İhsan Fazlıoğlu: "Yeni bir medeniyet, yeni bir teo-ontoloji"
Anlayış Dergisi
(Sayı 32) Şubat 2006 |
Tüm köken soruları gibi, medeniyet'in hem tarihî bir olay olarak nasıl oluştuğunun hem de felsefî bir kavram olarak nasıl doğduğunun, vakıaya ve tarihe mutabık bir biçimde tespit edilmesi imkansız derecede zordur; dolayısıyla bu konulardaki bütün yanıtlar, tanımlamalar, min-vech yorum düzeyinde kalmaya mahkumdur. Bu kabule karşın, yaklaşık değer cinsinden min-vech yanıt vermeler mümkündür, hatta olup biteni anlamak için zorunludur.
Sanayî devrimi öncesi Batı Avrupa zihniyetinde medeniyet, ulaşılmak istenen, gelecekte olması-gereken, kısaca amaç açısından tanımlanan ahlakî ve fikrî değer, hatta seviye biçiminde anlaşılmıştır. Aydınlanma filozoflarının derinlemesine işlediği bu anlayış, sanayî devrimi sonrasında, ekonomi-politiğin gelişimine koşut olarak, iktisadî içeriği zenginleşerek hakim olmak ile bu hakimiyeti sürdürülebilir kılmak ideolojisine dönüşmüştür. Özündeki amacı tahakküm etmek olan bu ideoloji, sömürgeci kapitalizm, dönüşümü hem fikrî/entelektüel hem de hayat/yaşama açısından talep eder; bu nedenle de kendi dışındakileri, en-ileri sömürgeci kapitalist ülke örneğine uygun olarak dönüştürmeyi amaçlar: Çağdaşlaşma. Çağdaşlaşma, başka bir deyişle, sisteme uygun dönüştürülme, bütün bir maddî, manevî ve fikrî sahaları kapsar ve eğitim-öğretim ile üretim-tüketim yoluyla sağlanır. Her beşerî eylem gibi medeniyet de, maddî(coğrafya, iklim, su, vb.), manevî(ferdî/ahlakî, ictimaî/dinî, siyasî/iktisadî, vb.) ve fikrî(varlık, nizam/düzen, illiyet, ölçme, vb.) şartların beraberce tahakkuk ettiği mekandaki(şehir) hayat ilişkilerinde varlığa gelir. Bu nedenle medeniyetin tarihî vakıa olarak inşası çizgisel değil, çapraz-karmaşık ilişkilerin sonucudur. Bu temel yapıya karşın, hayat ilişkilerinin oluşturduğu küre'ye bütünlüğünü veren, bu küre içerisinde yaşayan insanın tüm maddî, manevî ve fikrî yapıp etmelerini anlamlı kılan nedir? Başka bir deyişle medeniyet'in metafizik tanımı mümkün müdür? Metafizik çerçevede medeniyet: İlk-ilke, Evren ve İnsan ile aralarındaki ilişkiler hakkında sorulan sorulara verilen yanıtların cisimleşmiş halidir. Örnek olarak, bir tapınak, İlk-ilke ile insan arasındaki bir soru-yanıt ilişkisinin cisimleşmesidir. Bu soru-yanıt sürecinin farklılığı tapınağı, camii, kilise veya budist mabed kılar. İnsanın içerisinde yaşadığı hayat küresine bütünlüğünü veren, küreyi anlamlı kılan bu soru-yanıt sürecinin içeriğidir. Hiç şüphesiz soru soran, yanıt veren, hem sorulan soruları hem de verilen yanıtları cisimleştiren insanın kendisidir. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, söz konusu insanın bizatihi kendisinin de bu soru-yanıt sürecinin ürünü olduğudur. Başka bir deyişle, insan kendisini soru-yanıt sürecinde dönüştürür; cisimlenen ilişkilerin doğasına uygun bir içerik kazandırır. Öyleyse tam da bu noktada şu soru sorulabilir: İnsanı dahi dönüştüren bu soru-yanıt sürecinde, hem medeniyetler hem de aynı medeniyet içerisindeki alt-kültür öbekleri arasındaki ayrımı veren en temel belirleyici nedir? Bu sorunun yanıtı: teo-ontoloji'dir. Başka bir deyişle İlk-ilke kabulü ile bu kabule uygun bir Evren tasavvurunun inşasıdır. Theo-onta-logos terkibinde, Theo, İlk-ilkeye; onta, varolanlar anlamında Evren'e; logos ise insana delalet eder. Bu terkibte İlk-ilke kabulü Evren tasavvurunu, her ikisi beraberce insan anlayışını belirlerler. Köken(originator), üretici(productor) veya yaratıcı(creator) biçiminde tanımlanması, İlk-ilke'nin yalnızca zatını, evsafını ve efalini tayin etmekle kalmaz, Evren ve insan ile ilişkisini de belirler. Tüm soru-yanıt süreci insan için olduğundan, İlk-ilke de esas itibariyle insan içindir. Bu nedenle, İlk-ilke'nin tanımı ve Evren ile ilişkisi, hem insanın mebde(çıkış) ve mead(dönüş) tasavvurlarının hem de bu iki sınır arasında(dünya), niçin ve nasıl yaşayacağının içeriğini verir. Başka bir deyişle, insanın bulunduğu aranın, onun yer'i(Yeryüzü) haline gelmesi, ev'i olması bu soru-yanıt süreciyle mümkündür. Hemen işaret edelim ki, İlk-ilke'nin olumsuzlanması denklemdeki yerine bir halel getirmez; yalnızca fonksiyonunun muhtevasını değiştirir. Başka türlü bir dile getirilişle, teo-ontoloji, teolojik, kozmolojik ve antropolojik tamlık ve tutarlılığı olan asıl'dan unsur'a anlamlı yekpare bir bakış'ın inşa edilmesidir. İnsan, bu bakışın içerisinde hayatı anlamlı bir bütün olarak yaşar; bakışını maddî, manevî ve fikrî yapılarıyla katıp karıştırır; ortaya çıkan terkip, insanın içerisinde ihsasını, vicdanını ve idrakini barındırdığı evi'dir. Bu nedenle, teoloji, kozmoloji, antropoloji, vb. tüm yapılar, insan'ın anlamına ve yerine ilişkin soruları yanıtlamak için üretilmişlerdir; öyle ki, ahlakî ve ictimaî hayat bile bu anlama ve yere ilişkin üretilen yanıtların bütünlüğüne ve birliğine bağlıdır. Kısaca özetlenen bu tespit açısından tarihe bakıldığında yalnızca medeniyetlerin değil kültürlerin bile sahip oldukları teo-ontolijiler açısından farklılaştıkları görülür. Değişik yapılara ilişkin farklıların kaynağı da köklerini teo-ontolojik ayrımda bulur; çünkü medeniyetleri hem dünya görüşü(anlam-değer dünyası) hem de dünya tasavvuru(resim dünyası) açısından ayrıştıran, bu iki yapının zemininde bulunan teo-ontolojik farklılaşmadır. Şimdiye değin yapılan kavramsal analizin/tahlilin fizibilitesi için tarihe gidildiğinde denilenleri doğrulayacak bir manzarayla karşılaşılır. Mezopotamya, Eski Mısır, Yahudî, Eskiçağ Ege, Hristiyan, İslam, Yeniçağ Batı Avrupa, hatta Hind ve Çin, vb... kültür ve medeniyetlerini birbirinden ayıran, bu yapıların doğa ile, insan ile, vb... ilişki kurma tarz ve tavırları değil, bu tarz ve tavırların da zeminde bulunan ve onlara içeriklerini veren, sahip oldukları teo-ontolojileridir. Gazalî'nin meşşaî felsefe eleştirisindeki en önemli üç maddeye bakıldığında bile, teo-ontolojik tasavvurun medeniyetler arasındaki ayırımda ne kadar hayatî bir yer edindiği görülecektir. Teo-ontolojik çerçeveler yalnızca büyük medeniyet ve kültür öbeklerini birbirinden ayırmakla kalmaz, aynı medeniyet havzasındaki alt-medeniyet ve kültürler arasında farklılaşmalara dahi neden olabilir. Bunun en güzel örneği, İslam medeniyeti'nin bir alt-üyesi olan Osmanlı ile Safevî kültürleridir. Özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısında, İbn Arabî ve Sadreddin Konevî ile Konya'da başlayan, Davud Kayserî ve Mehmed Fenarî ile Bursa'da biçimlenen, Vahdet-i vücud adlı yeni teo-ontoloji, Osmanlı kültürüne farklı bir medenî perspektif kazandırabilmiştir. Benzer şekilde, bu yeni teo-ontoloji'nin içerisine Safevîler ilahî-seçilmiş-kosmik-aile olarak Hz. Ali ve evladını yerleştirerek dönüşüme uğratmış, ayrıntılarda daha farklı bir medenî perspektif inşa etmişlerdir. Benzer özellik Batı Avrupa'da ortaya çıkan yeni medeniyet'te de gözlemlenebilir. Herşeyden önce Protestan teo-ontoloji, Katolik teo-ontoloji'yi, özellikle Thomas Aquinas'ın inşa ettiği çerçeveyi tasfiye etti; bu da farklı bir süreci başlattı. Bundan daha önemlisi, çerçevesini Newton'un çizdiği İngiliz teo-ontolojisi ile çerçevesini Leibniz'in çizdiği Alman teo-ontolojisi arasındaki temel farklar, aynı medeniyet havzası içerisinde iki önemli alt-medenî perspektif yarattı. Kant'ın bütün arabulucu terkibine karşın, Goethe, Fichte, Schelling, Schopenhauer, Hegel, Nietzsche, Heidegger gibi filozofların elinde gelişen bu yeni teo-ontoliji ile Anglo-American teo-ontolojisi iki Dünya Savaşı'na neden oldu. Bu iki farklı teo-ontolojinin ürettiği Evren/doğa ile insan anlayışları bile son derece farklıdır. Alman aklının matematiksel karakteri, tarihi bir bilim olarak inşa etmesi, görelilik ve kuvantum gibi teorileri kurması, yıkıcı siyasî anlayışlar geliştirmesi, fenomenal yanında numenal olanı önemsemesi hep bu teo-ontoloji ile ilgilidir. Benzer biçimde Anglo-Amerikalıların geliştirdiği mekanik karakterli positiv doğa bilimi, fenomenal olana bağlılığı, evrim teorisi, farklı sömürücü siyasî yaklaşımları ile yıkıcı techno-science'ı yine zeminde yer alan teo-ontoloji'yle bağlantılıdır. Batı Avrupa'nın ilk merkezî devleti olmasına karşın Fransa'nın sanayî devriminden sonra eğreti, ara-millet haline gelmesinin en önemli nedeni de, İngilizler ile Almanların temsil ettiği iki farklı teo-ontoloji'den birini nihaî olarak tercih etmemesi, edememesidir. Bu durum, Fransa'yı mütereddid, bir oraya bir buraya yalpalayan bir edebî eğlence kültürü haline getirmiştir. Laiklik bu anlamda teo-ontolojik tereddüttür. Bir kültürün teo-ontolojik tereddüdü, zaman içerisinde medenî hasletlerini yok eder; onu iki arada bir derede ara-bir-kültür kılar. Yukarıda yapılan kavramsal tahlil ile bunun tarihî fizibilitesi, teo-ontoloji'nin medeniyetlerin inşasında ne kadar merkezî bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, medeniyetlerin tüm çapraz-karmaşık ilişki yumağına karşın bu yumağa bütünlüğünü ve anlamını veren farklı teo-ontolojilerdir. Elbette böyle bir çapraz-karmaşık ağın içerisinde ilişki oklarının yönlerinin kesin bir biçimde tespit edilmesi her zaman mümkün değildir. Demek istenilen, bütünlüğü sağlayan ve anlamı veren yapının teo-ontolojilerin olduğudur. Teo-ontolojik bakış ile bu bakışa göre inşa edilmiş diğer bütün yapılar, insanın mebde ve mead arasındaki maddî korkusu ile manevî ürpertisini, maddî beklentisi ile manevî ümidini, kısaca insan olmanın anlamını, yukarıda dile getirilen soru-yanıt süreci içerisinde temsil ederler. Medeniyet, bu nedenle, belirli bir teo-ontoloji etrafında kenetlenen bir insan topluluğunun, bu teo-ontoloji içerisinde anlam kazanan kendi gayesini gerçekleştirmek için yola çıkması ve bunu gerçekleştirmesidir. İşte yine bu nedenle, her medeniyetin bir niyet'i vardır; ve bu niyet o medeniyetin özü, ilkesi olan teo-ontolojisi tarafından tayin edilir. Diğer bütün yapılar bu özün, ilkenin etrafında cisimleşir, şekillenir. Öyleyse, her yeni medeniyet yeni bir teo-ontoloji'dir; her yeni teo-ontoloji de yeni bir medeniyet'tir. Bu çıkarımın sonucu ise şudur: Teo-ontolojisi olmayan bir kültür medeniyet seviyesine eremez, erişemez. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder