İhsan Fazlıoğlu: "Meta-fizik'e durmak" (Gözden geçirilmiş)

İhsan Fazlıoğlu: "Meta-fizik'e durmak" (Gözden geçirilmiş)


İtibar, Sayı 19, s. 28-29
Nisan 2013

Meta-fizik nedir? Bu soruya verilecek yanıt, düşünce üretmenin olanağına da kapı aralar; çünkü meta-fizik olmadan düşünce üretilemez. Bir meta-fizik’imiz var mı? Yok ise, inancımız, halk seviyesinde mitolojik, okumuşlar nezdinde ise psikolojiktir. Çünkü inanılan hakkındaki tüm yüklemlerimizin, önermelerimizin doğruluğu, fer‘iyyet kuralı gereği, -ki çağdaş Anglo-sakson dünyada buna truth-maker theory denir- inanılanın var-olmasına bağlıdır(tevakkuf). Tıpkı, fizik nesneler hakkındaki tüm yüklemlerimizin, önermelerimizin doğruluğunun, yine aynı kural gereği, fizik nesnelerin var-olmasına bağlı olması gibi. Unutulmamalıdır ki, felsefî geleneğimizde akıl, hâlî; tasavvur, hissî; tasdîk, aklî’dir.
Nedir meta-fizik? Fizik kavramı hakkında, belirsiz de olsa bir tasavvura sahip olduğumuza göre [fizik kavramı hakkında açık-seçik bir tasavvur da ancak belirli bir meta-fizik içinde olanaklıdır], sorun meta sözcüğünde düğümleniyor demektir. Metaya, öte, üstü gibi anlamlar vermek, akabinde meta-fiziki, fizik-ötesi/üstü biçiminde çevirmek, daha sonra tarihî malûmâtlar aktarmak, lâfız seviyesinde bir anlam ifade ediyorsa da mefhûm seviyesinde bir sûret vermez. Konunun daha iyi takip edilebilmesi için, lâfız ile manâ ve sûret ile mefhûm arasındaki ilişkiyi daha açık kılmak gerekir. Hissî, zihnî/vehmî, aklî ve farazî uzaylara dair her bir nesnenin ayıklama(intizâ‘) ve soyutlama(tecrîd) yoluyla elde edilen husûlî tasavvuruna, bir öz(sûret) bir de sözcük(lâfız) eşlik eder; sözcük, anlama(ma‘nâ), sûret ise mefhûma karşılık gelir; bu nedenle, anlam için dile, dolayısıyla sözlüğe gitmek gerekirken; mefhûm için bizâtihi ait olduğu nesneye yönelmek şarttır. Veciz bir deyişle, anlam, sözcüğe (ma‘nâ min hays el-lafz); mefhûm, malûm hâle dönüşmüş sûrete/nesneye (mefhûm min hays el-sûre) aittir. Başka bir açıdan, ma‘na ile mefhûm’un her ikisi de zihnî sûret’in adıdır; ancak zihnî sûret, yalnızca lafızla gösterimi vurgulanırsa ma‘na, sırf zihnîliği vurgulanırsa mefhûm adını alır; dolayısıyla ma‘na ile mefhûm bi’z-zât müttehid, bi’l-itibâr muhteliftirler. İşte bu açıklamalar ışığında meta-fizikteki meta sözcüğünün manasının yalnızca sözlük anlamını tespit etmek, mefhûmunu vermez; mefhûmunu idrak için ayrıca yapılması gereken, metanın sûretini/nesnesini/mâhiyetini belirlemektir.
Öte, üstü vb. sözcük düzleminde anlam, nesne/şey düzleminde ise mefhûm bakımından fizik dünya içinde bir karşılık bulabilirler. Sözcüklerin mecâzî kullanımlarına sığınılması, hakikat araştırmalarında bir değer ifade etmez. Öyleyse Fizikin üstünde ya da ötesinde deyişleri, işâret-i hissîyeye konu, mahsûs bir alana karşılık gelmez. Çünkü öte ve üstü gibi sözcükler, mahsusun dışında (ki bu sözcük de mahsûs içinde anlamlıdır) bir mekânı, bir mesafeyi, dolayısıyla bir temassızlığı imlerler. Giderek, insanın konuşabilirlik olanağının elinden alındığı bir belirsizliğe doğru yönelirler. Halbuki konuşulan(mekûl), düşünülen(ma‘kul) ve susulan(meskût), insana nisbetle bir anlama ve mefhûma sahiptir.
Bu girişten sonra, aşağıda, “meta-fizik nedir?” sorusuna, mensubiyet duyduğum felsefe geleneği açısından bir yanıt verme denemesine girişeceğim. Varlık, insana nisbetle, iki şekilde tecellî eder, açığa çıkar, kendini dışa vurur. Birincisi, aynî dediğimiz, mahsûs Kâinât, ki işâret-i hissîyeye konudur; bu-ara-dadır; haricîdir yani idrakimin dışında durur; muhatabımdır yani görme eylemime konudur. Varlık’ın ikinci tür tecellîsi ise ğaybîdir; Gâib, bu-ara-da değil, o-ara-da-dır; başka bir deyişle göz önünde olmayandır; mahsûs olmadığından işâret-i hissîyeye değil, ma‘kûl olduğundan işâret-i aklîyeye konudur; göz ile görülmez(basar), akıl ile idrak edilir(nazar). Bu kısa açıklamadan hâsıl olan sonuç şudur: Varlık, bir aynî bir de gaybî, başka bir deyişle, bir mahsûs(sensible) bir de makûl(intelligible) olarak tecellî eder. Bu nedenle, gâib: kayıp, kaybolmuş değil; göz önünde olmayan, muhatabım olmayan, kısaca, göze konu olan zâhir değil, akla konu olan bâtın demektir.
Felsefe geleneğimiz, ister meşşâî ister kelâmî ister işrâkî ister irfânî olsun radikal gerçekçidir. Çünkü bilgi, bir şeyin bilgisidir; şey yok-ise o şeye ait bilgi de yoktur. Mahmûl, bir kez dile getirildi mi, bir mevzûya nisbet edilir; bunun için de asgarî şart, mevzûnun var-olmasıdır. Şeyin uzayı, aynî, zihnî, aklî/gaybî, farazî; ya da nefsu’l-emrî olabilir. Daha veciz bir deyişle, “(husûlî) bilgi bilinene tâbidir” [el-ilmu tâbiun li’l-malûm]. O kadar ki, yokluk(ma‘dûm) üzerinde konuşulmaya başlandığında, yokluk, ma‘lûm hâle getirildiğinde bile bir sözde-şey olma (vucûd-i lafzî) değeri kazanır; bu da konuşmalarımızı, yüklemlerimizi anlamlı kılar. Kısaca, idrâk, sözcük anlamıyla, bir şeyi, peşi sıra koşup yakalamak demekse, yakalanılacak bir şeyin olması zorunludur; terim anlamıyla kavramak demekse kavranılacak bir şeyin bulunması gereklidir.Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Gâibin/Gaybın, dolayısıyla makûlun, uzayı neresidir? Bu sorunun yanıtı tektir: Akıl… Dolayısıyla Varlıkın bir tecellîgâhı olarak akıl, makulâtı içerir. Öyleyse meta-fizik denilirken kast edilen, dışarıya dönük olarak –fizik/maddî- Kâinatın dışı, ötesi değil, bizatihi gaybî, aklî, makûl olandır. Gaybîdir çünkü aynî değildir; aklîdir çünkü hissî değildir; makûldur çünkü mahsûs değildir. İşte bu nedenle “Gâibe/Gaybe iman etmek” demek, kayıp olana, aynî, hissî ve mahsûs olana değil, işâret-i aklîye ile idrak edilen(nazar) makûle iman etmek demektir. Yine bu nedenledir ki, geleneğimizde “saçma olduğu için” değil “ma‘kûl olduğu için”, “âciz kalınıldığı için” değil “idrak edilebildiği için” inanılır. “Dinin başlangıcı, Tanrı’nın bilgisidir”[Evvel el-Din huve marifetullah] denilmesi, yukarıda dile getirilenlere bir örnektir. Çünkü, Tanrı’nın en önemli adı, Huve yani O’dur; ve O-olmak -varlıkça- gâib olmanın zirvesidir. Nahiv’de, marife isimler derecelendirilirken, zamirlerin e\'raf el-meârif olarak ilk sırayı alması ise –bilgice- O-olmak’ın, ma‘kûl olmanın da zirvesi olduğunu imler.
Tam burada şu noktaya işaret etmeliyiz: Aklî, geleneğimizde, mefhûm olarak rasyonel(rational) anlamına gelmez. Rasyonel, mantıklı(mantıkî) demektir; başka bir deyişle istidlâlî olan ki bu akla, sınırlandırılmış akıl(akl-i mahdûd) da denir. Çünkü akıl, mucerred(akl-i mucerred) ya da fıtrî (akl-i fıtrî) yapısıyla, Seyyid Şerif’in dediği gibi, pek çok farklı tecellîlere sahiptir; ve istidlâlî, mantıkî olmak bu tecellîlerden yalnızca biridir. Bu çerçevede, örnek olarak, “gâibe/gayba iman”, mantıkî, istidlâlî akılla değil, mucerred/fıtrî akılla yapılır. Bu işlem bir kez yapıldıktan sonra kişi, isterse istidlâlî/mantıkî aklını devreye sokarak inancını biçimselleşitirebilir. Çünkü istidlâlî/mantıkî akıl –doğası ve nesnesi gereği- yalnızca bedîhiyât ve burhaniyât ile iş görürken, mucerred/fıtrî akıl, itibariyât, istihsaniyât ve zevkîyâtı da dikkate alır. Bu nedenle, “İslâm, aklî/ma‘kûl bir dindir” denilirken kast edilen, İslâm’ın mucerred/fıtrî akla uygunluğudur; istidlâlî/mantıkî akla değil…
Şimdiye değin dile getirilen düşünceleri, kadim geleneğimize geri giderek tevsik edebiliriz. Sadreddin Konevî’nin öğrencisi Müeyyeddin Cendî’nin öğrencisi ve Davud Kayserî’nin hocası Abdurrezzak Kaşanî, Şerh fusûs el-hikem adlı eserinde, açıkça, “el-Ğâib=el-Ma‘kûl” denklemini kurar. Sadeddin Taftazanî, medreselerin kelâm sahasındaki temel ders kitaplarından biri olan Şerh el-mekâsıd adlı eserinin mukaddimesinde ilm-i kelamın, dolayısıyla kitabının, bölümlerini sayarken, “Beşincisi [İlahiyyat]: Vâcib’e [Tanrı’ya] ilişkin Akliyyât” der. Şemseddin İsfehânî ise Tesdîd el-kavâid fi şerh tecrîd el-akâid adlı eserinde ise kelam ilmine ait tüm konuların nihayetinde ma‘kûlât yani en genel aklî kavramlar[el-umur el-âmme] içinde idrak edilebileceğini söyler.
Kısaca, meta-fizik, mucerred/fıtrî akıl içinde cereyan eden bir faaliyettir ve işâret-i hissîyenin bittiği ve işâret-i aklîyenin başladığı yerde yani kafa bölgesinde ortaya çıkar. Fizikin/bedenin en-üstünde olduğu için de meta-fizik yani fizikin/bedenin ötesi(ma-bade), üstü(ma-fevka) adı verilir. İlginçtir ki, klasik kozmoloji’de mahsûs Evren’in bittiği en üst-dış bükey yaya(felek) Atlas Feleki denilmesi gibi, kafanın üzerine oturduğu kemiğe de, klasik anatomide Atlas Kemiki denilmesi böyle bir mecazî benzetmeden kaynaklanır. Bu nedenle, mefhûm olarak Ben en yoğun meta-fizik yapılardan biridir; çünkü ben, mahsûs değil, ma‘kûldur. Burada bir çıkma yapıp şu söylenilebilir: Melekler, Âdem’in fizik yönüne [toprak] değil, meta-fizik [fıtrî akıl] yönüne secde etmiştir. Köken itibariyle ateşten yaratılmış İblis, bu noktayı tespit edemediği için Âdem’in fizik yönüne vurgu yapmıştır; halbuki fizik, her daim meta-fizike secde eder.
Yazıda dile getirilen düşüncelerin bir başka doğal sonucu da şudur: İnsan, fiziki bile meta-fizike taşıyarak bilenebilir kılar. Mahsûsu, ayıklama(intizâ‘) ve soyutlama(tecrîd) ile ma‘kûle tercüme etmeden, mahsûsu ma‘kûle taşımadan, makûlleştirmeden/aklîleştirmeden bilmek olanaklı değildir. Bu nedenle, meta-fiziki olmayan kültürler, fiziki de hakkıyla ve layıkıyla idrak edemezler. Lafzî seviyede farklı bir şey söylediğini zannettiğimiz insanların, iş başa düştüğünde mefhûm seviyesinde farklı bir şey yapamamaları, meta-fizik yoksunluğundandır. Çünkü gâibi/ğaybı idrak edemeyen, aynı ihsas edemez; bir meta-fizik içinden nazar etmeyen fiziki göremez. Fizik/maddî Evren bile, meta-fizikleştirilmeden bilinemez; çünkü olgu(fact) ve olay(event), akledilmiş olguya(reasoned fact) ve akledilmiş olaya(reasoned event) çevrilmeden idrak edilemez. Veciz bir deyişle: mahsûs, ma‘kûle; mevcûd, malûma; fizik, meta-fizike; insanî-olmayan herşey, insanî olana tercüme edilerek insan tarafından bilinebilir kılınır. Bu noktada var-olma(mevcûdiyet) ile idrâk etmek birbirine karıştırılmamalıdır; çünkü Evren’i, insan var-kılmamakla birlikte, insan idrak eder; benzer biçimde, Tanrı’yı insan var-kılmaz; ancak idrak, insana aittir.
Günümüzde en önemli sorunumuz, fizikimizi kendilerine göre belirleyebileceğimiz, yönlendirebileceğimiz meta-fiziklerimizin olmayışıdır. Örnek olarak insanların günlük hayatta, fizike temas eden inançlarını koruyamamalarının en önemli nedeni, arkaplandaki meta-fizik zemin eksikliğidir. Çünkü ma‘kûliyeti olmayan bir zeminde inşâ edilen inanç önermelerinin, hakikî mevzûlara dayanmadıklarından, yüklemleri de farazî kalmaya mahkûmdur. Mucerred/fıtrî akla dayalı ma‘kûliyet alanları bir inancın kaleleri gibidir; bu nedenle gaybı olmayanın aynı da görme-özürlüdür.
Şimdiye değin dile getirilenin yani bir meta-fizik yapmanın en temel koşulu ise, kendilik-bilincidir. Kendilik-bilinci yani nefs, benlikin(enâniyyet) de zemininde yer alır. Kısaca, şuur da diyebileceğimiz kendilik-bilinci, mucerred/fıtrî aklın ilk dışa-vurumudur ve düşüncenin zemininde bulunur; çünkü düşünmek, hem kendi içine düşmek hem de düş görmekle başlar. Bu nedenle, kendi ma‘kûliyet alanı içine kıvrılıp seyahat yapmayan bir kişi meta-fizik yapamaz. Başka bir deyişle, aklî i‘tibârâtı yani köprüleri [önerme, model, nazarî lisan, vb…] olmayan bir kişi, gerçeklike(hakikat) geçemediği gibi(u‘bûr), oradan gelenleri de yorumlayamaz(ta‘bîr). Bu düşünce, daha kalıcı hâle getirmek için, sözcüklerin “a‘-b-r” ortak kökünü dikkate alarak, şöyle de ifade edilebilir: İlmî açıdan i‘tibâr edilebilecek mu‘teber bir dizgede hakikat, i‘tibarât üzerinden u‘bûr ettirilerek ta‘bîr edilebilir.
Son söz: Yorum, hem yormakla hem yorulmakla var-olur…



* Yazı\'yı okuyarak değerli eleştirilerde bulunan İbrahim Halil Üçer ile Mehmet Özturan\'a teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts