İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XVI


İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XVI


Kuvâ-yı Nefs-i İnsânî   (sayfa 68)
Bu bölümde sadece bilme yetilerimizden değil aynı zamanda motor kuvvetlerden de bahsedilecektir. Unsurlar derken dört unsur kastedilir. Teşbih ederek söylersek bu dört unsurun terkibiyle(birleşmesiyle) üç çocuk ortaya çıkar: bitki (nebat), hayvan ve insan. İnsan bunların içinde eşref-i mürekkebât olarak geçiyor. Eşref-i mürekkebat ifadesi ayetteki eşref-i mahlûkat ifadesinin daha fiziksel bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın eşref olmasının nedeni mürekkebâtın itidalinin en yüksek olmasından kaynaklanır. Bahsettiğimiz üç mürekkep (bitki, hayvan ve insan) dört unsurdan hâsıl olur. 

Kısacası bahsedilen dört unsur terkiplerin maddesidir, formu değildir. Onun için bunlara “ümmehât-ı erba’a”(dört anne) denir. Bütün varlıklar bu dört unsurdan geldiği için onlara anne denir. Bu dört anne dönemin anlayışına göre pasiftir. Bu yüzden bir de fail neden gerekir ki bu anlayışa göre felekler bu görevi görür. Bunlara “âbâ’i tis’a”(dokuz baba) derler. (Günümüzden bakıldığında komik gelse de kendi döneminin bilimsel paradigmasına uygun bir şekilde oluşturulmuş bir sistemdir. Bilimler, dönemin dünya resmini oluşturur. İnsanın bir de inancı var, buna da hayat görüşü diyoruz. İkisini sentezleyince ortaya dünya tasavvurları ortaya çıkar. Dünya tasavvurları mutlak değildir çünkü kendisini oluşturan iki unsurdan birisi olan dünya resmi zamansaldır) Bu üç mürekkebat (bitki, hayvan, insan) itidal bulmayınca mizaç tahsil edemez. İtidal bulmakla belli bir denge durumu kastedilir. Terkibin denge durumunda (itidâl) olması varlığının garantisidir. İtidal durumunda olmayan nesneler çabuk değişirler. Mesela bulutlar. Belli bir formları yoktur çünkü denge durumunda (îtidal) durmazlar.

(sayfa69) “Denge durumu” (îtidal), mizacı ortaya çıkarıyor. Mizaç demekle işaret edilecek bir karışımdan söz ediyoruz. “Mecz” kelimesinden geliyor.  “İtidal” in inceliği/dakikliği mizacı daha olgun hâle getirir. İnsandaki mizaç hayvandan, hayvandaki mizaç bitkidekinden daha dakiktir. Maden- Bitki- Hayvan- İnsan. Madenlerden bitkiye geçişte hem maden hem de bitki özellikleri taşıyan mercanları görürüz. Bitki ile hayvan arasında ise geçişte mantarlar/hurmalar bulunur. Hayvanlar ile insan arasında ise maymunlar yer alır. Fakat burada türler arası bir geçiş kastedilmez, evrim anlayışı yoktur. Varlığın böyle mûtedil hâle geldiğini düşünülüyor. Evrendeki îtidal noktaları birbirine değerek devam ediyor. Buna “varlığın zinciri” sistemi deniyor. Klasik sistemde logos ile madde iç içe olduğu için mizacın imkânları “logos” un da tezahürüne imkân veriyor. Anlatım gereği logos dışarıdan gelmiş gibi belirtiliyor. Yani bitkinin nefsi, mizaç oluşurken görünmez olduğu için bitkinin görünür imkânlarına göre tezahür ediyor. “Îtidal”in aynı türler arasında da bir hiyerarşisi var. Logos da buna göre tezahür ediyor.(Günümüzde bu sistemi yenileyerek savunanlar var. “Alan teorisi” nin biyolojiye uygulanmış hâlini öne sürüyorlar) Aslında “logos” tekdir, nefisler çoğalmıştır. “Logos”un sirayet ettiği yapıya nefis deriz.   

            Daha önce insan nefsinin tarifi verilmiş olduğundan şimdi insana ait nefsin kuvveleriyle ilgilenilecek. “Akıl”da çoğalma olmaz, “akıl” yalındır. Bedene sirayet ettiğinde ise bedenin belirli bölgelerindeki tezahürleri farklıdır. Klasik gelenekte beden pasif, müdebbiri(idare eden) ise “nefis”tir. İnsan nefsinin altında hayvan; hayvan nefsinin altında ise bitki nefsi vardır. Bu durumda “insan nefsinde diğer nefisler bulunmuş olmaktadır. İnsanın evrenin hulasası/mikrokozmos olması bu demektir. Bu bakımdan insan, evrenin devamıdır. İnsan nefsinin iki kuvveti vardır. İnsan bu kuvvetler sebebiyle diğer canlılardan seçkin olur. Bu kuvvetlerin birisi “âlime”(bilme) diğeri ise “âmile” (yapma/eyleme) kuvvetidir.

            1)“Kuvvet-i âlime”, iki kısımdır. Birincisi “nazar” cihetinden âlim olan kuvvet diğeri ise “âmel” cihetinden âlim olan kuvvet. Âmile ile âmeli’yi birbirine karıştırmamak gerekir. Âmeli tabirini, nazari’nin zıddı olarak ele alırız. Âmile ise âlime’nin zıddıdır. Âhlak, âmeli âlimenin bir parçasıdır. Yani nefs-i âlimenin ameli kısmı ahlâkı ortaya çıkaracaktır. Bu bakımdan âhlak bilgisiz olmaz.

a) “Nazari” âmilenin bildiği şey mâkulât ve mevcûdattır. (Zaman ve mekân üzere varolan her şeye “mevcudat” denir. Biz âmilenin bir parçası olan nazari aklımızla eşyanın/mevcudatın hakâikini bildik. Fakat zaman ve mekânda olmayan Tanrıyı nasıl bileceğiz? Bu da mâkulâtdır. Makulat iki anlama gelir. Birincisi, mevcûdatı makul hale getirmek iken ikincisi ise gaybı makul hale getirmektir.  Mevcudat-ı mücerrede, işaret-i hissiyye’ye konu olmadığından ve bilgi de işaretsiz olmayacağından dolayı bir işaret menşeine ihtiyaç var. İşaret-i akliyye mâkulâtın kaynağıdır. Hem mevcûdatı hem de mâkulâtı ikiye bölebiliriz:

                  Mevcûdat-ı işaret-i hissiye - Mevcûdat-ı işaret-i akliye
                     Makulât-ı işaret-i hissiye -  Makûlât-ı işaret-i akliye

Hislerimize konu olan mevcûdat evrendir. Akli olarak işaret edeceğimiz mevcûdat ise Tanrı ve tanrısal olandır. Duyusal(hissi) olarak işaret edeceğimiz akli şeyler geometrik nesnelerdir. Bir de akli olarak işaret edeceğimiz mâkulât vardır. Bütün bunlar bilgiyi oluşturur.)

b)Âlime kuvvetinin “amel”i ciheti ise iyi ahlâkı elde etme, kötü ahlâktan kaçınmaktır. Âlime olan kuvvetin ameli tarafı iyi ahlak, sâlih amel elde etmek ve kötü ahlâk ve çirkin işlerden kaçınmaktadır. Bu sayede kemale ve saadete erilir. İlkine (nazari olana) akl-i ilmi ikincisine ise (ameli olana) akl-i ameli denilir.

2)Kuvve-i amile (motor kuvvetler deniyor şu anki psikolojide) organlarımızı, adalelerimizi hareket ettirir. Bu kuvvetin çalışabilmesi için birinciye ihtiyacı vardır. Hayvani kuvvetin muharrike kısmında bu anlatılmıştı. Fakat insanda bu kuvvet bir takım farklılıklar gösterir. Hayvanda uygun olana/talep edilene gitmek ve nefret edilen/korkulan durumdan kaçmak şeklinde bir “tahayyüle” dayanır bu kuvvet. Hayvanda tevehhüm ve tahayyül*, iç duyularda ortaya çıkan durumdur(havas-ı batınadandır), akıl yoktur. Fakat insandaki kuvvet-i muharrike’nin mebde’i tahayyül ve tevehhüm değil, taakkuldür. Çünkü istenilen veya kaçınılan bir fiili insan aklıyla yapar. Fakat tüm insanların işlerini aklın ilkelerine uygun yaptığı da sanılmamalıdır. Avamın çoğunluğu muhayyile ve müvehhimesine dayanarak iş görürler. İnsanın bu kuvvetine akl-ı amile denir.  Buradaki akl mecazdır çünkü bu kuvvet zorunlu olarak idrak etmez ancak akıl müdâhil olursa idrak eder. Aklı değil hareketi gerektirir. Fakat aklın gerekliliklerine bağlı olduğu için mecazen akıl denilebilir.

Tenbih (sayfa 70)
Bahsedilen kuvvetlerin bazı fonksiyonları düşünerek, şuurla, iradeyle, ihtiyarla meydana çıkar. İnsanın kemali, olgunlaşması, saadetinin mertebeleri bu kuvvetler ile olur. Bazı kuvvetlerimiz de vardır ki bunlar tabiatımızın zorunluluklarından sadır olur. Bu kuvvetler kemal için önemlidir ama tek başlarına yeterli değildir. İradenin eşlik etmediği doğamızdan kaynaklanan kuvvetlerdir. Ahlâk bizden sadır olan güçleri aklın yönlendirmesiyle ortaya çıkar. Ahlâk aslında insan bedeninden düşüncesiz, zorunlu olarak sadır olan taleplerin/korkuların aklı tarafından denetlenmesi ve yönlendirilmesidir. İtidal üzere tutulmasıdır. Mizaç bir itidaldi. İnsan da bu mizaçtan sadır olan kuvveleri itidal üzere tutmaya çalışırsa erdemli olur. Ahlâk, irade ve gayret gerektirir. Akıl, mizacın fonksiyonlarını yönlendirmelidir. Ahlâk-ı  Alâ’î kitabında bahsedilen birinci kuvvetlerdir(irade/akıl/şuurlar gerçekleşen), diğerleri bu kitabın meselesi değildir.

“İhtiyar”la, “irade”yle, “fikir”le, “düşünce”yle oluşan kuvvetler dört tanedir. İkisi hayvani kuvveden gelir. Bunlar kuvve-i müdrike(idrak edici güç) ve kuvve-i muharrikedir( hareket edici güç). Diğer ikisi ise insani kuvveden gelir. Bunlar da kuvve-i âlime ve kuvve-i amile’dir. Kuvve-i âlime ve kuvve-i âmile, kuvve-i müdrike ve kuvve-i muharrike’yi denetlediğinde/itidâl üzere tuttuğunda ahlâk ortaya çıkar. Kuvvet-i alime’ye nutk da denir. Kuvvet-i âmile’nin bir şıkkı kuvve-i şeheviyedir (arzu kuvveti). Bir şıkkı ise kuvve-i gazabiyedir. Şehevi (arzu) kuvvet, faydalıyı istemek, yemek-içmek, nikah gibi şeyleri içerir. Şehevi kuvvetin kaynağı ciğerdir, bitkisel nefisten neşet eder. Gazabi kuvvet zararlı olan şeyi defetmek, tasallut, kibirlenme, galebe çalma gibi durumları içerir. Bu kuvvetin kaynağı yürektir, hayvani ruhtan neşet eder. Kuvve-i âmile, gazabi ve şehevi kuvvetlere bitiştirilip; meleki, hayvani ve sebu’i nefis olarak tabir olunur.

Notlar:
Şemseddin Semerkandi bir ilim kuruyor “İlm’ul afak ve’l enfus” adında. Semerkandi orada diyor ki bizim Hâlik’i bilmemiz için üç yöntem vardır:
1.Kur’an’ın dediğine bakarsın.
2. Afak ve enfüsteki ayeti tefekkür edip Hâlik’a varmak.
3.  Riyazet yoluyla bilmek. Ancak bu yol bireyseldir.

Orta bilgi îtidal olduğuna göre bu ilmin, ilmu’l afak ve’l enfus olduğunu söylüyor. Benzer şekilde Zeydi bir fakih de aynı mesele ortaya koyuyor. Yemenliler Zeydidir fakat hiç kimse bunların Türkmen olduklarını bilmez. Orada iki yüz yetmiş beş yıllık bir Türkmen devleti vardır: “Resuliler”. Burada yaşayan insanların büyük bir kısmı âlimdir. Zeydi fakihin kitabında mahlûktan Halik’a nasıl gidileceğini sorguluyor. Bunun çok ferdi bir tecrübe olduğunu söylüyor. Tasavvuf bunu öngörür. Ortalama, kamusal bilgide mahlûktan Hâlik’a gidilmesinin daha doğru olduğunu belirtiyor. Bunun için mahlûkatın bilgisini bilmek zorundayız diye düşünüyor. Bunu diyen Yemenli bir fakih olan Behluli(?). İnanç ilkeleri dini, politik, ekonomik, felsefi veya ideolojik olsun belli bir kültürel form içinde idrak edilmiyorsa yıkıcı olurlar. Vahhabilik, Nazizm olgularında gördüğümüz gibi. Saf formlar içerikleri olmadıkları için tutarlı olmak isterler, tutarlılık ise zulüm yaratır.

·         Aklâk-ı Alâ’i kitabı, döneminin ana metinlerindendir. Sultanlar için hazırlanan nüshaları vardır. Sırf bu kitabı istinsah ederek geçinen “Ahlâki” isimli kişiler var.
·         Dinin üç asli, iki fer’i amacı vardır. Asli amaçlar; insanın canını, aklını ve neslini korumaktır. Fer’i amaçlar ise malı ve dini korumaktır.
·         Tevehhüm (müvehhime)-Tahayyül ayrımı (muhayyile): Kuvve-i mutasarrıfa, hafızada ve hayalhanede fasl(tahlil) ve vasl (terkip) işlemlerini yapan eğer aklın kontrolünde ise müfekkire, vehmin kontrolünde ise müvehhime veya muhayyile ortaya çıkar.
·         Bilme-Düşünme ayrımı: Mümkün tecrübenin içerisindeki tefekküre bilmek diyoruz. Bilmek, bu açıdan sınırlıdır. Fakat insan hayatı mümkün tecrübelerin sınırlarının çok ötesindedir. Bu tecrübelerin dışında insan tahayyül, tevehhüm, tefekkür gibi birçok şeye sahiptir.  Düşünmenin alanı bu bakımdan çok geniştir. Bilmenin, düşünceye göre paylaşıma daha açık olması onu merkeze koymamıza neden oluyor.
·         Klasik gelenekte üç büyük dil var: Sümerce, Akadca, Aramca. Aramca diğer ikisinden daha geç dönemde ortaya çıkmıştır. Sümerce ve Akadca entelektüel dildir. Politik organizasyonlar ortadan kalkmasına rağmen bu iki dil kimi zaman birlikte de olmak üzere kullanılmaktadır. Aramca da geç dönem Babil’de bu iki dilin arasına katılır. Hz.İsa’nın da dili olan Aramca günümüzde Suriye’de bir köyde konuşulmaktadır.

·         Şuur: İhsas, idrak, intiza ve tecrid’in toplamıdır. Kendinin farkında olmaktır.

*    ***
Ders Notları için Murat Fatih Yazıcı'ya teşekkür ederim.
***

2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts