İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XIX


İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XIX



Bir önceki derste 79. sayfada kaldık. Mukaddime’nin son kısmı okunuyor bu ders. Bu bölümde Erdemler ve alt-erdemlerin dökümünü vererek bunların insan hayatıyla ilişkisini anlatacak.
[34b] İnsan nefsinin hangi konularda kemali olup hangi konularda noksan olduğunu konuşacak Kınalızade. Akabinde niçin hayrı ve saadeti amaçlayıp şer ve erdemsizlikten kaçtığımızı tartışacak. Daha önceki metinlerde insanın kemali ve saadetini konuştuk, bu bölümde daha ayrıntılı bir portre vereceğim diyor.

Evrende her şeyi bir diğerinden ayıran bir özellik vardır. Mesela atı ağaçtan ayıran bir özellik vardır, kartalda diğerlerinde olmayan bir özellik vardır. Her mevcudatın muhakkak onu diğerlerinden ayırmamızı sağlayan bir hassa-i mahsusası vardır. Bundan bahsetmesinin nedeni, insanı diğerlerinden ayıran hususiyete gelecek olması. İnsan da pek çok nitelik ve fiil açısından hayvana benzer. Değil mi, yeriz, içeriz, çoğalırız, güneşe muhtacız. Lakin bir hassa-i mahsusa (ve onun tezahürleri) var ki, bizi hayvan, bitki ve madenden ayırır.

Bu hassa meselesi bugün dahi felsefede önemlidir çünkü tanım yapmak için başka şansımız yok. Evrenleri nesneleri nasıl tanımlayacağız? Muhakkak en temel özelliğe ihtiyaç var. Bu temel özellik illa özsel olmayabilir -bugün özsellik yok ama- her şeyi en temel özelliğine göre tanımlarsın. Bir şeyin mevcutlardan farklı olması, mevcutlara nispetle farklı bir özellik göstermesiyle alakalıdır. Ad vermeyi de mümkün kılan budur. Burada iki kalem var, ikisi de her açıdan aynı ise birine kalem diğerine malem demez, 1. Kalem 2. Kalem deriz. Ama başka bir özellik varsa burada, diyelim kırmızı kalem olur o. Siyasete bile bağlayabilirsiniz bunu. Bir göz olgu ve olayları tefrik edemiyorsa ad koyamaz. Tefrik etmenin de asgari şartı, o olgu ve olayları birbirinden ayıran en temel özelliği yakalamaktır. Biz bakıyoruz Türkiye’de, her şey hamur gibi görünüyor. Tefrik edemiyoruz. Tefrik edemeyince fark edemiyoruz, fark edemeyince ad koyamıyoruz. İsim, name, nomoi sınırdır. Sınır koyamayınca her şey hamur oluyor. Yekpare görüyorsun olayları, ayıramıyorsun. Hassa deyip geçmeyin diye diyorum bunları.
İnsanın hassası ise nutuktur. Bugünkü homo sapiens sapiens hayvan-ı natıktır. Kınalızade burada özel bir vurgu yaparak diyor ki burada kast edilen nutk-u zahiri değildir, edilen nutk-u dahilidir. Yani tek başına dil değildir çünkü papağan da konuşur hatta dilsiz insan vardır. Ancak bir insan nutk-u dahiliye sahipse insandır. Nutk-u dahilisi olup zahirisi olmayan sağır dilsize de insan demeye devam ederiz. Bu kadar kesin bir ayrım yapmak doğru değil, nihayetinde nutk-u zahiri, dahilinin bir tecellisi, bir formudur. Ona da dikkat etmek lazım. Nutkumuzu dahili ve harici olarak ilk ayıran Farabi’dir. Nutkun esas itibarıyla üç ayırıcı özelliği vardır: idrak, fikir, temyiz. Makulatı idrak ederiz, fikir üretiriz, temyiz yaparız. Biliyorsunuz temyiz, klasik gelenekte insan olmanın asgari şartıdır. Bu ölçüye göre pek çok kişi insan bile değil. Temyiz ile tefrikin farkı nedir? Temyiz zararlı ile faydalıyı birbirinden ayırmadır. Çünkü her insan asgari düzeyde kendisine faydalı olanla zararlı olanı ayırmak zorundadır. Zeka budur, akli değildir. Ebleh olan kişi temyiz yapamaz. Zeka herkeste vardır, hayat zekayla gider. Zeka parlamak demektir, uyum sağlamak. Ama entelektüeller hayatta başarılı olamaz. Çünkü aklıyla hareket etmek ister. Tahayyüli ve vehmi olmak üzere fikir gelir sonra. Akabinde İbn Sina bunların hepsine zihin diyor, soyut düşünmeyi mümkün kılan idrak akıl anlamında kullanılır.

Muradımız kuvvet-i idrak-i makulat ve fikr ü reviyyete iktidar ve ef’al ü ahlak-ı mahmude vü mezmumeyi temyiz etmeğe temekkündür.
Bu cümleyle nutkun üç temel fonksiyonundan bahsetmiş oldu
Makulattan kasıt Allah, akıl, iyilik, gibi kavramlardır. Çünkü makul hale getiremediğimiz hiçbir şeyi bilemeyiz. Bilginin asgari şartı makulattır. Aklın onu yakalaması için makulata çevirmesi gerekir. Bu kalemi zihminizde taşımıyoruz, onların soyut kavramlarını taşıyoruz. Trilyonlarca nesne biliyoruz. İnanılmaz bir şey bu idrak. Adam atom altı fizikten bahsediyor, nükleer döngüyü, çekirdek kuvvetini anlatıyor ama hiçbiri zihninde değil. Acayip bir şey. Zihin felsefesinde bir ilke vardır. Tüm bilgimiz tecrübeden kuruluyor ama bilinç tecrübenin sonucu değil. Peki ne? Hah işte tartış dur. Ama her şey tecrübe, deneyimin sonucu. Zeminde de bilinç var. Ama bilincin kendisi tecrübenin sonucu değil. Beynin kendini düşünememesi, gözün kendini görememesi gibi. Zihnimizi tecrübe edemiyoruz. Ama her şeyi onunla yakalıyorsun.

[35a]Şimdi diyor ki, bu öyle az bir iş değil. Çünkü biz bununla Tanrı üzerine tartışırız, silsile-i vücud yani tanrıdan aşağıya varlık türleri olan varlık zincirinin en alt unsuruna kadar tartışırız. Akıl, nefisler, felekler, cisimler, mürekkep nesneler, unsurları tartışabiliriz. Bunu nazari akılla yapıyoruz. Aklımızın bir nazari tarafı, bir de buradan hareket ederek iyi ve kötüyü birbirinden ayırıp mutlu olmak için iyiyi, mutsuzluktan kaçmak için kötüyü temyiz ettiğimiz idrak-i amelimiz, pratik aklımız var. Tüm bunlar nutkun fonksiyonlarıdır.

Kınalızade insan “Kun fe-yekün”ü idrak eder, bu nedenle meleklerden bile üstündür diyor. Biliyorsunuz klasik gelenekte Mısır’dan gelen mikro-makro ayrımı var. Mikro olan insan, makro olanı kendine taşıyarak idrak eder. Yani parçası olduğu makroyu idrak eder. Bu da ayrı bir mucizedir. Bunun üzerine çok tartışırlar. Nasıl oluyor da insan, parçası olduğu bütünü, parça olarak idrak ediyor?
Eğer hayvanata bakarsak, kuvvei-i şeheviye, kuvve-i gazabiyenin kemal derecesinde olduğunu görürüz ama insan bunlarda kemal mertebesinde değildir, ortaktır. Bu konularda hayvanlarla yarışamayız bile. Bazı bitkiler ve hayvanlar şehevi ve gazabi güçte bizden ilerde olabilirler. Aslan gibi güçlü olamayız, köpek gibi koku alamayız, kuş gibi uçamayız. Yeryüzündeki çeşitli canlılar bizden bazı konularda daha iyi olabilirler. Ama akıl dediğimiz hadise bu eksiklikleri tamamlayarak kemale erdirmeye çalışır. Mikroskop ve teleskopla görme gücünü artırmaya çalışır mesela. Akıl, çeşitli varlıklarda gördüğümüz ve bizden daha iyi olan özellikleri ele geçirmeye çalışıyor. Radarı mesela yarasayı örnek alarak geçirdiler. Örümcekten hafif ve dayanaklı iplik elde etmeye çalışıyorlar.
Buna benzer şekilde burada son cümle olarak “insanın kemal-ı mahsusunu tahsil ve sa’adet-i mukadderesin tekmil edesin ve cevher-i nefsi kuvvet-i ameliyye cihetinden fezayil ile araste ve kuvvet-i ameliyye cihetinden rezayilden piraste kılasın” diyor.

İnsan yalnızca bu hayvanlardan güçlü olmaya ve onları tamamlamaya çalışmayıp kendi kemalini de tekmil etmeye çalışıyor. Ameli akıl kuvvetinden erdemleri elde etmek ve erdemsizliklerden kaçmaya çalışıyor.

 [35b] Nefsin arzularına karşı koy ve onu faziletlerle kemale erdir. Sen cisminle değil nefsinle insansın.”

Kınalızade bunun bir görüş olduğunu söylüyor. Öyle görüş vardır ki ne ahirete inanır ne şeriata inanır tamamen dünyevidir. Sayfa 81’de onu anlatıyor. Otçular diyor, ot olacaklar. Adam şuna inanıyor: geldik dünyaya, öleceğiz bir şekilde. Önemli olan bu dünyada yemek içmek, lezzetli her şeyi tatmak, bundan sonra da ot olmak. Bu da bir tercih. Ateizm- teizm tartışmalarının yeni olmadığını da görüyoruz. Bunlardan Allah’a sığınırız diyor Kınalızade. Onlar ki feleğin dönen yularsız eşekleridir.
Bu kadar gayesizsen, eşekten ne farkımız var, bunu düşünmek için bu beyti veriyor. Bu sonunda anlam problemine çıkıyor, anlamımız ne? Çağdaş Batı felsefesinde özellikle pozitivist ve materyalist felsefe mensuplarının tartışmalarında sık sık söylenen bir şey vardır: Biz, her şeyi dinin elinden aldık- Katolikliği kast ediyorlar büyük oranda- fakat bir şeyi alamadık, o da hayatın anlamı. Bunu alamadığımız müddetçe de biz bu dini ortadan kaldıramayız, onun için bu konuda çalışmamız lazım. Fizik ve sosyal bilimler ayrıldıktan sonra artık dinin üzerinde konuşabileceği bir bilim kalmadı. Ama hayatın anlamına gelince biz duruyoruz. Onun için en çok üretilen kitapların başlığı The Meaning of Life. Bizim hala bambaşka meseleleri tartıştığımıza bakmayın. İstanbul adliyelerindeki vakaların %80’i boşanma. “Niye senin kahrını çekeyim” diyor adam, “hayatımı yaşayacağım”. Gerçekten de eğer ot olacaksa niye o kahrı çeksin ki? Ya da “vatan için niye canımı vereyim, sen yaşayasın diye niye ben öleyim” diyor. “Bez parçası için ölünür mü?” diyor. Mana ortadan kalkınca, yerine yenisini üretmen gerek yoksa hemen başka bir şey gelir doldurur orayı.

Anlamdan kaçmanın en önemli motivasyonu, insanların bir teklifle muhatap olmak istememesidir. Teklif yaşama yük getirir. Deistlerin en önemli iddiası şu: Tamam, kozmik olarak bir güç olabilir ama bize nasıl yaşayacağımıza dair bir manzume gönderiyor mu? Yunanlılar bunu Hristiyanlara da Müslümanlara sordular. Mana sorunu o dönemde olduğu gibi bu dönemde de var. Biz dinin tekliflerini bugünün kültürüne adapte etmekte sorun yaşadık, ben şimdi İmam-Hatipli ateistlerle uğraşıyorum. Çocuk geliyor, Kur’an neden mucize diye soruyor, Arapçası mükemmel diyorsun, ben Arapça bilmiyorum beni ilgilendirmiyor diyor. Peygamberin mucizelerini ben görmedim diyor. Bana inanmam için bir sebep söyle diyor. Kıyamet Suresi’ni okudu bana biri, bunu yazan sağlıklı biri olamaz diyor. Bunların iddialarını dikkate almak zorundayım. Din bir kültür içerisinde verilmezse bu sorunlarla uğraşmak zorundayız. İlkeler bir kültür içinde kamusallaşmazsa yıkıcı olur.  Bugün tevhidi hangi kültür içinde anlatacağız çocuğa? Mana meselesini çok ciddi bir şekilde ele almak gerekiyor.
Sayfa 81’de Kınalızade bu fikri bazı tasavvufi meşreplerin içerisinde dile getirdiklerini görürsün ancak “haşa ve kella tasavvuf anlardan dur ve ma’rifet niçe merhale mehcurdur” diyor.
Bazı tarikatlar İslam dünyasında bu inancı örtmek için üretilmiştir. Özellikle 16. yüzyıl İstanbul’unda bunlardan çokça bulunur. Makbul ve maktul İbrahim Paşa, Beşiktaş’ta bir hamamı, içindekilerle birlikte hak ile yeksan ediyor. Çünkü orada tasavvuf kisvesi altında eşcinsellik yaşanıyor. Bugün de var adam Atatürk resmini asıyor, içerde her türlü işi yapıyor. İzmir’de çingeneler kaçak bir mahalle kurup adını Atatürk koydular, kimse yıkamadı. Prensip olarak meşruiyet kaynağı neyse o toplumda, onu kullanarak kendi menfaatlerini güder insanlar.


Size Serkeşî adlı 1392’da vefat etmiş bir İslam aliminin metnini okuyayım. İnanılmaz bir cümle, beni çarpmıştı. Alim böyle olur: “Cenab-ı Hakkın ahkamı zannî kılmasının hakikati insanlara hareket alanı açmaktır. Bil ki Allah tüm şeri hükümler için katı deliller tayin buyurmamıştır. Aksine şeri delilleri kasten zannî kılmıştır ki mükelleflere genişlik olsun.”
Dilin argosu olduğu gibi dinin de argosu olur. Bunu yok etmemek gerekir çünkü insanların mizaçları farklıdır. Osmanlı’nın yaptığı gibi bu argoyu kamusal alandan uzak tutmak gerekir. Ana caddeyi temiz tutacaksın, bazen ara sokaklara polis girmeyebilir. İslam pazarı Müslümanlaştırır, kişileri değil. Budapeşte’yi Osmanlı ordusu fethettiğinde insanları Müslüman yapmadı, sadece pazarı İslamî kurallara göre tasarladı çünkü adaletin böyle sağlanacağını düşünüyordu.


Özetle şudur, insan tüm mevcudatın hülasasıdır. Bu da önemli bir problemdir: İnsan eşref-i mahlukattır, halifedir, Tanrı tarafından tüm var olanlara tercih edilmiş ve mükerrem kılınmıştır, iddialarını bugün çağdaş dünyada nasıl anlatacağız? Nasıl temellendireceğiz? Bir astrofizikçi diyor ki, “Bizden başka bir müdrik varlığın yaşadığı bir gezegen keşfedersek, bundan dolayı en çok zora düşecek kişi Tanrı’dır.” 

[36a] Bir burhan vereceksin, delil getireceksin, kelam kitaplarının bütün işi bu. O dönemin kültürel kodları içerisinde delil getirmek. Problem şu, biz yeni duruma delil getiremiyoruz. Bir şeyi konuşmak başkadır temellendirmek başka. Mesela Meşşai filozoflar cismani delil için bunu ispat etmeyi kendi sistematikleri içerisinde yapamayacaklarını söylerler. “Kemal-i manevi ve sa’adeti hakiki uhrevi cennet-i cismanide ekl-i luhum-ı tuyur ve simar-ı müveffa ve şürb-i ehnar-ı leben ü asel-i musaffa ve temekkün-ü guref ü kusur ve temettu’-ı nikah-ı hur olucak…” böyle bir şey olsa, orada da buradaki gibi yaşayacağız. Böyle bir şey olabilir mi cennette? Kendi sistematikleri içinde bunu anlamlandıramıyorlar. Buradaki gibi lezzet ve elem olacak, halbuki cennetin bunların hepsinden beri olması lazım, onun için cismani delil mümkün değildir. Bakın bu bahsettiğimiz kişi Müslüman, Hanefi fakihi olan İbn Sina, diyor ki sekiz yerde “ben inanmıyorum ama içeriği konusunda söyleyecek hiçbir şeyim yok”. İkameti burhan ve iradet-i delil getirmen lazım. [36b] Kınalızade, burada felsefeyi takip etmesine rağmen Tehafüt’teki üç meseleyi sık sık gündeme getirecek. Bu normaldir çünkü felsefecilerin ekserinin mezhebi Yunan’dan gelir. İbn sina bu konuda şüphededir, kitaplarında farklı şeyler söyler. Nasıreddin Tusi de, Tecrid kitabında bedensel dirilişi takrir eyledi, ama nefyi canibini tahrir eyledi.

Bütün bu tartışmalara rağmen neticede İslam’ın getirdiği akaidi Yunan felsefesinden gelen birikime tercih ettiler, şeriatı ilga etmediler. Bu konuda Ahlak-ı Alai sahibi ne diyor? Heyulanın ezeli ve ebedi olduğunu söyler metinde, bu durumda felsefecilerin tarafındadır. Bu insanlar kendi dönemlerindeki tartışmalara kapalı değiller, kitaplarına da koyuyorlar. Palamas adlı Selanik başpiskoposu hem de Palamisi adlı bir mistik ekolün kurucusu, Orhan Gazi döneminde esir edilip İznik’e getiriliyor. Hatıratında diyor ki, bu Türkler savaşta bize karşı çok acımasız. Ama müzakere ederken bu kadar adil ve açık insanlar görmedim. Eleştiriyorum onları, inançlarına karşı şeyler söylüyorum, hiç kızmayıp dinliyorlar, cevap vermeye çalışıyorlar. Esirleri olmama rağmen şehzade anlıyorum ki kızıyor, ilmi yetmediği için kızıyor ama beni susturmaya çalışmıyor.

Bütün bunlara niye girdi Kınalızade? İnsanın anlamının nerede olduğunu anlamaya çalışıyor. Bedenden, cismani özelliklerinden gelmeyeceği çok açık. O halde nereden gelecek? Niye birden haşr-ı cismaniye geçti? Ölümü dikkate almadan insanı anlamlandıramayız da ondan. İnsan ot olacaksa insana anlam yüklemenin manası da yok. Tüm anlam arayışları, ölümle irtibatlıdır. “Ölümün İtibarsızlaştırılması” adlı bir yazı yazdık bu konu üzerine.

Çok fazla belgesel izlediğinizde, aslanın ceylanı yemesini normal buluyorsunuz, başkası da geip aslanı yiyecek diye düşünüyorsunuz. Bir gün otobüsteyim, yaşlı bir kadın bindi. Nedir, genç birinin ona yer vermesi gerekir. Düşündüm, aslında vermesine gerek yok. Tam o anda fark ettim. Descartes cogito’nun ne olduğunu tartışırken söyler, düşünmek, doğaya karşı düşünmektir. Biz direniyoruz. Çocuğun sakat doğdu, hadi at bakayım, ama hayvan atıyor. Akılın dik durması da bununla alakalıdır. Aklımızla doğaya ve hayvani tarafımıza meydan okuyoruz.

İbrahimi gelenek ile Keldani, Kıpti ve Yunani gelenek dört noktada anlaşamaz: 
i. Yok iken var etmek, ii. Kadir-i muhtar tanrı, iii. Nübüvvet ve iv. Ahirette hesap.

***
Ders Notları için Burcu BAYER'e teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts