İhsan Fazlıoğlu: "Yer’i, Yurt Yapmak: Hâfıza ile Mekân İlişkisi Üzerine..."

İhsan Fazlıoğlu: "Yer’i, Yurt Yapmak: Hâfıza ile Mekân İlişkisi Üzerine..."


İtibar, -Aylık Edebiyat ve Fikriyat Dergisi-, Sayı 32, s. 40-42
Mayıs 2014

İtibarın Mart sayısında yayımlanan “Türk Milleti’nin Mefhûmu” adlı yazımızda, “Hâfızanın manevî bilimlerde incelenen pek çok türü ve işlevi vardır; ancak en genel anlamıyla, bir kişinin ya da bir toplumun, yukarıda özetlenen çerçevede, kendilikini ve kimlikini oluşturan hâfıza, varlığını, davranış ve bilgi yanında, hâfıza kurumları denebilecek, tarihî kayıtlar, binâlar, müzeler gibi maddî yapılar ve kültürel manevî simgeler üzerinden sürdürür.” cümlesini kurmuştuk. Bu yazıda, hâfıza kurumları kavramı üzerinden hâfızanın içeriğinin mekân ile ilişkisi, özellikle, hâfızanın mekânda tecessüm etmiş içeriğini temsil eden tarihî eserlerin kendilik ve kimlikin inşâsındaki yeri üzerinde duracağız.
Hâfızanın toplum-bilimde incelenen çok değişik türleri vardır; bu türler, eşyanın kullanımından davranışlara; sözlü kültürden yazılı kültüre; okullardan müzelere; ve dahî mekânda tecessüm etmiş mimarî eserlere değin çok geniş bir uzayda varlığa gelirler. Her bir tür, bir açıdan, hatırlama için aracı işlevi görür. Tanımlanabilirlik, tekrarlanabilirlik ve paylaşılabilirlik gibi üç temel niteliğiyle hâfıza türleri, bir milletin organik ve holistik sürekliliğini sağladıkları gibi, o milletin tarihî derinlik ve genişliğini bir arada tutan kanonik arkaplanını da oluştururlar. Kanonik arkaplan, o milletin, tarihî süreçteki maddî ve manevî örgütlenme biçimlerinin kodlarını ve formlarını tespit etmek imkânı verir. Kanonik arkaplan bir milletin ortak(:müşterek, kolektif) bilincinin bir ifâdesidir ve o milletin yaptığı her işe eşlik eder. Kanonik arkaplanın bir ifâdesi olarak ortak bilincin eşlik etmediği davranışların belirli bir istikâmeti olmaz; bu nedenle, bir milletin kafa karışıklığı ve tarihî yürüyüşünde yalpalaması, kanonik arkaplana dayalı ortak bilincin belirsizliğinden ve bulanıklığından kaynaklanır.
Başka bir açıdan bakıldığında, kanonik arkaplana dayalı ortak bilincin içeriği, aynı zamanda, bir milletin hâfızasının da içeriğidir. Bu içeriğin tarihî derinliği, hatırlama eylemiyle tezâhür eder. Bu nedenle, bir milletin yaşı, hatıralarının(:hâtırât) yaşı kadardır; ya da daha yalın bir deyişle, hatırladıkları kadardır. Hatıralar, aynı zamanda, bir milletin olgu ve olaylar karşısındaki idrâkinin sınırlarını da belirler. Daha vecîz bir deyişle, anılar, anlarlar... En yalın kabileden en karmaşık millet örgütlenmesine değin, bilgi ve deneyim açısıdan yaşlı/ihtiyâra verilen değer, bu kabule dayanır; çünkü bedenî anlamda yaşlı, fazlaca gün-görmüştür; niceliksel fazlalık da, bedenî yaşlılığa simetrik olarak, aklî düzlemde, kişiyi hevâ ve heveslerine göre değil, deneyimleriyle pişmiş ihtiyâr-ına göre yargıda bulunabilecek bir konuma getirir. Bu özelliğiyle hâfıza, kanonik arkaplana dayalı ortak bilinçten aldığı yetkiyle, toplumsal doğrunun da meşrû kaynağı hâline gelir. Öte yandan, hâfıza, özellikle, kanonik olan, ölümsüzlüğe tâlibtir; çünkü kendilik ve kimliğin taşıyıcısı olarak hâfıza, hiç-lenmeden kurtulmaya çalışır. Hâfızanın mekâna tutunmaya çalışmasının, temekküne yeltenmesinin en temel nedeni, işbu hiçlenme korkusudur.
Hâfızanın mekânda temekkünü, hâfıza kurumlarının en önemli türlerinden biri olan, mekânda tecessüm etmiş mimârî eserler-iledir. Temekkün, yer tutma, bir açıdan, zamanın mekâna tutunması; manânın maddeye nüfûz etmesidir. Zâten coğrafî/fizikî anlamda yer ile hâfıza arasında birbirini belirleyen karşılıklı bir ilişki mevcuttur. Coğrafî/fizikî yerin beşerî yere dönüştürülmesi, ancak, insanın anlam iğnesiyle ince ince işlenmesi ve örülmesiyle mümkündür. Bu işleme ve örme işlemi sonucunda, coğrafî/fizikî yer, maddeye nüfûz eden manânın tecessüm ettiği manevî yer hâline dönüşür. Bu açıdan bakıldığında, özellikle şehirler, bir milletin anlam-dünyasının mekân ile kurduğu ilişkinin bir ifâdesidir. Milletler, kurdukları şehirlere, anlam-dünyalarını, hayat görüşlerini, yaşama anlayışlarını, eşyaya ilişkin kullanım bilgilerini(:zenaât) nakş ederler. Kısaca dendikte, şehir, bir milletin kendini maddeye işlemesi, mekâna oyması, kazımasıdır. Başka bir açıdan, şehir, kendiliğin ve kimliğin anlam boyutunun mekândaki cisimleşmesi, somutlaşmasıdır. Hâfıza ile mekân arasındaki oranın simetrik değeri, o mekâna tutunan insanlara metafizik bir güven ve huzur verir; bu güven ve huzur da maddeyi/mekânı, manâya yani yurda/vatana dönüştürür.
Mekânda tecessüm etmiş mimarî/tarihî eserlerin metafizik bir güven ve huzur vermesinin en önemli nedeni, hâfızayı geçmişte kalmaktan kurtarmaları; âna taşımaları ve geleceği işâret etmeleridir. Bu örüntü, zaman içinde akan kendilik ve kimliğe, yani anlama süreklilik duygusu kazandırır ve hatırlama eylemi üzerinden süreklilik duygusunun biteviye üretimini mümkün kılar. Mimarî eserlerde içkin kanonik arkaplana dayalı ortak bilincin hâfızadaki süreklilik duyuşu, hiçlenme korkusunu giderdiğinden, mensuplarına güven ve huzur verir. Bu özellikleri hâiz mimarî eserler, kanonik arkaplana dayalı ortak bilincin içeriğinin, deyiş yerindeyse, mekânda görünür kılınan sıkıştırılmış formlarıdır. Milletler, tarihî yürüyüşleri içinde, kuşaktan kuşağa, maddî eserlerde sıkıştırılarak nakş edilmiş tarihî deneyimlerini çözümleyerek, yorumlayarak, günlük yaşamlarının gerçekliğine aktarırlar. Mimarî eserler-ile girilen bu hermeneutik ilişki, elbette, yalnızca, tarihî eserlerde tecessüm etmiş anlam dünyasına âidiyeti bulunan bireyler için anlamlıdır; eserler ile hermeneutik ilişki kuramayan kişi, yabancıdır. Şimdiye değin çizilen çerçeve dikkate alındığında, şu çıkarım yapılabilir: Hâfıza, zamanı(:manâyı), mekâna(:maddeye) iliştirerek sürekli üretebilir; bu nedenle tarihî/mimarî eserler, bir milletin anlam dünyasının baş-vuru(referans) noktalarıdır.
Bu çıkarımı, derinliğine daha iyi kavramak için, şöyle bir karşılaştırma yapmak mümkündür: Göçebe bir topluluk, baş-vuru noktaları doğal olarak sürekli değiştiğinden; başka bir deyişle, anlam dünyasının tecessüm ettiği maddî çevre sürekli başkalaştığından; zaman ile mekân, mânâ ile madde arasındaki nisbet, biteviye yeniden kurulduğundan; tarihî deneyimine karşılık gelen mekânı/mekânları, geçici de olsa, kendiyle birlikte taşımaya çalışır. Mekân, maddî bir sûret olarak, hâfızada –ki, tekil anlamların deposudur–değil, daha çok hayâl-hânede –ki, tekil hissî sûretlerin mahzenidir– biriktirilir. Hissin karşılık geldiği mahsûs çevre farklılaştığından, bu çevreye ilişkin geliştirilen hissiyât da hassâsiyet de, yine doğal olarak, süreç içinde zayıflar. Bunun sonucunda, hermeneutik ilişkinin kurulduğu iki uç arasındaki karşılıklı nisbet belirsizleşir ve zamanla, göçebe topluluğun, artık maddî/mekânî karşılığı kalmamış hissiyâtı, anlam dünyası, anlatılara, masallara efsânelere dönüşür. Daha genel ve vecîz bir deyişle, mekânsız zaman, maddesiz manâ, zaman içinde, bir söylenti seviyesine iner...
Yukarıda dile getirilen, “mekânda tecessüm etmiş bir karşılığı bulunmayan hâfızanın içeriği zamanla efsâneye dönüşür” yargısı, işgalcilerin, ele geçirdikleri milletlerin, öncelikle, tarihî eserlerini yok etmelerinin temel nedenidir. Bir milletin kendilik ve kimliğini yenileyerek üretebilmesinin asgarî koşulu olan hermeneutik ilişkinin bir ucu, o milletin günlük yaşamındaki görünür maddî eserler ise, işgalcilerin bu davranışı son derece tutarlıdır. Tarihî/maddî eserlerin, kısaca bir milletin hâfıza kurumlarının yok edilmesi, o eserlerde tecessüm etmiş, sıkıştırılmış anlamın da ortadan kaldırılması anlamına gelir. Nitekim, işgal eyleminde kullanılan, herkesin âşina olduğu “yer-ile bir etmek” deyişi, bir milletin mekâna işlediği, nakş ettiği manevî(:anlam dünyasına ait) işâretlerinin sökülmesi ve kazınması, kısaca, görünür olmaktan çıkarılması, yer-ile düzleştirilmesidir. “Orta-dan kaldırmak” fiili, tam da, işâretlerin ortalık-tan, yani göz önünden kaldırılması demektir. Örnek olarak, Süleymaniye’nin yer-ile bir edilmesi ya da orta-dan kaldırılması basit anlamda bir binânın yıkılması değil, aynı zamanda, Süleymaniye’de içkin tüm anlam-değer dünyasının tasfiyesidir. Bu tarihî/mimarî eseri üreten millet, yokluğu karşısında ilk elde bir korku duyacak, ancak zaman içinde, ona ilişkin anlam, maddî karşılığı hayal-hânede gittikçe belirsizleşeceğinden, bir söylentiye dönüşecektir.
Bir milletin kendilik ve kimliğini yenileyerek üretebilmesinin asgarî koşulu olan manâ ile madde arasındaki hermeneutik ilişkinin bozulması, yalnızca maddî ucunun ortadan kaldırılması demek değildir; başka bir deyişle, sadece, maddî/mimarî eserlerin işgalciler/yabancılar tarafından yer-ile bir edilmesini gerektirmez. Hermeneutik ilişkinin manevî ucunun içeriksizleştirilmesi; başka bir ifâdeyle, anlam-dünyasındaki değişimler de, söz konusu bozulmayı zorunlu kılar. Bu hâlde, anlam-değer dünyası değiştiğinden bizzat o maddî eserlerin temsîl ettiği maneviyâta yabancılaşan kuşaklar da, atalarının ürettiği mimârî eserleri unutulmaya terk edebilecekleri gibi, yabancı işgalciler gibi, yer-ile bir de edebilirler. Vecîz bir deyişle, bir millet, anlam-değer dünyasını değiştirdiğinde, daha önce âidiyet duyduğu kendi maneviyâtının mücessem maddî eserlerinin işgalcisi hâline gelebilir. Örnek olarak, müslüman olan bir kabilenin gözünde, anlam-değer dünyası değişeceğinden, bir önceki maneviyâtını temsil eden maddî görünür eserler de anlamlarını kaybedeceklerdir. Benzer biçimde, yine anlam-değer uzayı farklılaşan bir kişi için, zaman içinde, Süleymaniye’nin anlamsızlaşması, dolayısıyla değersizleşmesi mümkündür. Topyekûn böyle bir dönüşümü yaşamış bir milletin, Süleymaniye’yi ya da eski kendilik ve kimliğini temsil eden maddî/mimarî eserleri, atalarının mekâna işlediği, nakş ettiği manevî işâretleri, kelimenin gerçek anlamıyla yer-ile bir etmesi gerekmez; onları ortalık-tan kaldırması, göz önünden uzaklaştırması, günlük yaşam içinde görünür olmaktan çıkartması, temsil ettikleri anlamdan farklı işlevler için kullanması, kısaca, eski kendilik ve kimliği üretecek bir durumdan uzak tutması da yeterlidir.
Yukarıda da işaret edildiği üzere, bir milletin kendilik ve kimliğini yenileyerek üretebilmesinin en önemli koşulu, o milletin, anlam-değer dünyasının tecessüm ettiği, maddî kültüründeki günlük yaşamda görünür hâfıza kurumları ise, manâ ile madde arasındaki nisbetin bozulması, doğal olarak, hermeneutik ilişkinin de simetrisini bozacağından, kanonik arkaplana dayalı ortak bilincin içeriği, hâfızanın sürekliliği sıkıntıya düşecek, bu da, hiçlenme korkusunu besleyecektir. Bu korkunun aşılması için, tıpkı göçebe toplumlarda olduğu gibi, milletin hissiyâtına, anlatılar, masallar ve efsâneler tercümân olacak, milletin kendilik ve kimliği, geçmiş ile şimdi, eski ile yeni, madde ile manâ, yerli ile yabancı, vb. ikilikler arasında, kaotik bir kararsızlık baş gösterecektir. Örnek olarak, günümüzde, Anadolu Selçuklu-Osmanlı Türk tarihinin söylentilere indirgenmesinin en önemli nedeni, işbu, yeri, yurt kılan işâretlerin, tarihî eserlerin, maneviyâtımızı temsil eden mekândaki görünür simgelerin, ya yer-ile bir edilmesi ya gözden ırak tutulması ya da günlük yaşamda işlevsiz kılınması ile son derece ilgilidir. Çünkü, maddesizlik(:mekânsızlık), manâyı(zamanı), mitolojiye dönüştürür...
Bir akarsu, lezzetini, ancak kıvrılıp aktığı vâdiyle girdiği ilişkiden alır; bir mekânda akmayan su, yalnızca bir tahayyüldür. Fuzûlî’nin şiiri günümüzde niçin insanları kandırmaz? Şiirin üretildiği vâdi ortada yok da ondan... Halbuki şiir, kanmak içindir. Maddesiz manâ, mekânsız zaman, harfleri kum olan şiirler yazmak gibidir; ancak bu şiir bir seraptır; arda kalan yalnızca bir çöldür; çöl ise insanları kandırmaz; susatır. İnsanımızın kendilik ve kimliğindeki kaotik susuzluğunun nedeni tam da budur: Maneviyâtının tecessüm ettiği tarihî eserlerin yitimi, yetimliği... En geniş anlamıyla, milletin gönlüne simetrik (:eş-lik eden) bir aklın işbaşında olmaması...


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts