İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XV

İHSAN FAZLIOĞLU İLE AHLÂK-I ALÂ’Î OKUMALARI DERS NOTLARI-XV


Evvelkisi hiss-i müşterektir. Ve ol bir kuvvettirki dimağın mukaddiminde konulmuştur. Havâss-ı hamse-i zâhire ile idrâk olunan suver cümle anda müctemi’ olup nefs anın sebebi ile idrak eyler. Hukemâ bu kuvveti bir havza teşbih ederlerki ana beş ırmak akıp döküle.

Hissi müşterek/ortak duyu (common sense) dimağın mukaddiminde bulunur. Dimağ beynin ön kısmındadır, fizyolojik olarak tıpta karşılığı vardır.  Dış duyularla yani havâss-ı hamse-i zâhire ile idrâk olunan; idrak nedir, koşup yakalamak demektir; suver cümle anda müctemi’ olup; buradaki suver şekil anlamındadır. Tüm malzemeyi yakalar, onda toplanır ve nefis de onun sebebiyle bu duyu üzerine idrak eder. Örneğin biz bir nesneye baktığımız zaman onun hacmini, rengini; dilimizi dokunduğumuzda tadını, elimi dokundurduğumuzda dokusunu, hepsini aynı anda idrak ederiz. Biz bunları dış duyularla ayrı ayrı idrak ediyoruz, işte gözümüz görüyor kulağımız duyuyor, bunları birleştiren; toplayıcı hissi müşterektir. Niteliği niceliği, ilişiği, dış dünyadaki nesnelerin olgu ve olayların durumunu, dış duyular idrak ederler. Hissi müşterek onları yakalar birleştirir. Hükema, filozoflar bu kuvveti bir havuza benzetirler. Bütün ırmaklar gelir, orada toplanır. Duyma duyusu, görme duyusu, tatma duyusu burada birleşirler. Hissi müşterek neyi yakalar; netice ve şekilleri. Bu nesnenin şekillerini, niteliklerini, niceliklerini… Peki, yakaladı hep böyle mi tutacaktır? Bir yere koyması lazımdır, ona depo lazımdır.

Depo hayaldir. Hayal burada bir kuvvenin adıdır. Hayal batın-ı evvellinin mukaddimine konmuştur. Hissi müşterekte yani ortak duyuda, cem’ olup; bir araya getirilip, idrak olunan sahib-i suret ve müdrek olan nesneler, havvâstan gâip olduktan sonra bu kuvvet hıfz eyler. Hıfz, hıfze, hafız yani. Şimdi; bir toplantıda Rüştü ile tanıştık. Rüştü'nün boyunu posunu her şeyini gördüm. Ondan sonra ayrıldım, bir yere gittim. Biri sordu Rüştü diye bir arkadaş dersinize gelmişti tanıyor musunuz? Saf, tutarlı bir emprist olsam Rüştü'yü tekrar çağırmam lazım. Şimdi ama ben Rüştü’yü hatırlama işlemini nasıl yapıyorum; hayaldeki depodan çıkarıyorum. Hıfz ettiğim hissi müştereğin depoladığı yerden çıkarıyorum. Buna hayal diyoruz. Hayal, olmasaydı insan akrabasını tanımazdı, her gördüğüne sen kimsin demesi gerekirdi.  Bunun Osmanlıcası hayalhane’dir. Osmanlı Türkçesinde hayal kullanılmaya başlayınca karışmasın diye buna hayalhane demişlerdir. Ama Arapça metinlerde hayaldir. Ahlaki Alai erken bir metin olduğu için hayal denmiştir.

Hayalhane bir tür gardıroba benzer. Biz nasıl ki eşyalarımızı, ütüleriz ya da düğmeleriz gardıroba koyarız hayalhane öyledir. Karşılaştığımız tüm olgu olayları 5 duyunun alanına giren, uzayına giren yapıları alır oraya koyarız. Bunlar kondukça aşağı doğru ezilirler. Bazıları siliktir. “Ya hatırlamaya çalışıyorum bi dakka, seni bi yerden ısırıyorum ama...” böyle hatırlamaya çalışırız.  hayalhane budur. Bazılarınınki çok güçlü olur bazılarının ki çok zayıf olur. Türkçede hafıza ve hayalhaneyi karıştırıyoruz. Hafıza başka bir şeydir. Hayalhane; bilgisayar diliyle söylersek jpeg.leri koyduğumuz, pdf.leri koyduğumuz resimleri koyduğumuz yerdir. Bugün buna çağdaş psikolojide resimsel hafıza denmektedir. Ve buradaki resimler tekillikler/suver-i cuzziye içindedir. Burada tümellik yoktur, bu çok önemlidir. Kognitif psikolojiyi böyle böyle kurulmuştur.

Peki, dış dünyada sadece nitelikler mi vardır? Sadece madde mi vardır ? Ne vardır başka? Tipik örnektir; kuzu kurdu gördüğünde ne yapar; korkar. Peki korkmak maddi bir durum mudur? Hayır. Peki nasıl korkuyor, hangi duyusu ile onu idrak ediyor? Kurdun, boyunu postunu toplayıp çıkardığında korku hasıl olmaz. O zaman herkeste olması lazımdı. Ya da çocuk elini ateşe tuttu yandı. Bir daha ateşi gördüğünde ürküyor. Niçin ürküyor? Çünkü tecrübesinden bir “anlam” çıkarıyor. Korku sevgi, nefret… Mesela diyelim ki, bir çocuğu yaşlı sakallı bir amca hafif bir tokatladı. Bir daha sakallı adamı görünce çocuk ondan kaçar. Hangi duyusu yapar bunu? Günlük dilde çok kullandığımız "vahime" yetisi ile. Şimdi bu önemli bir şey ve bu yüzden üzerinde uzun durdum. Bugün kognitif psikolojide de daha farklı şekilde var. Vehim klasik psikolojide olumsuz bir şey değildir. Biz bugün kuruntu anlamında kullanıyoruz. Vehim çok sonradan bu anlamı kazanmıştır.

 Üçüncü kuvvet, Kuvve-i vahimedir. Ol bir kuvvettir ki me’aniye cüz’iyye; tekil anlam vardır. Kurt görünce, ateşi görünce; bir nesneye bitişik olmak kaydı ile bir tekillik içerisinde manayı idrak etmektir. Yoksa tümel korku kavramı, tümel sevgi kavramı, tümel nefret kavramı değildir. Me’aniye cüz’iyye mahsus değildir.  Çünkü anlam hissi bir şey değildir. Esas itibari ile 5 duyu ile idrak edilebilir bir şey değildir. Velaki mahsusattan mahfuz, kendisi 5 duyudan alınmıyor ama duyulur olarak idrak edilir. Kurt görünce ancak kuzuda korku, ateş görünce ancak çocukta kaçınma duyusu oluşur. Kendisi mahsus değil ama mahsus olarak; mahsus algılanabilir, duyumlanabilir demektir; ancak duyumlanabilirden intiza ediliyor.

İntiza/nuzuv ya da  tecrid. Bu iki kavramı felsefe çalışmalarında birbirine çok karıştırıyoruz. Çünkü klasik metinlerde de birbirinin yerine kullanılıyorlar. İntiza/nuzuv(extraction) ayıklamak demek, tecrid(abstraction) soyutlamak demektir. Şimdi ne demiştik hatırlayın. İnsan ikiye bölünür;


ihsas ve idrak. İhsas ikiye ayrılırdı. Dış ve iç. Neticesinde iç duyular, havâss-ı bâtına o da duyu’dur ama iç duyudur. Şimdi dolayısıyla ihsasın yaptığı ameliye işlemlere ayıklama diyoruz. İdrakın yaptığına ki bunu akıl yapıyor; soyutlama diyoruz. “Bir şey mücerreddir” dediğimiz zaman ne yapıyoruz türkçede, soyut nesneler diyoruz. Mücerred Arapçada klasik metinlerde iki anlama gelir. Birincisi; İdrakin iç duyulardan yaptığı soyutlamadır. Akıl’ın bu sistemde dışarıyla ilişkisi yoktur. Çünkü duyulardan malzeme gelir akıl burada işlem yapar. Duyulardan ayıklanmış olandan soyutlama yapılır. Mücerred bu anlama gelir. İkincisi mücerred maddeden ari olan demektir. Tanrı da mücerreddir çünkü. Ama tanrı böyle elde edilmiyor. Hiç bir maddeye bitişmemiş anlamında. Ona da mücerred deniyor.

Klasik gelenekte iki küre vardır; madde küresi ve ona çakışan mana küresi. Yani heyula ve logos. Bunlar iç içedir. Evrende logos vardır ve orada duruyordur. Bu logos belirli yerlerde çıkar hareketi yönlendirir. Madde ve mana birliktedir yani üstüste çakışık bir halde. Ne zaman mana evrenden tamamen ayıklanıp belli bir yere hapsediliyordu? Disenchatment; anlamdan arındırmak, bilim felsefesinde çok önemli bir kavramdır. Hegel felsefe tarihinde kullanır. Bir de Weber sosyolojide kullanır. Yahudilik ve Hristiyanlığın batı düşüncesine kattığı en önemli kavram olarak bunu gösteriyorlar. Aslında bunu bizim kelamcılar yapıyor. Evrende tanrının dışında spirütüel bir güç varsaymamak kelamla başlar. Ama bu batı felsefesinde Descartes iledir. Decartes’in cogito dediği budur. Cogito’yu buraya insan içine hapsedip geri kalan her tarafı extentiō, madde kabul etmektir. Dışarıda mana yoktur; hayvan bile makinedir, insan bedeni bile makinedir.  Modernizmi buradan başlatmıyor muyuz? Mana sadece Cogito’dadır. Dolayısıyla evrene manayı insan yükler. Ama klasik gelenekte mana evrendedir. İnsan onu intizar ve tecrid eder ayıklar.

Me’aniye cüz’iyye mahsus değildir. Çünkü ben dış dünyaya baktığım zaman korkuyu görmüyorum. Kurtta bir nitelik olarak korku var mı; yok. Ama ondan alınıyor. Ve lakin mahsûsâttan me’huz, mahsûsâttan alınma ve mahsûssâta müte’allik, ona bitişiktir. Burası çok önemlidir. Örneğin X'i nesne kabul edin, X’i 9 kategoride anlatırız. En temelde cevher vardır ve bu cevhere diğer 9 kategoriyi ekleriz ki bunlar da nitelik, nicelik, zaman, mekan vb. Bu kategorilere de ecma-ı saniye denir. Peki anlam nerededir? Anlamda maddenin içindedir ve anlamı maddeden alırız, anlamı buradan çekmemiz lazım. Bu çekme işlemi menşei intiza/ayıklama noktasından başlar. Çünkü bir kavramın mahsus olandan geriye doğru gidilerek bir menşei intizası var mı yok mu ona bakılır ki bu çok önemlidir. Örneğin daire kavramı. Daire kavramının bir menşei intizası var mıdır? Daire kavramı ideal haliyle iç duyulardadır, vehimde vahimededir. Ama daire kavramını vehim kendisi mi üretmiştir yoksa dışarıdan mı alınmadır? Menşei intizası var mıdır yani. Vardır, çünkü dışarıda dairemsi varlıklar vardır. Tam daire değildirler. Oradan alır, ayıklarız; zihnimiz onu idealize ederiz. Birde şunu söyleyeyim bu iç duyuların adı zihindir. Zeka burada ortaya çıkar, vicdan da aynı zamanda, duygu da burada ortaya çıkar. Bunların akıl ile hiçbir alakası yoktur. Hayvanların zekâsı var diyorlar. Var tabi, klasik gelenekte de var. Hayvanların hatta zeka dereceleri bile söyleniyor, fil daha zekidir, karga zekidir. Zihinleri var çünkü. Havâss-ı batına nefsi hayvaninin altındadır. Hayvanlarda idrak yoktur sadece. Vicdan, duygu hayvanlarda olabilir, özellikle gelişmiş memelilerde. İşte kendi yavrusuna acır, kendi yavrusu değildir ama diğer yavruları tehlikelerden korur gibi. Ama idrak başka bir şeydir.

Bir şeyin menşe-i intizasına bakılmalıdır. Örneğin elips, elipsin menşei intizası  var mıdır? Ya da çok gelişmiş bir topolojisi yok. O nasıl inşa ediliyor? Onun menşei intizası ne, bunların hepsinin üzerinde durulmuştur. Çünkü eğer insan kendine bir şeyi konu ediniyorsa, bu nereden geliyor? Demek ki temel bazı duygu durumlarını dış dünyadan menşei intizasının olması lazım. Bunu işte hangi yeti alıyor “vahime”. Vahime müvehime ile karıştırılmamalıdır. Müvehime başka, vahime başkadır. Hayali de muhayyile ile karıştırılmamalıdır. Hayal-hayalhane başka, muhayyile başkadır. Hayal kuruyorum diyorlar. Hayal kurulmaz, tahayyül edilir. Tahayyül başkadır, hayal başkadır. Bunların karıştırılmasının en önemli nedeni, batılı filozofların bu metinlerle ilk muhatap olduklarında bilmedikleri için konuyu birbirine katıp karıştırmasıdır. Decartes bunları o kadar kötü karıştırmış ki, anlamamıştır çünkü. 1860’ta emprik psikoloji Wilhelm Wundt tarafından kurulana kadar bütün kognitif psikoloji batıda da, doğuda da Aristoteles ya da İbni Sina psikolojisidir. Kant’ta bile. Çok geç olduğuna dikkat edin. Onun için batılılar bunları biraz karıştırmışlardır.

Mesela adâvet-ü sadakat, düşmanlık ve dostluk gibi, mahsus değildir. Bunlar (sensible) şeyler değildir. Velâkin adû ve sadîk mahsustur. Tekil örnekler verildiğine dikkat edilmelidir. Düşmanlık ve dostluk mahsus değil, ama düşman ve dost mahsustur. Bu mana o mahsûslardan me’huz ve münteza’dır. Me’huzu ve münteza yani intiza edilmiş ayıklanmıştır. Düşmanlık ve dostluk  mahsuslardan düşman ve dosttan alınma ve ayıklanmıştır. Eğer bu kuvvet olmasa,  bir koyun kendi cinslerini gördüğü zaman onlara dostluk yapıp, kurdu görüp kaçmazdı.

Vahime yetisinin en geniş analizini yapan ve onu önemli bir kuvve olarak, faculty olarak alan İbni Sinadır. Vahime yetisi çok önemli bir yeti İbni Sinada. Matematiği ve pek çok şeyi vahimede kurmuştur. İbni Sina matematiksel bilginin kesinliğini tanımlamak ve matematiksel bilgiyi mantıksal bilgiye göre ikinci kılmak için bir operasyon yapmıştır. Bu operasyonu yaparken vahime yetisini öne çıkarmıştır. Ama vahime yetisini yaratmamıştır. Vahime yetisi önceden vardır. Farabi’de  çok primitiftir, Aristotales’te hemen hemen siliktir, İbni Sina bunu merkez almıştır.

Soru:  İbni Sina neden mantığa karşı matematiği ikincil dereceye düşürmüştür?
Mantıksal bilgi tümele dayanır, dolayısıyla öze, illete dayanır. Mantıksal bilginin özelliği o tümel özsel olandan çıkarım yaparsın, kıyas teorisi ile sonucu temellenirmiş olursun. Tümel zorunlu olduğu için özsel olduğu için o tümele iliştireceğin her tekil durum özsellik kazanır. “Tüm insanlar ölümlüdür” önermesi, tümel özsel illet veren bir önermedir.  Şimdi bu tümel önermeye tikelleri birleştir. Deki mesela Ali de insandır. Ne oldu iliştirdiğinde Ali de insandır önermesi onun özselliğinden illetinden pay alıp “Ali de ölümlüdür”e döner. Şimdi matematik önermeler de bana bir tümellik göster. Çok zor bir durum var burada. Daire tümel midir, tekil midir? Öyle tartışıyorlar ki bunu. Bütün mesele oradan kaynaklanıyor. Özetini söylüyorum. Diyor ki İbni Sina matematik nesneleri dış dünyadan intiza yolla alıp vahimede idealize ederiz, tanımda varlığa getiririz diyor. Dolayısıyla tanımda varlığa gelmiş bir nesne üzerinden yapacağımız tüm çıkarımlar tüm ahkâm, mantıksal önermelere nispetle kesin yakîni değildir. Çünkü daire varlığını nerede kazanıyor? Vahimede. Peki nereden onu yakalıyorum, tanımda. Daire diyorum bir noktaya eşit noktaların eğrilmesi ile oluşturduğu bir nesnedir diyorum. Bunu  idrakte yapıyorum. Mantıkla inşa ettiğim doğa felsefesi hep dışardan elde ettiğim intizalar ve tecritler neticesinde vardığım tümel kavramlara nispetle temellendirdiğim yapılardır.

 Soru: İbni Sina da tümeller ontolojik mi? Yani dış dünyada varlığı var mı?
İkisi birlikte onların yani Aristotelesçi çizgiyi devam ettiriyorlar. Hem beraberler hem ayrılar. Tabi bu biraz karışık, İbni Sinada tümeller hem var hem yok kategorisi diye bir kategori var onda.
Vahime ile ilgili son olarak, vahime gücü hakikaten çok önemli bir güçtür. Fusus’ta ne diyor? El-Alem mevhumu; alem mevhumdur. Bazı hocalarımız diyor ki, “bir müslüman alemi mevhum kabul eder mi? Cenabı hakkın yarattığı şey vehimi olur mu? Bu bir kuruntu mu?”. İşte o değildir buradaki. Kastettiği şey nedir? Biz dış dünyayı iç duyular üzerinden idrak ettiğimiz için orada vehim gücü de iş başındadır. Dolayısıyla bunu demek istiyor. Yoksa kuruntudur, anlamsızdır değersizdir boştur demiyor Bir müslüman bunu demez zaten. İdraki mevhumdur. Çünkü vehim gücü İbni Sinadan sonra çok belirleyicidir. İbni Sina’dan önce yaşasaydı İbnü Arabi bunu diyemezdi. Çünkü vehim gücü merkezde değildir o zaman. İbni Sina kognitif psikolojide o kadar belirleyici oluyor ki hepsi artık kelamcılarda ona Razi'den sonra hatta Gazali hepsi dâhil olmuştur. Çünkü scientific/bilimsel bir şey. Yani dönemin bilimsel paradigmasını oluşturuyor. Sana diyorki mukaddemde, aklın içinde.

Hissi müşterek süveri cüzziyeyi yakaladı hayalhaneye attı. Peki, vahime gücü mani cüzzeyi yakaladığında nereye koyacak? İşte hafıza budur. Hafıza, klasik kognitif psikolojide tekil anlamların deposu demektir. Onun için hafıza bizim kültürümüzde olumludur. Biz bugün çocuklara çok ezberci davranıyorsun dediğimiz zaman kastedilen hayalhanedeki, yani insanlardaki jpeg, pdf ezberletmektir, o problemlidir. Yoksa anlamlar ezberlenmek zorundadır. Hafıza kötü bir şey değildir yani. Bakın anlam ne kadar değişmiştir. İbni Sina bunu söyler zaten. Süveri cüzziye’ye ilişkin hayali güçlü olan insanların anlama yetisinde problem olur diyor. Niye? Malumatfuruş dediğimiz budur işte adam doldurmuştur kendini. Ana britannica, Temel britannica hepsi vardır, ama adamda hiçbir şey yoktur. Anlama yetisi müdrik güç daha farklı bir yetidir der İbni Sina. İbni Sina’nın meşhur mottosudur; mudrikesi güçlü olanın hayalhanesi, hayalhanesi güçlü olanın mudrikesi zayıf olur. Hafıza değil ama. Çünkü mudrikenin güçlü olması, hafızanın güçlü olmasıyla çok büyük alakalıdır.

Dördüncü kuvvet hafızadır. Ve o bir kuvvettir ki kuvvet-i vâhimeyi idrak ettiği ma’nileri hıfz eyler. Yani vehim kuvvetinin idrak ettiği anlamları orada korur. Nitekim hayal karşılaştırma yapıyor, nitekim hayal hissi müşterekin idrak ettiği süveri mahsusatı hıfz eyler. Yani nasıl ki hissi müşterekin idrak ettiği süveri cüzziyeyi hayal hıfz ediyorsa, mani cüzziyeyi vahimenin idrak ettiği mani cüzziyeyi de hafıza hıfs eder. Bunlar önemlidir. Çünkü iki tane gücümüz vardır. Operatif gücümüz, hissi müşterek ve vahime, iki tane de depomuz var. Hissi müşterekin süveri cüzziyesi hayalde; vahimenin  mani cüzziyesinin hafızada depolanır.

Beşinci Kuvve, Kuvvet-i mutasarrıf; işlemci güç. Önemli bir güçtür.  Mutasarrıf sarraftan geliyor. Sarraf işlemci demektir yani. Ne işleyeceğiz; hayaldeki suretleri ve hafızadaki manaları, anlamları. Kuvveyi mutasarrıfa tekil suretlere gider ve anlamlara iki eylem yapar; tahlil ve terkip yani analiz-sentez. Tahlil içine girmek, hulül etmek dağıtmak demektir. Helal kelimesini hatırlayın, haram sınır, helal sınırdan içeri girmek demektir. Terkip birleştirmektir. Başka metinlerde fasl ve vasl kullanılır. Fasl etmek ayrıştırmak, vasl etmek birleştirmektir. Bu kuvve, bir şekli alır diğer şekle birleştirir, bir anlamı başka bir anlama katar onlarla oynar. Kuşun kanadını çıkartır insana takar, insanın kafasını alır hayvana takar, yakuttan bir dağ, gümüşten bir serv tahayyül eder. Mesela bunu şairler yapar diyor. Bu kuvvetin tasarrufundadır.

Şimdi burada vermemiş ama ben bunu size söyleyeyim; bunlar insana nispetle olan şeyler,  burada hayvanı anlattığı için vermemiştir. Ama insana bunu yüklediğimizde şöyle bir şey çıkar. Müvehhime ve muhayyilenin ne olduğunu müdrikenin, müfekkirin ne olduğunu açıklamak bakımından söylüyorum şimdi, Hissi müşterek’in deposu hayaldir; tekil suretler. Vahime’nin tekil deposu hafızadır, tekil anlamlar. Kuvve-i mutasarrıfa; ikisine de operasyon çekiyor. Operasyonların adını da tahlil-terkip, cem-tefrik, fasl-vasl olarak hepsini kitaplarda görürsünüz. Hepsi üç aşağı beş yukarı aynı anlamlardadır. Şimdi bunlar işlemleri yaparken akıl burada müdahale ederse, onu yönlendirirse, kuvve-i mutasarrıfanın adı müdrike ya da müfekkire olur. Kuvve-i mutasarrıfa o zaman kuvvet-i mütefekkire oluyor; düşünen güç, idrak eden güç. Mütefekkire düzene koyan tertip edendir. Tefekkür Arapça’da tertip etmek, mütefekkire de onu yakalayan demektir. Ama bu işlemleri yaparken, bu vahime dedik ya bu vahime rahat durmaz. Vahime işin içine karışırsa yani şu fasl-vaslı, cem-tefrike müdahale ederse o zaman muhayyile ve müvehhime, vehim gücü ve hayalgücü ortaya çıkar. Bunun adı müvehhime ve muhayyile olur. Muhayyile sanatkârların şairlerin olduğu iyi bir şeydir, müvehhime ise bütün sapkınlıkların ortaya çıktığı yerdir. İnsan söz konusu olduğunda, ayni gücü akıl kontrol ettiğinde mütefekkire; vahime kontrol ettiğinde ya da bulaştığında muhayyile ve müvehhime adını alıyor. Onun için ortaya sanatkâr çıkıyor, müzisyen çıkıyor, şair çıkıyor ya da sapık çıkıyor. Doğasından sapan bir canlı olmaz. Biz müvehhime yüzünden doğamızdan sapıyoruz. Bunu sufiler şeytan olarak yorumluyor. Sufiler bunu Razi’den alıyorlar. İbni Arabi’nin Razi olmadan önce ortaya çıkması mümkün değildir. Razi’nin ilminin irfanı İbn’ül Arabi’dir. Çünkü ilim irfan ilişkisi vardır. Nasıl ki İbnül Arabinin ilminin İbni Sina’nın ilminin irfanı Sühreverdiyse, Razinin ilminin İrfanı da, İbnül Arabidir. Birbirini tamamlar.
-          Soru vahime'nin devreye girdiği yerde irade onu kontrol edebiliyor mu?

İrade akli bir şey değildir. Hayvanların da iradesi vardır. İrade iç duyularda ortaya çıkar. Akılda ihtiyar var. Bunlar mecazen bir birbirlerinin yerine kullanılırlar. Ama kesinlikle dikkat edilmelidir. İrade ve ihtiyar başka şeylerdir. İhtiyar iradeyi kontrol ettiğinde ahlak ortaya çıkar. İrade vahimenin bir parçasıdır. İrade iç duyularda vardır. İhtiyar iradeyi kontrol ettiğinde vahimeyi kontrol etmiş olur. Örnek vereyim, şimdi size çok çeşitli vehim örnekleri verilebilir. “herkes beni dinliyor bütün istihbarat örgütleri beni dinliyor şu anda ” diyen insanlar vardır ya da “sabah yemeğini şurada yiyeyim şöyle olsun öğle yemeğini burada yiyeyim böyle olsun” diye iştahını abartarak vehmini katan insanlar vardır. Bir sürü vehim türü vardır. Bunlar deliliği yaratıyorlar. Kaç tane deli türü vardır. Mesela aynaya bakma hastası, elbiselerine aşırı düşkünlük, kendi kendini ekranda seyretmek isteyen. İhtiyar aklın irade zihnin ya da zekanın gücü. İhtiyar iradeyi kontrol ettiğinde itidal ve ahlak ortaya çıkar. İhtiyar hayr kelimesinden gelir. Kant’ın ahlak anlayışında esas olan nedir? Sadece hayr'ı talep etmek ister. İhtiyar budur.  Kant bunu alıp sekülerize etmiştir. Akıl tek başına kaldığında nefse bulaşmadığında, hayrdan başkasını istemez, doğrudan başkasını istemez,  güzelden başkasını istemez, iyiden başkasını istemez talep etmez. Çünkü herhangi bir amaca matuf değildir aklın talepleri. Akılda tefekkür vardır, tedebbür yoktur. Tedebbür zekanın işidir, zihnin işidir. Tedbir almak da bir tür tefekkürdür. Ama amacı dikkate alarak iş yapar. Tefekkür ise amaçsızdır, saf kavramsaldır yani. Bunları birbirinden ayırmak lazımdır. Halbüki insanların çoğu zekası, tedebbürü ile yaşar. İşte ilerde evleneceğiz ona göre birikim yapalım, okuyalım, diploma alalım, iş bulalım… Bunların hepsini tefekkür sanıyoruz, bunlar tedebbürdür. Bunlar tefekkür değildir, bunların teorik tarafı tefekkürdür. Tefekkür tedebbürü kontrol edecek, ihtiyar iradeyi kontrol edecektir. İrade istemek demektir. Türkçede istence de denir. İhtiyar hayrı talep eder. Şimdi diyelim ki sen çok yemeyi seviyorsun Şu tatlıyıda yiyeyim, şu kebabı da yiyeyim ama aklın sana diyor ki yeme ölürsün, sağlığın bozulur. Orada ihtiyarın iradene saldırıyor, yapma dur hayırlı bir şey değil bu diyor. Bakın bu ahlakta fiziksel bir ahlaktır. Tamamen içerde cerayan eder, mistik bir şey değildir. Hepsi senin aklının güçleri, idrakinin güçleri, zekânın güçleridir.

İnsanlar zekaları ile yaşar. İnsanların zekaları ile alay edilmez. Akıl ile zekaya konuşulmaz. Akıl ile akıl muhatap olur. Zeki Arapça parlayan demektir. Zeki kişi duruma uyar. Akıllı demek değildir. İhtiyar aklın bir fonksiyonu olduğu için akıl ile ahlakı özdeşleştiriyorlar. Akıllı olan ahlaklıdır, ahlaklı olan akıllıdır. Kültürümüzdeki pek çok kabulü bunlar bize işaret etmektedir. İhtiyarlar meclisi, muhtar… Muhtar dediğinin ihtiyar olması lazımdır. İhtiyar hayrı talep eden demektir. Yaşlılar için ihtiyar diyoruz. Çünkü adamın nefsi kalmamıştır, yani adamın zihni iç duyularının bir iradesi şehveti yoktur, çünkü yarını yoktur. Adam artık tecrübeli güngörmüş, orayı terbiye etmiştir. Diyoruz ki muhtar olsun, yani hayrı seçecek toplum için o mahalle için ihtiyarı en güzeli en doğruyu talep edecek adam budur. İhtiyar heyeti de o demektir. Tamamen yargılama gücüyle alakalıdır ihtiyar. Hayrı talep etme gücü olan insandır. Onun için deriz ki yaşı çok genç ama ihtiyar gibi derler. Çünkü o kadar isabetli kararlar alır ki hiçbir nefsi şey katmamaktadır içine, doğru olan ilke neyse onu söylemektedir.  Aklı selim sahibidir.
     
           Kuvvet-i muharrike ikiye ayrılır. Birincisi kuvve-i şeheviyye, birisi kuvvet-i gazabiyyedir. Şehveti biz Türkçede çok yanlış anlıyoruz, şehvet isteme kuvvetidir, arzudur yani. İstemek, irade ile karıştırmamak için bunu arzu diye çeviriyoruz. Akıl maddeye bulaşmaz. Aklın maddeye bulaşan kısmına nefs denir. Bunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın. Akıl oradan müdebbirdir. İnsanı yönetir, nefs üzerinden yapar. Nefsi enerjiye benzetmiştik hatırlıyorsanız. Santral radyoya bitişir mi, bitişmez. Uçurur çünkü. Akıl santral, prizi taktığında geldiği yer nefis. İçine giriyor çünkü. Bulaşıyor maddeye ona nefis diyoruz. Vücut işlevselliğini kaybettiğinde nefis geri çekiliyor. Şimdi nefis kendisine uygun olan nesneleri ne yapar, kendine cezb eder çeker alır. Diyelim ki yemek görür böyle hemen alır, bir şey görür kendi yararına olan her şeyi elde eder. Onun için ona hareket ettirici derler. Hareket ettiriyor seni. Bakıyorsun kebaba, kebabı gördüğünde, açsan atlıyorsun ya da orada güzel bir kalem görüyorsun ya da makam görüyorsun.

Muharrikelerden olan ikinci kuvvet, kuvvet-i gazabiyye’dir. Bu kuvve kendi hoşuna gitmeyen nefret ettiği, tiksindiği şeylerden kaçar. Uygun olmayanlardan kaçış, bu kuvvettir. Buradaki tanıtımı böyledir. Gazabiyye’yi ise daha farklı tanımlayan metinler vardır. Kuvveyi şeheviyye arzu edileni talep etmek, edilmeyenden kaçmak. Gazabiyye bir tür gazap, temekkün gücü demek yer tutma gücü, galabe çalma gücüdür. Mesela hayvanlarda vardır, aslanlar köpekgiller burası benim havzam derler bevl ederler; kuşlar, maymunlar kavga eder, bu gazabiyye gücüdür. Buna temekkün gücü diyorlar. Yer tutma, mekânı kapma yani. İnsanlarda da vardır, burası benim vatanım, burası benim evim dersin. Bide galabe çalma gücü vardır. Örneğin iki kişi satranç oynar, biri diğerini yener. Oradan bir haz alır, yendim der. 20 yıl sonra karşılaşırlar "Seni nasıl yenmiştim, hatırlıyor musun" der. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen… İşte buna gazap,  gazabiyye, galebe çalma gücüdür. Böyle tanımlayanlarda vardır. Ama burada biraz farklı tanımlanmış. Şeheviyye talep edilen, mülayim olanı elde etmek, çekmek; gazabiyye nefret, itmek olarak tanımlanmış. Farklı tanımlar var.

Kuvvet-i müdrike özellikle insanda olmalı ki biz kuvvet-i muharrikeyi yönlendirebilelim. Çünkü akıl hep devrede oluyor. Ondan yardım talep eder. Nefsin mülayimetine şuru ve idraki olmalı, çünkü bu iş bana uygundur ya da değildir; benim için iyidir ya da kötüdür, idrak karar verecektir. Ancak ondan sonra biz onu isteriz ya da istemeyiz, ondan kaçarız ya da kaçmayız. İrade sinirleri ve adeleleri hareket ettirir, fiil bunun üzerine vücuda gelir. Ben bunu almak istediğimde ne yapar iradem, hemen eli marifet ettirir. İhtiyarın böyle bir derdi yoktur. İhtiyar bizim adalelerimizi hareket ettirmez, idare ettirir.

Not: Emprizmi felsefi sisteme çeviren Almanlardır. Decartes hariç Avrupa’da Almanların dışında filozof yoktur. Birçok İngiliz filozof abartılır. Bir bütünün parçası olduğu için büyük olurlar. Bütün büyük olunca, parçada bütünle önem kazanır. Hume'u yani emprizmi felsefi sistem haline getiren Alman Viyana Okulu’dur. Analitik felsefeyi Viyana Okulu kurmuştur. Amerikan ve İngiliz analitikçiler eğitimlerini gelip Viyana’dan almışlardır ya da ikinci dünya savaşı esnasında Almanlar oralara gidip onların hocaları olmuşlardır. Ernst Mach Viyanalı bir fizikçidir. Felsefe’de 1750-1950 arasında 200 yıl önemli isimler Almanlardır; Kant, Hegel, Leibniz, Heidegger… Hem edebi felsefe, hem bilimsel felsefe, kuantum fiziğinde öncülerdir. Scientific teori kavramını Almanlar icat etmişlerdir.

Not:  Mutezile “vahime”yi Öklid matematiğinin problemli teoremlerini kendi ontolojisinde temellendirmek için matematiğin ilkesinden yararlanmak üzere kullandı. 

***
Ders Notları için Fatma Rüveyda Baş'a teşekkür ederim.
***
2015-2016 Dönemi Dersleri










2016-2017 Dönemi Dersleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts