İhsan Fazlıoğlu: "Medeniyet mi, Temeddün mü?"
İtibar, Sayı 22, s.22-24
Temmuz 2013 |
Yazılarımızda da sık sık vurguladığımız gibi, olgu ve olaylar düşünülürken, o olgu ve olaylara ilişkin lafızlar üzerine konuşmakla yetinilmekte, mefhûm, dolayısıyla bizâtihi olgu ve olaylar ıskalanmaktadır. Mefhûmun bulunmadığı durumlarda yapılan tüm konuşmalar/yüklemeler, konu ortada olmadığından, varsayımsal(farazî) kalırlar. Bu tespite en iyi örnek, medeniyet, özellikle de İslâm Medeniyeti tamlamasında geçen medeniyet sözcüğünün lafzî kullanımının yaygınlığı yanısıra mefhûmu konusundaki belirsizliktir. Çünkü, ?medeniyet nedir?? sorusu sorulduğunda, lafzî düzeyde verilen yanıtlar, medeniyetin mefhûmunu, başka bir deyişle, yüklemelerin konusunu, nesnesini, kısaca misdâkını açığa çıkarmaz; bu da sözcükle ilgili bir tasavvur oluşmasını engeller; sonuç olarak, aklî seviyede yapılan tüm yüklemeler, tasavvur ortada olmadığından, farazî kalır.
Medeniyet ve İslâm Medeniyeti sözcükleri çerçevesinde, sohbet yöntemiyle, yürüttüğümüz bir vak'a çalışmasında, katılımcıların verdiği yanıtlar, dindâr-muhâfazakâr-milliyetçi zihinlerin, söz konusu sözcüklere ilişkin sahip oldukları misdâkların tespiti için ilginç bir çerçeve oluşturdu. Bu çerçeveye göre, medeniyet?in misdâkı şöyle özetlenebilir: Medeniyet, 1. Çağdaş, küresel Batı Medeniyeti?dir; 2. İçeriği, maddî nitelikler, politik, ekonomik ve teknik değerlerden oluşur; 3. Tek-anlamlıdır; yani medeniyet-ler değil tek bir medeniyet vardır; dolayısıyla, gelişimi çizgisel ve ileri doğrudur; 4. Hakkında açık bir tasavvur sahibi olunmadan, düzenleyici(regülatif) ve işlemci(operatif) bir sözcük olarak kullanılmıştır... İslâm Medeniyeti tamlamasının misdâkına gelince, o da şöyle özetlenebilir: İslâm Medeniyeti, 1. Tarihsel, geçmişte kalmış, ölüdür; 2. Şimdi var-olan, yalnızca bir tür İslâm kültürüdür; 3. Gelecekte var-olması, yalnızca bir temennidir; 4. Ancak, mevcut Batı Medeniyeti?nin en önemli kurucu unsurlarından biridir; dolayısıyla, içinde yaşadığımız medeniyet, biraz da bizim medeniyetimizdir; o hâlde, kısmî olarak da olsa benimsenebilir; 5. Çağdaş medeniyet tarihi yazıcılığında, İslâm Medeniyeti?nin bu kurucu rolüne yeteri kadar yer verilmemektedir; 6. Temel sorun, güç kaybıdır; dolayısıyla politik, ekonomik ve teknik gücün mevcut olduğu yer, yani Batı Medeniyeti tercih edilebilir/edilmelidir. Söz konusu tespitlerin, hiç şüphesiz ayrıntılı açıklanabilecek tarihî nedenleri mevcuttur; ancak en önemli neden, kadîm dönemlerin tarih idrâkidir. Bu idrâke göre, tarih, çizgisel ve tek-anlamlıdır. İslâm ve özellikle Osmanlı tarih yazıcılığında devam eden bu anlayış, tek anlamlı medeniyet kavramının, modern dönemde kolaylıkla yerleşmesinin de temel nedeni olmalıdır. Nitekim, Ahmed Cevdet Paşa?nın, medeniyeti bir geline benzetmesi ve sırasıyla, Hint, Mezopotamya, Eski Mısır, Eski Yunan ve İslâm gelinliği giydirdikten sonra, ?Günümüzde bu gelin, Avrupa gelinliğini giymektedir? demesi, bu idrâkin doğal bir devamıdır. Bu anlayışta, medeniyet, yalnızca elbise değiştiren ama özü aynı kalan, tek bir süreçtir. Bu kabulün imledikleri açıktır: Tek anlamlı medeniyet kavramı bir vâkıadır ve var-olmak için bu medeniyete katılmak zorunludur. Osmanlının son yıllarının ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinin siyasî ve zihnî dünyası bu anlayışı benimsemiştir ve söz konusu anlayış hâlâ sürmektedir. Güç kaybına bağlı olarak şiddeti artan bu yaklaşım, nihâyetinde, bu kaybın nedeni olan kaynağı taklide götürmüş, bir süre sonra da, İbn Haldûn?un işaret ettiği, ?Mağlûb, gâlibin başarısını gücüne değil, âdetlerinin kemâline bağlar; bu nedenle gâlibi taklid eder; ona benzemeye çalışır? noktasına taşımıştır. Hem genel anlamda medeniyet, hem de özel anlamda İslâm Medeniyeti sözcüklerinden hareketle, katılımcıların işâret ettiği içeriğin/misdâkın esbâbını belirlemek, çözümlemek ve tashih etmek için, aşağıda, öncelikle iki noktanın üzerinde duracağım. Birincisi, medeniyet sözcüğünün, soyut, hareketsiz ve zamansız içeriği ki, bunu temeddün kavramını teklif ederek aşmaya çalışacağım. Böylece, İslam temeddününün bir Hayat Görüşü olarak hayatiyetini devam ettirdiğini göstermeyi deneyeceğim. İkincisi ise medeniyet sözcüğünün yalnızca maddî nitelikler, politik, ekonomik ve teknik değerlerle sınırlı olmadığını, bir insan eylemi olduğundan, bizâtihi insanı içerdiğini temellendirmeye teşebbüs edeceğim. Medeniyet sözcüğünün, soyut, hareketsiz ve zamansız idrâki, büyük oranda, sözcüğün yapısından kaynaklanır. Arapça?da soyut kelime üretmek için kullanılan yapma masdar formu, sözcüğü dondurur ve sabit bir öz kılar; zamandan kopuk, hareketsiz bir yapı ortaya çıkar. Buna karşın, temeddün, temeddene?nin gölgesinde bir eylem hâlidir; bir süreci içerir; hareket ve zaman içredir. Öte yandan, Fîrûzâbâdî?nin de işaret ettiği üzere, medenî, insan-olmak demektir; bu nedenle insana özgü herşeyi kuşatır; yalnızca maddî nitelikler, politik, ekonomik ve teknik değerlerle sınırlı değildir. Usûl-i fıkh ve usul-i dîn açısından bakılırsa, hem tabiatta hem de hayatta esas olanın hareket olduğu söylenilebilir; öyle ki, Tabiat?taki tekevvün (sürekli oluş), Hayat?ta da temeddün (sürekli insanlaşma) olarak devam eder. Bu açıdan, Usûleyn açısından, bir örnekle, ne tek başına küllî mefhûm olarak bahçe, ne de tek başına tekil durumlar olarak güller vardır; bahçe ve güller birbirlerini birlikte var ederler. Bu nedenle, insan ve insana ilişkin herşey karşılıklı olarak birbirlerini var-kılarlar; çünkü insan, kemâl-e doğrudur ve kemâl, sürekli insanlaşmanın öteki adıdır. İnsan, kadîm filozofların iddia ettiği gibi, tab?an medenî değildir; temeddün etmeye meyyâldir; dolayısıyla temeddün, insan için bir zorunluluk değil, şartlara bağlı bir imkândır. Öte yandan, insan, sâbit bir tabiat/doğa üzerine doğmaz; ancak tetabbu? eder; yani süreç içinde bir şeyi/şeyleri, tabiatı haline getirebilir. Fıtrat terimi, tabiat ile karıştırılmamalıdır; çünkü fıtrat, fizik değil metafizik bir kavramdır. Kısaca, insan, sahip olduğu bu imkânı, temeddün ederek açığa çıkarır; açığa çıkmak, insanın kendini gerçekleştirmesidir ki, buna tahkîk el-zât denir. Bu açıklamalar, temeddünün zorunluluk(vucûb) değil, bir imkân olduğunu, ancak bir süreklilik içerdiğini gösterir. Öyleyse, temeddün sürekli insanlaşma, insân-ı kâmil hedefine ulaşma ise, bu nedir ve nasıl gerçekleşir? Temeddün?ün kökü olan medenenin, sekene yanında, kâme/ekâme anlamı da vardır ve her ikisi de oturmak ve sâkin olmak anlamlarına gelir; ancak kâme/ekâme, aynı zamanda, dik durmak demektir. Oturmak ile dik durmak, oturarak dik durmak biçimine dönüştürülebilir. Bu, Kur'ân-ı Kerîm?de geçen kebed sözcüğünü (Beled/4), dik durmak diye yorumlayan İbn Abbas?ın görüşüne uygundur. Oturarak dik durmak şu anlama gelir: Şehir?de oturan kişinin, beşerî tarafı sâkin iken, dik duran, insanî yani aklî/manevî yönüdür. Kişinin, bu yönünün dikleşmesi, dik durması, dolayısıyla kemâl yoluna devam etmesi, ilimler/sanatlar ve din ile manevî terbiye yani tasavvuf ile mümkündür. Başka bir açıdan, beşer, Varlık dâiresinin nuzûlî seyrinin son mertebesidir; bu mertebede, urûcî seyrine dolayısıyla kemâl yolculuğuna başlamak için insanlaşması gerekir ki, bu düşünme/tefekkür adı verilen, manevî bir harekettir; ancak bu hareket, idrâk-i taayyün-i şahsî ile, başka bir deyişle, kendilik-bilinci ile başlar ve teellüh(Tanrı?nın ahlâkı ile ahlâklanmak) aşamasına değin sürer. Böylece, Tabiat?taki tekevvün, Hayat?ta temeddün olarak devam eder; ancak, bu temeddün süreci, maddî çerçevede kalırsa(umrân), bir süre sonra konfora, akabinde de çürümeye dönüşür ve insanın kemâle doğru seyrini engeller. Bu noktada, temeddün içinde, insanın, kemâl yolculuğuna devam etmesi için gereken tedeyyündür ki, beşerî düzlemde ahlâk, ilâhî düzlemde, vahye dayalı din tarafından temsil edilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, tekevvün ? temeddün ? tedeyyün ? teellüh süreçlerinin, aynı zamanda, belirli varlık tabakaları ile bu tabakalara mukâbil insanî idrâklere karşılık geldiğidir. Bu varlık ve idrâk tabakalaşması, bir yandan insanî tekâmülün sürekliliğini gösterir, bir yandan da temeddünde belirli bir aşamaya gelmiş insanın, hem birey, hem de tür olarak çürümesini engelleyecek yapıları ve yöntemleri tespit etmeyi; birey ve toplum için temeddünü sürekli kılmayı amaçlar. Söz konusu sürekliliği sağlamak için, birbirini tamamlayan iki temel eylem söz konusudur; birincisi, ilimler ve sanatlarda derinleşme; ikincisi ise birinciye muvâzî olarak, din ile manevî terbiye yani tasavvuf. Tasavvufî terbiye, ilkece, maddî temeddününde, belirli bir aşamaya gelmiş bir kişinin/toplumun, manevî kemâlini sürdürme yöntemidir. Basit bir deyişle, varlık içinde yokluk halini yaşamak; hem insanı kendinden, hem tabiatı insandan korumak... Tam bu noktada, denilenleri daha da açıklığa kavuşturmak için İbn Haldûn?un ünlü deyişini örnek verebiliriz: ?Kıtlık zamanlarında, insanları, açlık değil alışmış oldukları tokluk öldürür?. Öyleyse amaç, tekâmülün sürmesi için, insanı, kıtlık zamanında ölümüne neden olacak bir tokluğa, henüz bolluk zamanında, hiç alıştırmamak; yürüyüşünü engelleyecek ağırlıkları edinmesini engellemektir. Kısaca temeddün, can, akıl ve soy çerçevesinde insanın, birey ve tür olarak devamını sağlayacak bir düşünme tarzı ve yaşama biçimi geliştirmektir. Şimdiye değin söylenilenler çerçevesinde, insan olmak, sürekli bir eylem ise (insan, sürekli oluştur); ve dahi temeddün de, insanın zâtını gerçekleştirmesi ise, İslâm temeddünü, geçmişte kalmış değildir; çünkü İslâm temeddünü, yalnızca bir düşünce değil aynı zamanda bir eylemdir. İslâm temeddününün tarihî tecrübesinde, pek çok âtıl unsurun tasfiyesi, etvâr ve ahvâlin değişmesi, bu etvâr ve ahvâle ilişkin yasaların başkalaşması, ilkelerin/usûl ortadan kalktığını göstermez; çünkü İslâmî Hayat Görüşü?nün temel ilkeleri, varoluşunu ve canlılığını sürdürmektir. Bu çerçevede, temeddün, ilkelerini İslâm metafiziğinden, İslâm theo-ontolojisinden alan sürekli bir tarih yapma tarzıdır. Süreklilikte, mevcûdiyet değil subûtiyet önemlidir; mevcûdiyet, süreç içinde ortaya konulan etvâr ve ahvâle delâlet ederken, subûtiyet, ilkelere, usûle karşılık gelir; bu nedenle, korunması ve sürdürülmesi gereken, etvâr ve ahvâl değil usûldür, ilkelerdir. Sonuç olarak, temeddün, yapay bir dil gibi, verili bir gramer üzerinden yola çıkmaz; köklerini ancak maddî ile manevî şartlarda bulan, belirli ilkelere göre konuşularak oluşan, doğal bir gramer yaratır. Söz konusu gramerin, geçmişte kalan kısmı, medeniyet adını alabilir; çünkü kısmî olarak bitmiştir; ancak, dil, ölmediği ve konuşulmaya devam ettiği sürece, gramer de oluşumunu sürdürür. Temeddün de böyledir; İslâm temeddünü ölmediğinden, işlemeye, dolayısıyla oluşmaya devam etmektedir; bu nedenle, temeddün bir vetîredir, mâhiyet değil. Öyleyse medeniyet, yalnızca düşünülen ve konuşulanı; temeddün ise aynı zamanda yaşanılan ve yapılan süreci, sürekliliği içerir; süreklilik, hem geçmişi, hem şimdiyi, hem de geleceği birbirine katar; ancak, sürekliliğin ucu, öne doğrudur; çünkü ancak kadîm, takaddüm eder, öne adım atar. Başka bir deyişle, medeniyet, olmuş bitmiş bir örgü iken, temeddün sürekli örülmekte olan bir örüntüdür. Son söz: Geçmişlerini bilmeyenler, şimdilerinde çırpınır, geleceklerinde boğulurlar; çünkü ihtibârsız ihtiyâr, ne sâdık, ne de sahîh olur. Bu yazı, İMÜ, İSMAM tarafından, 06 Mayıs 2013?te, düzenlenen, ?İslâm Medeniyeti Üzerine Yeni Yaklaşımlar? adlı Uluslararası Konferans ?I?de sunulan ve henüz yayımlanmamış bildirinin, İtibâr için hazırlanmış bir özetidir. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder