sahibi olunmasını şart koşmaktadırlar. Bu şartın temelinde ki evren hakkında ki doğru bilgi Cenabı Hakka ilişkin idraki de tayin eder, belirler. Bu kabule karşı verilen Fahreddin Razi ile koca karı hikâyesidir. Fahreddin Razi şehre gelecekmiş, geçeceği yolları süslemişler püslemişler. Bu hazırlığa dikkat kesilen yaşlı nine kim geliyor diye sorduklarında büyük İslam âlimi Razi geliyor diye cevap vermişler. Kadın ne yapmış ki bu kadar önem veriliyor diye sorduğunda da , Cenabı Hakkın varlığına bin bir delil bulmuş demişler. Bu cevabın karşısında yaşlı kadın Raziye ithafen O bin bir şüphesini gidermiş! demiş. Bu olayı Razi’ye anlattıklarında Razi ağlamış ve şöyle dua etmiş “yarabbi beni falanca diyardaki kocakarının imanı üzerine canımı al”.  Bu hikayede ki karıştırılan nokta iman ile idraktir. Kadının ki saf imadır. Razinin ki ise idraktir. Kadının ki imandır ama Razi’nin ki o iman üzerine bir idraktir aynı zamanda. Demek ki iki ayağı var saadete ulaşmanın birincisi nazari, bu nazari olanla itikad-i sahih ve ulum-ı hakka (hakikat anlamında evren, klasik gelenekte bir grup hak dediğinde tanrıyı, hakikat dediğinde evreni kast eder; mahsus dünyayı kast eder)

Ve birisi ahlak-ı fazıla ve a’mal-ı saliha ile tahalli ve ahlak-ı rediyye ve a’mal-i gayr-ı raziyyeden tahallidir. İkincisi ise erdemli ahlak, salih ameller, bunları elde edeceğiz ve kötü ahlak ve kötü amellerden de kendimizi temizleyeceğiz. İki ayağa bağladık. Ve bu halet, tahsil-i hikmet-i ameliyye ile kâmil, ba’dehu mukteza-yı ilmi ile amil olmakla müyesser olur. Sonuç, önce hikmet-i ameliyyeyi tahsil edeceksin sonra bunun muktezasına göre amel edeceksin. O zaman iş tamamlanır. Yani bir artı iki, ilim ve ameli birlikte. Sadece bildik, yetmiyor bir de onu mukteza-ı ilm ile amil yani o ilme göre amel ediceksin. O ilm hem cenabı hakka ilişkin hem evrene ilişkin hem ahlaka ilişkin ilimdir. Ve sabıken dediğimiz sa’adet -ki kurb-i Hakk’a vusul ve zümre-i mele’-i a’lâya duhuldür- en nihayetinde cenabı hakka vasıl olmaktır ve onun yarattığı cennet, mele’-i a’la ve diğer ilahi olanlara bu fazilet ile mukadder olur, zira Hakk -tebareke ve te’ala- ve zümre-i mukaddesan-ı alem-i bala kemal-i ilm ü ihata ile mevsuf ve gayret-i taharet ü takaddüs ile ma’ruflardır. Gerek Cenab-ı hak, gerekse ilahi olan her şey hem ilmin kemali ile mefsuhlar… 

 Mustafa Sabri Efendi diyor ki “İnsan metafizik bir entitedir”, ben, nefs yani ene metafizik bir 
entitedir, fizik midir değil. Fiziğin üstünde değil. Mahsusu olmayan bir şey demek. Metafizik demek makul olan, aklen idrak ettiğimiz, işarat-ı akliyye ile, işarat-ı hissiye ile değil.  Bu ben iki şeye yönelir, bir cenab-ı hak, yani makul gayba, bir de mahsus olan, önümüzde duran evrene. Cenabı hak ile irtibatı nasıl kurarız, ilimle, evren ile irtibatı nasıl kurarız ilimle, hatta ölümle olan irtibatı nasıl kurarız ilimle, mead bilgisi değil mi. Dolayısıyla insanın diyor hem âlem hem Allah ile ilişkisi ilim üzerindendir. Nüfus-ı  beşeriyye ki hilye-i ulum-ı hakkadan atıl ve mahall-i i’tikadat-ı batıl ya muhalata-i ahlak-ı zemime ile mütedennes ve mülabese-i a’mal-i kabiha ile mütecennes olmuş ola, anlara mücaneset ü münasebetten ol mertebe dur ve liyakat-ı ittisal ü ihtilattan ol dayirede megcur olur ki bu’d-i ma-beyn ekser-i “mimma beyne’l-maşrikayn” olur.   Şimdi bütün ilişkimiz ilimle olduğu için, onlar da doğası gereği, tanımı gereği temizdirler, sen erdemsiz, ahlaksız pis bir şekilde, aynen bunu söylüyor.

1) nüfusu beşeriyye: beşeri nefisler ulum-ı haktan atılsa (gerçek ilimlere sahip değilse), batıl itikatları varsa ve muhalata-i ahlak-ı zemime kötü eylemlerle de aynı cins olmuşsa  … onlara ilişki kurmak, münasebet kurmak ve onlara iktisal etmek, ulaşmak ve onlarla karışmak kesinlikle sana mehcur  olur.(49:00) Doğu ile batı arasındaki fark gibidir. Sen hem âlimsin hem fazılsın o zaman ancak cenabı hakka, evrene ve ilahi olana mülabesebet edebilirsin. Âlim değilsen, fazıl değilsen, yani sen batıdasın o doğuda, o kadar birbirinden uzaksın. Bu anlayışta ilim ile tehzibul ahlak eşittir. Bu bakış açısında tek başına ilim yetmiyor. Moral değerler açısından ilim tek başına yeterli değildir. Ahlak da olmazsa olmaz şarttır.   Çün atlal u dimen i harab-abad-ı beden tarafından müfarakat u duri ve irtihal-i zaruri eyleye, nesayim-i kurb-i alem-i ulvi ile münşerih ve ebvadı-ı semavat ana münfetih olmayıp derekat-ı haviye-i hevanda mahbus u muztarip ve derecat-ı rahmet-i Rahman’dan “Hatta yelice’l-cemelu fi semmi’l-hiyati” memnu’ u muhtecib olur. Alim olup fazıl olmayan ya da fazıl olup alim olmayan, bu insanlar kesinlikle deve iğne değilinden geçinceye kadar o nimetten, saadet nimetinden uzak olurlar. Eğer hikmet-i nazaride racil ve akayid-i hakkadan hali vü atıl ve vücud-ı Kerim-i Müte’al ve sıfat-ı kemal ü celaline ve bi’l-cümle mebde ü me’adına cahil olursa zulmet-i cehl ü dalalette halidin ve sa’ir-i küfr ü şekavette muhalled-i ebede’l-abidin zümresinden olur. 

Şimdi burada çok önemli bir yere girdi, artık meselenin istidlali ahlak tarafını halletti şimdi tamamen dini bir dile geçiyor. Mebde - meaş - mead. Kınalızade’nin dediği, hem Ali Kuşçu hem Fahreddin Razi bunu çok güzel anlatır, yani bu anlayışa göre insan, sadece meaşın bilgisi ile (aranın bilgisi, yaşam esnasının bilgisi) yetinirse mebdenin, meadın ve Allah’ın bilgisinden ari ise, Razi’ye göre herkesin birbirini öldürdüğü bir vasat oluşur diyor. Seven sevdiğinden emin olamaz. Sadece bunu hukuk (yani insanların kendi aralarında ürettikleri hukuk) ile sağlamaya çalışırlar diyor, çok gerçekçi, ama bu hukuku güçlü olan her zaman ilga eder. Onun için insana, ahlaka ve hukuka riayet etmeyi sağlayan dışarıdaki gücün yanında içerdeki güç olursa o zaman eman ortaya çıkar yani iman olmadan eman olmaz demek istiyorlar, ikisi aynı kökten biliyorsunuz. Mead bilgisi insanın anlamını veren bilgidir. Ölümle irtibat kurmamış bir insanın meaşa ilişkin anlam üretmesi mümkün değil. Meadı dikkate almazsam evrende bana anlamlı bir yaşam sunabilecek hiç bir felsefi ve dini öğreti olamaz. 

Sözde olur, ama her an çiğnenir. İman edilen her an güçlü olanlar tarafından ilga edilir. Kınalızade de bunu söylüyor, diyor ki hikmet-i nazaride (teorik hikmette) racil ve akayid-i hakkadan hali vü atıl ve vücud-ı Kerim-i Müte’al, sahih bir itikadı olmayan, sadık bir bilgisi olmayan ve cenabı hakkın varlığı hakkında cahil olan ve mebde ve meadından cahil olan kişi cehl ü delalette halidin ve sa’ir-i küfr ü şekavette muhalled-i ebede’l-abidin, ebediyyen kalır. Ben her şeyi biliyorum ya, nasıl cahil oluyorum, delalet ehlinden oluyorum? Ebu Cehil’in lakabı nedir esas? Ebu Hikme; hikmetin babası, ama biz Ebu Cehil diyoruz, Okuma yazma bilen on Kureyşliden biri. Neydi burda cehl? Terim anlamı neydi cehaletin? Niye cahiliye dönemi diyoruz? Hayatı amaçsız gayesiz yaşamak demektir cehalet, cehele kökünden dolaşmak. Çöle benzetiyor, çölde nasıl insan belirli bir hedef olmaksızın dolaşıp bir süre sonra ölürse, nedir o delalet işte, çöle katılır gider. Bir insan hayatı anlamsız, amaçsız, gayesiz yaşıyorsa o cehalet içredir ve delalet yani hayat çölünde gömülüp gidecektir. Hz. Ali’nin bir sözü var, “Eğer bir kişi ölümü yokluk olarak kabul ediyorsa, onun yokluğu doğumu ile başlamıştır.” Senin sonun yokluk değil mi, yokluk zaten, o yokluk senin delaletin ve cehaletin. Bütün insanlar bunu doldurmaya çalışıyorlar, bütün büyük felsefi sistemler, dini öğretiler, mistik bilgelikler hep bunu öğretmeye çalışıyor; Doğum ile ölüm arasını nasıl anlamlı hale getirebiliriz; oraya bir moral zemin inşa etmeye çalışıyorlar, bunu kanıksayan benimseyen kişiler de ona göre yaşıyor, budisti de şamanı da müslümanı da, hristiyanı da. Önemli olan bu moral zeminin müstakim, istikamet sahibi olması yani sırat-ı müstakim olmasıdır. İbn Haldun Mukaddime’de söyler yani herkesin bir moral zemini var, inancı var, moral zeminsiz şehir kuramazsın çünkü bırak şehri toplum kuramazsın. İşte bizim moral zeminimizin formülü budur: mebde, meaş, mead, Allah.  Sadık bilgimiz, sahih itikadımız, fazıl ahlakımız, salih amalimiz yoksa oran orantı teorisine göre işimiz yaş.  Sahih itikad Allah’a taalluk eder, meaşda hem sadık bilgimiz olacak, hem salih amelimiz hem fazıl ahlakımız olmalıdır. Mebde ve meadın bilgisi Allah’sız olmaz diyor Ali Kuşçu. Özellikle mead bilgisi muhakkak cenabı hakka istinat etmelidir. Yani Allah inancı… Hangi Allah inancı buradaki peki, semi olan mı nazari olan mı? Nazari olan. Yani herhangi bir dini vahye ihtiyaç duymaksızın cenabı hakkın varlığı birliği, kadiri muhtarlığı ve levazımı hakkındaki bilgimiz yoksa mebde ve meadın bilgisinin bir anlamı yoktur diyor Ali Kuşçu Şerhül Tecridin girişinde.

Eğer bunlara ilişkin bir şeyi yoksa kişinin bu şekavet içersinde, küfür, delalet içersindendir, cehil içerisindedir. Eğer tahsil-i hakk i’tikad ve mü’min-i mebde’ ü me’ad olup (mebdeye ve meadına iman etmişse) lakin mütabe’at-ı nefs ü heva ve muhalefet-i ahkam-ı şeri’at ü hüda etmekle kesb-i melekat-ı rediyye ve tahsil-i hey’at-ı gayr-ı raziyye eylediyse bünyan-ı sa’adetini bi’l külliye mehdum ve rahmet-i bi-hisab-ı Rahim ü Vehhab’dan dayima mahrum olmaz, bunları biliyor ama eylemiyorsa, bir tokat yiyecek orda ama tamamen mahrum olmayacak, bu da meselenin dini bir yorumu. belki ol heyat ü melekat-ı rediyyenin cevher-i nefste rüsuhu kadar müte’azzib ü muhterik ve riyaz-ı üns ü selvet-i Rahmani- den ol mikdar mütehaccib ü müfterik olup,  ne kadar kötülük işlemişse, bizim gelenekte öbür dünyadaki eziyet ya da ceza cennet, cehennemle fazla alakalı değildir. Daha çok hep cenab-ı hakka kurbiyyet(yaklaşmak) ve ubudiyet üzerinden tasvir ediliyor. bi’l ahiere vücud-ı asl-ı gevher-i iman ve husul-i maye-i ma’rifet ü ikan sebebi ile, nazari de olsa, ilmi de olsa o imanı o ilkanı onun sebebiyle daha sonra sabıka-i va’d-i Rahman erişir ve anı ateş-i suzan-ı cürm ü isyandan halas ve mükrümet-hane-i ravza-i rıdvana hass eyler. Bu artık dini bir yorum, daha önce de söyledim bu metin özelliği katmanlıdır, nazari bittikten sonra dini yoruma geçiyor.

Pes can-ı peder, asl-ı sa’adet-i cavidan, sermaye-i ma’rifet ü imandır, demek ki bilgi ve iman “marifet cevherini al da yanında götür / zira altın gümüş başkalarının nasibidir. Hafız,Divan”. Malla uğraşma bilgiyle uğraş.Eğer hikmeti nazariyede kamil ve dürc-i derunu i’tikad-ı sahiha ve ma’ârif ü ulûm-ı mutâbakaya şâmil olduktan sonra sahih bir itikadın  ve sadık bir ilmin varsa  bundan sonrada hikmet-i ameliyye dahi tahsil edip  hikmeti ameliyye tahsil edip  mukteza-yı ilmiyle âmil olup o bilginin gereğini yaparsan tehzîb-i ahlak ahlakın olgunlaşır ve ibâdet-i ma’bûd-ı Hallak etmekle Cenabı Hakka ibadet etmekle ilm ü ameli dûş-ı huşunda hamil olduysa ilimle ameli birleştirdiyse ….. Bu paragrafın kısaca özeti şudur; Her cins kendi cinsine meyil eder ilkesi gereğince sen ilim yapıp amel ettiysen ve nazari olanla ameli olanı bir araya getirmişsen o mukaddes olan şeylere benzersin, onların cinsinden oluyorsun. Bu ise seni ebedi bir saadete eriştirir. “Hem alim hem de amil olanlar hiçbir sıkıntı çekmeden firdevs cennetinde olurlar.” 

 Ve bu takrirlerden zâhir ü rûşen oldu ki ilm-i ahlâk tıbb-ı rûhânîdir,  ahlak ilmi aslında bir tür nefsi tıptır (tıbbı ruhani), nitekim san’at-ı tıb ilm-i cismânîdir.  Tıbta ilmi cismanidir (bedenle ilgilenmektedir). Zira nefsi insaniyyenin ahlak-ı rediyye emrazı kötü ahlak bizim nefsimizin hastalıklarıdır ve a’mal-i habise a’razıdır. Kötü davranışlarda bu nefsin arazlarıdır. Ve bu ilm-i şerifle ahlakla nefsin ahlak-ı rediyyesin izale kötü ahlak izale edilir vü ifna yok edilir ve ahlak-ı raziyyesin razı olunan ahlak idamet ü ibka kılmak müyesser olur.  Sürdürülebilir olarak baki kılınır. Nitekim ilm-i tıb ile bedenin sıhhat-i hâsılasını hıfz u idâmet tıb ilmiyle bedenin sıhhatini hem koruyup hem de devam ettiriyoruz ve maraz-ı ârızı def’ etmekle bedene arız olan hastalığı da defetmekle sıhhat-i zayilesin i’âdet etmek mukarrerdir sıhhati iade edilir. Burada iki temel kavram var hıfz ve izale. Klasik tıp kitaplarının ilk bölümü hıfzüs sıhhadır. Klasik tıbbın amacı sağlığı korumaktır hastalıkları def etmek değildir. Hıfsuz Sıhha bölümlerinde yaşadığın iklim, coğrafi özellikler, yemek içmek, beslenme alışkanlıkları, su gibi şeyleri anlatarak nasıl hasta olunmayacağı gösterilir. Bunları uygulamana rağmen hasta olduğun zaman izaletül marat iadetül sıhha. Demekki önce hıfz esastır sonra izale ve iade. Ahlak da böyledir, ahlakta da önce hıfzul ahlak öğretilmelidir. Eğer kişide ahlaksızlık ortaya çıkarsa ahlakı o kişide nasıl izale edip nasıl iade edileceği öğretilir.

Pes ilmi ahlakın faidesi odur ki ilmi ahlakın faidesi şudur evvelâ nefs her hulktan hâlî vü ârî ise nefis her türlü huydan ari ise ahlak-ı hasene tahsil oluna. o kişiye ahlak tahsil ettireceksin. Ve eğer ana hulk-ı redî ârız u târî eğer kötü ahlaklı ise ise anları ahlak-ı haseneye tebdil oluna kötü ahlaka sahip kişiyi iyi ahlaka dönüştürürsün. Tebdil kelimesi arapça da yerine bir şey koyarak değiştirme demektir.Ve eğer nefs asl-ı cibilletinde hulk-ı hasen ve hûy-ı nîgû üzerine cârî ise eğer bir nefis yaratılışında ki cibilliyetindeki iyi huylara sahip ise ol hulku idamet ü tekmil kılına. o nefsin huylarını hem idame etmeye devam edilir hemde olgunlaştırarak sürdürülür. Ahlakın fazifesi iyi huyları olgunlaştırarak idame etmek, kötü olanları ise tebdil etmektir. 

***
Ders notları için Sayın Esra SÜZEN ve Rüştü ATMACA'ya teşekkür ederim.
***

2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts