İhsan Fazlıoğlu: "İnsan bir gelenektir"

İhsan Fazlıoğlu: "İnsan bir gelenektir"


?İnsan bir gelenektir?, Dergâh, Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, Cilt XVII, Sayı 195, Mayıs 2006, s. 19-20.

Kâğıt üzerinde pergelle son derece mükemmel çizilmiş bir daire'nin özellikleri düşünülmeye başlanıldığı zaman, bu özelliklerin bizzat kâğıt üzerindeki çizili daireden kaynaklandığı varsayılır. Gerçekte ise kâğıt üzerinde çizili daire yalnızca müdrikenin sahip olduğu dairelik mahiyetinin bir temsili, tersimidir; dolayısıyla bir temsil olarak kendi başına hiç bir özelliği haiz değildir. Kâğıt üzerine çizilmiş daire şekline yüklenen özellikler, esasen, müdrikenin sahip olduğu kavramlar arasındaki ilişkilerden elde ettiği özelliklerdir. Ancak kişi, çoğun bu hakikati unutur; bütün özellikleri dışarıdaki temsillerde arar durur. Kısaca, aşağıda üzerinde durulacağı üzere, insana ilişkin bütün sorular ve sorunlar, dışarı'dan değil, bizatihi insanın hem hayvaniyet [beşeriyet] hem de nutkiyet gibi iki ayrı unsurdan mürekkep mahiyetinden kaynaklanır. Başka bir deyişle sorunun kökleri yapılanda değil yapandadır; çizilende değil çizendedir; hayatta değil kafadadır.
Gelenek: Örf ile Adet
Herhangi bir temsili tasvir etmeden önce bu temsilin altına düştüğü kavram ya da kavramları tanımlamak, başka bir deyişle, nesnenin hakikatine delâlet eden nesnenin suretini belirlemek, müphemiyeti ve bunun doğurduğu manipülasyonu ortadan kaldırır. Bu nedenle öncelikle, bu yazı çerçevesinde kullanılacak temel kavramaları tanımlamak, aralarındaki farkları göstermek, kasd-ı mütekellimi anlamak için elzemdir.
Felsefe-bilim mirasımızda, başta fıkıh ilmi olmak üzere değişik alanlardaki anlamca farklı kullanımları dikkate almaksızın, gelenek kelimesini karşılayan pek çok karşılığın mevcut olduğu görülür: Örf, adet, sünnet, atalar mirası gibi... Ancak felsefe-bilim çerçevesi içerisinde, üzerinde durulan konunun tavzihi için, adet ve örf terimlerini merkeze almak açıklayıcı olacaktır. Bu iki terimi bugün gelenek denilen durumun iki alt unsuru olarak görmek mümkündür.
Bütün farklı tanımlamalara karşın örf bilgiyle alâkalıdır. Nitekim arafe, tanıyarak bilmek, birbirini takip etmek, peşisıra gelmek anlamlarına gelir. Bu anlamlar terkip edildiğinde örf ardısıra olanın tanınarak bilinmesi demek olur. Bundan dolayı örf terimi daha çok yerleşik ıstılâhlar için kullanılır; ve bu anlamda ilmî gelenek manâsına gelir. Daha felsefî bir deyişle örf belirli bir topluluğun, aklın bilme, tanıma eylemiyle üzerinde ittifak ettikleri ve doğalarına uygun gelen söz'dür.
Yine tüm değişik tariflere rağmen adet eylemle, hareketle ilgilidir. Başka bir deyişle ortada bir hareket ve olay var ise orada bir adet de vardır. Kelime anlamına bakıldığında ise 'ade, geri dönmek, geri çevirmek, bir şeyi tekrarlamak, üst üste yaparak alışkanlık haline getirmek manâlarına gelir. Bu değişik anlamlar biraraya getirildiğinde adet ardısıra yapılarak alışkanlık haline getirilen; ve benzer bir durumla karşılaşıldığında kendisine dönülen ve müracaat edilen eylem demek olur. Bundan dolayı adet terimi daha çok yerleşik uygulamalar için kullanılır; ve bu anlamda amelî gelenek manâsına gelir. Daha felsefî bir deyişle adet belirli bir insan topluluğunun, aklın yargıda bulunma eylemiyle üzerinde ittifak ettikleri ve ihtiyaç anında tekrar kendisine döndükleri davranış'tır.
Gelenek: Kural ile Düzenlilik
Yukarıda verilen tanımlar çerçevesinde örf ile adet, kural ve düzen şuurunun en eski ifadeleri olarak düşünülebilirler. Çünkü örf ile adet geçmiş'ten şimdi'ye, şimdiden de gelecek'e uzanan, akıp giden ilmî ve amelî alışkanlıklar anlamında bir topluluğun tarih içerisindeki hem kurallılığını hem de düzenliliğini gösterir. Söz olarak tezahür eden örf, bir topluluğun aklî kurallılığı ile düzenliliğini, davranış olarak tezahür eden adet ise bir topluluğun amelî kurallılığı ile düzenliliğini sağlar. Bu çerçevede akıl sağlığı yerinde olan her topluluk tarihî süreçte kendisini bir bütün kılan, birliğini sağlayan makul bulduğu örfleri ve adetleri geçmişte inşa-eder, şimdide tekrar eder ve nesiller üzerinden geleceğe aktarır.
Her örf belirli bir aklî, her adet ise belirli bir fiilî hakikatin izdüşümüdür, temsilidir. Bu hakikat bilinmedikçe ne örf ne de adet muhtevasına geri gidilerek idrak edilebilir. Başka bir deyişle her örf ile her adetin ihdasında bir illet söz konusudur; dolayısıyla örf ile adetin idraki, bu illetin idrakine bağlıdır. Öte yandan her illet bir maksada matuf olduğundan örf ile adetin ihdas edilme maksadını bilmek, bu örf ile adeti ihdas eden topluluğun da aklî ve fiilî hakikatini bilmeyi getirir.
Gelenek: Hayvaniyet ile Nutkiyet
Örf ve adet unsurlarından mürekkep olan durum'a kısaca gelenek dersek, geleneğin ne tür bir idrak durumundan kaynaklandığını tespit son derece önem arz eder. Yukarıda değinildiği üzere, öncelik yapılan'da değil yapan'dadır; her ne kadar yapma eylemindeki fizik şartlar yapanın niyetini ve yapılanın suretini, şahsi özellikler bakımından belirlese de... Ancak önemli olan zatî özelliklerdir. Öyleyse gelenek denilen yapının arkasında duran ve ona zatî özelliklerini kazandıran çanak nedir?
Bir medeniyet metafizik açıdan, Theo-logos, Kosmo-logos ve Antropo-logos yani İlk ilke [Tanrı], Evren ve İnsan hakkında sorulan sorulara verilen cevapların cisimleşmesi olarak tanımlanabilir. Hem soru sormayı hem de cevap vermeyi mümkün kılan ise insanın nutkiyet [düşünce ve dil] sahibi olmasıdır. Öyleyse soru ve cevap dışarıdan değil içeriden üretilir; dışarısı ancak üretilen soru ve cevapların şekline etki eden arızî durumlardır. Bu çerçevede 'Ben kimim; nereden geldim; nereye gidiyorum?' gibi varoluşsal sorular; kısaca başlangıca [mebde] ve sona [mead] taalluk eden sorular, kaynağını ne tek başına dinde, ne felsefede, ne de sanatta bulur. Sorunun kaynağı bizatihi insanın nutkiyet sahibi olmasıdır. Din, felsefe, sanat gibi cevaplar bu sorunlar karşısında yalnızca birer tespittir. Tespitleri, cevapları eleştirmek, yok-saymak, sorunu ve kaynağını ortadan kaldırmaz. Öte yandan insanın nutkiyet sahibi olması hayvaniyet tarafının sorunlarını çözerken de devreye girer ve belirler. Acıkmak hayvaniyeti ilgilendiren bir sorundur; behaim anlamındaki hayvanlar karınlarını doyurur iken insan nutkiyetinin belirlemesiyle yemek yer.
Gelenek kavramı altında toplanan muhtevanın da arkasında insan nutkiyetinin bulunduğu, insanın hem nutkiyet [örf] hem de hayvaniyet tarafının [adet] eşyayla kurduğu ilmî ve amelî ilişkilerin tecessüm etmiş hali olduğu açıktır. Bu ilmî ve amelî ilişkilerin hem yatay hem de dikey boyutta aktarıma konu olması, onlara tarihî sürekliliğini sağlar. Başka bir deyişle insanın, [ki insan tab'an medenidir] ilk ilke, evren ve insan hakkında sorduğu sorular ve verdiği cevaplardan mürekkep sahip olduğu çerçeve, onun değer dünyasını [dünya görüşü] belirler ve bu anlamda dünyanın suretine ilişkin ürettiği resim [dünya tasavvuru] anlamını değer dünyasından alır. Gelenek yani örf ile adet, en nihayetinde hem kökünü hem de anlamını değer dünyasında bulan bir yapıdır.
Gelenek: Süreklilik ile Değişim
Bu yapı insan topluluğun yeryüzünde hayat sürmesini mümkün kılan bir çerçevedir. Tarihi süreç içerisinde yavaş yavaş oluşur; süreklilik kazanır, gelenekselleşir. Gelenekde artış ya da gelişme birbirine eklemlenerek [telahük] gerçekleşir [öne adım atma (tekaddüm)]. Gelenek sıçramayı [tafra] süreklilik de yaratacağı boşluk nedeniyle hoş görmez; çünkü nutkiyette sıçrama, parçalanma yaratır. Bu anlamda sıçrama, öne adım atma değildir; bazılarına ilerleme olarak gözükse de esasen yalnızca bir değişimdir; yönü belli olmayan bir ilerlemedir.
Gelenek, nutkiyetin bir tezahürü olduğundan ve değer dünyasıyla alâkası yüzünden, ani değişimleri hoş görmez. Başka bir ifadeyle yeni, sürdürücü ise kabul edilir; parçalayıcı ise reddedilir. Bundan dolayı, İbn Haldun'un da işaret ettiği gibi, taassub [asabiyet] toplumun sürekliliğini sağlar; ani değişim ise parçalar. Gelenek yeni'ye karşı ürkektir; ancak bu ürkeklik kaynağını, yukarıda işaret edildiği üzere, dışarıda yani basit alışkanlıklarda değil, bizatihi nutkiyette bulur. Çünkü ilk ilke-evren-insan üçlüsüne ilişkin soru ve cevapların değişmesi, yenilenmesi, deyiş yerindeyse, sıfır'dan başlanması, yeniden bir metafizik çerçeve kurulması demektir ki her eski [kadim] her yeniye [cedid] bu anlamda dikkatlidir.
Gelenek toplumun sürekliliğini sağlar ve bu sürekliliğe suretini verir. Tarih bir süreç ise bu sürecin içerisinde akan bir milletin seyr ü seferinin kendisine göre cereyan ettiği yapının adıdır gelenek. Bu çerçevede gelenek, bu yapıda subutiyet kazanmış ve işlerin kendisine göre yürüdüğü unsurlara, ilkelere işaret eder. Ancak toplumun kendisi ve sahip olduğu kültür geleneğin kendisine eşit kabul edilemez. Çünkü gelenek akıp giden sürecin sabit tarafına işaret eder.
Gelenek alışkanlık olarak da görülebilir; ancak alışkanlıkta belirli bir bilinç varsa ve bu alışkanlık toplumun bütününde önemli bir yer işgal ediyorsa? Yok ise kişinin alışkanlığı tek başına bir gelenek oluşturmaz. Elbette gelenekte genel ['am] ve özel [has] olan vardır. Başka bir deyişle gelenek küllî bir kavram ise müşterek manâlı bir kelime olarak düşünülebilir ve farklı durumlar için müşekkek bir işlev görebilir. Geleneğin adet ile eşanlamlı kullanılması, ancak uygulama alanına ilişkinse düşünülebilir; çünkü yukarıda değinildiği üzere, gelenek örfe, yani zihnî alışkanlıklara da delâlet eder. Gelenek bu anlamda toplumun, kültürün bir parçası olarak da düşünülebilir.
Gelenek: Eski ile Yeni
Modern-öncesi dönemde yaşayan toplumların gelenek kavramına karşılık gelen bir kelimeye sahip olmadıkları düşüncesi yanlış bir kabuldür ve Batı-Avrupa merkezli bakışın bir yansımasıdır. Her yeni, eski'yi temsil eden bir alışkanlıklar dizgesiyle muhataptır çünkü. Çünkü, yukarıda işaret edildiği üzere, köklerini nutkiyette bulan her değişme, ilk ilke-evren-insan üçlemesine ilişkin ortaya konulan her yeni soru ve cevap, eski'yi [kadim] bizatihi kendisi yaratır. Özellikle İslâm, tarihte, vahyin ortaya koyduğu ilkelere muhatap olan ve çatışan bir örf ve adet kavramsallaştırmasını yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki Ahmed Cevdet Paşa, İbn Nedim'i takip ederek, İslâm'ın ortaya koyduğu ve köklerini nutkiyette bulan soru-cevap sürecini yeni olarak adlandırmış; İslâm öncesini ise topyekûn kadim olarak görmüştür.
Gerçekten de İslâm Medeniyeti'nde yalnızca hukukta değil felsefe-bilim hayatında bile, kişilerin kendilerini ait kıldıkları ve bilinçli bir şekilde gelenek [kadim] diye adlandırdıkları bir yapıya sahiptirler. Ve bu durumu bizzat yaratan da yeni olan İslâm'dır. Bu çerçevede Edward Shils'in kadim dönemlerde "bir geleneği kabul edenler onu gelenek diye adlandırma ihtiyacı duymazlar" ifadesi yanlıştır. Öte yandan geleneğin kendi bilincine varması; kendisini, kendisinin dışındakiyle tanımlaması anlamına gelmez; yeniye karşı kendisinin farkında olması anlamına gelir. Ancak elbette durum eskisi gibi değildir artık; çünkü hesaplaşılması gereken yeni bir soru-cevap süreci ortaya çıkmıştır; başka bir deyişle yeni bir nutkiyet durumu hasıl olmuştur.
Konuyu başka bir biçimde de dile getirebiliriz: Bir durumla doymuş halde yaşamak ile içerisinde gömülü olarak yaşanılan bu durumu farketmek elbette iki değişik vakıadır. Ancak fark farklı-olan'ın varlığına bağlıdır. Yeni, köklerini nutkiyette bulmasına karşın siyasî-iktisadî ve kültürel bir güç oldukça, insanın hayvaniyetini belirlemeye başladıkça, içerisinde yaşanılan durumu eski kılar. Eski sahayı yeniye terketmede direnir, atıf sistemi olmaya devam ederse, yeni tarafından eski (gelenek) olarak adlandırılır. Ancak bir süre sonra yeni yerleştikçe kendisine yer-edindikçe kendisinin geleneğini yaratır. Çünkü, yukarıda işaret edildiği üzere, nutkiyette asıl olan sürekliliktir. Bu açıdan gelenek oluşturmaya başlayan yeni eski geleneği ya kökten terkeder ya da yeni'den hareketle yeniden yorumlayıp kendisinin bir unsuru haline getirir. Çünkü bir toplumun edeb'i gelenekselleşen örf ile adeti tarafından verilir, belirlenir.
Gelenek: Cemaat ile Toplum
Yukarıda ileri sürülen düşünceler, sosyoloji araştırmalarında modern ile gelenek kavramsallaştırmaları ile bu kavramlardan hareketle tarihe ilişkin yapılan yorumlar ve Ferdinand Tönnies'in Cemaat ve Toplum incelemesi, XVI. yüzyıldan itibaren gelişen ve Sanayi Devrimi'yle ortaya çıkan yeni durumu/durumları tasvir etmesine karşın söylenenlerin geçmişte hiç olmadığı anlamına gelmediğini göstermektedir. Çünkü, tekrar pahasına belirtelim, nutkiyette köklerini bulan soru-cevap süreci, nerede ve ne zaman değişmişse orada gelenek [eski] ile modern [yeni] çatışması yaşanmıştır. Bu açıdan modern-dönemde vuku bulan çatışmanın şiddetinin bu şekilde hissedilmesi, hem tarihî yakınlıkla hem yaygınlıkla hem de nutkiyette köklerini bulan soru-cevap sürecindeki radikal değişiklikle alâkalıdır.
Öte yandan sosyoloji çalışmalarının iddia ettiği "modern dönemde cemaatin yitimi", aslında yeni nutkiyet durumunun gelenek haline gelememesiyle ilgilidir. Çünkü köklerini nutkiyette bulan ortak bir değer dünyasına sahip olan her topluluk, cemaat olma özellikliklerini kazanır. Kamusal yaşamı esas aldığı söylenen ve Max Weber'in duygusal olandan çok rasyonel olanın öne çıktığını belirttiği - ki her yeni, inşa sürecinde rasyoneldir- toplum ortak-değer haritasının tarumar edilmesiyle ve topluluk mensupların çok küçük birimli ve düşük dereceli değerlere sahip olmasıyla alâkalıdır. Ancak zamanla modern [yeni] gelenekselleştikçe duygusallaşacak ve kendi cemaatini yaratacaktır. Nitekim bir açıdan post-modern kavramsallaştırması, modernin yerleştiği, istikrar kazandığı ve gelenekselleştiği anlamına gelir. Zira cemaat, dünya-tasavvurunu dünya-görüşü üzerinde kurar ve resim dünyası ile değer dünyası birbiriyle çatışmaz; tersine birbirini tamamlar. Cemaatte ilk ilke, evren ve insana ilişkin resim ve değerler insicamlı bir bütün oluşturur ve gelişmiş cemaatlerde birbirini tamamlayan sürekli bir yapı ortaya koyar. Toplumda ise en önemli durum, resim ile değer dünyasının kopukluğu ile parçalanmışlığıdır. Ancak tarihi süreç içerisinde bu kopukluk giderilir; ve yeni bir gelenek ortaya çıkar.
Gelenek bir milletin tarihî mensubiyetiyle içiçe olduğundan, nutkiyetini kaybetmemiş her tarihi millet için gelenek olmaz-ise-olmaz bir mukavvim unsurdur.
Türklere gelince, biz geçmişinden geri kalmış bir millet olduğumuzdan, dolayısıyla nutkiyetimizdeki parçalanmışlık nedeniyle, hem nutkiyetimizi ilgilendiren ilk ilke-evren-insan hakkında soru sorma ve cevap verme işlemini [örf] hem de hayvaniyetimize ilişkin yaşama ihtiyaçlarının giderilmesini [adet] başkalarına bakarak yarım-yamalak bir şekilde giderme, deyim yerindeyse, idare etme kolaylığı içerisindeyiz. Bu durum da bizi hızla edeb'i -dolayısıyla da edebiyatı- bulunmayan tarihî bir millet olmaktan çıkarmaktadır.



İhsan Fazlıoğlu'nun Yazıya İlişkin Teşekkürü:

Yazının içeriğine ilişkin katkılarından dolayı değerli âlim dostum Dücane Cündioğlu'na ve suretine ilişkin uyarılarından dolayı da edib dostum Hasanali Yıldırım'a müteşekkirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts