İhsan Fazlıoğlu: "Geçmişten Hareketle Geleceği Kurmak:
İkinci İstanbul Felsefe Çevresi Üzerine Bazı Gözlemler"
İngilizcesi şurada sunulmuştur:
"Some Reflections on the Second Istanbul Philosophical Circle", The "Rational Sciences in Islam" (RaSI) Database: Introduction and Preliminary Findings, MESA�s 43rd Annual Meeting, Boston/USA 21 - 24 Kasım 2009 |
XVIII. yüzyılda oluşan İkinci İstanbul Felsefe Çevresi üzerine bazı gözlemlerimizi aktarmadan önce, iki konu üzerinde durmak istiyorum. Birincisi, Osmanlı daha baştan verilmiş sabit bir öz değil, tarihî süreç içerisinde, belirli aşamalardan geçerek oluşmuş bir kavramdır. Bu oluşuma paralel olarak, Osmanlı düşünce hayatı da, tarihî süreç içerisinde pek çok değişiklikler geçirmiştir. Bu kabulden hareketle, yapılacak çalışmalarda, Osmanlı düşünce hayatında, süreklilikler yanında süreksizliliklere de dikkat edilmesi gerekir. Öte yandan düşünce hayatında hem dahilî hem de haricî pek çok faktör etkili olduğudan, lineer bir okumayı değil, çok değişkenli parametrik okumayı benimsemeliyiz.
İkinci olarak, ayrıntılara girmeden, XVIII. yüzyıldaki İkinci İstanbul Felsefe Çevresi'nin doğasını anlayabilmek için Osmanlı düşünce tarihinin daha önceki seyrine ve özelliklerine kısa ama çok kısa bir göz atmak zorundayız. İlk dönem Osmanlı düşünce hayatının çerçevesini belirlemek oldukça zordur. Bunun nedenleri arasında oluşum aşamasında bulunması ve dışarıdan gelen her türlü etkiye açık olmasıdır. Yine de en genel anlamıyla, en azından bilgi anlayışında, o dönemde yazılan eserlere bakıldığında, İslam medeniyetinin doğal bir devamı olduğu söylenebilir. Bu çerçevede dahilî ve haricî faktörlerin etkisiyle, ilk dönem Osmanlı düşünce hayatının irfânî (theosophical) ve kelamî (theological) bir yönelimi var. Özellikle sosyal hayatı ilgilendiren matematiksel bilimlerde, daha çok, misaha (uygulamalı geometri), vakit tayini, astronomi âletlerî, muhasebe matematiği gibi uygulamalı ilim dallarına ilişkin eserler söz konusudur. Ancak bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi, yerleşik bir medeniyet içerisinde yeni teşekkül eden tüm oluşumlar gibi, o medeniyetin dilini öğrenmek için, dil ağırlıklı bir eğitim yapması ve ve bu sahada eser telif etmesidir. Davud Kayserî'nin (ö. 751/1350) kurucusu olduğu bu çerçeve, devam ettirilmekle birlikte, Molla Fenarî (ö. 834/1431) ve öğrencileri tarafından, mantık ve usul başta olmak üzere zenginleştirilmiş; özellikle kelamî vurgusu artırılmıştır. İstanbul'un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmed'in siyasetine paralel bir biçimde mevcut yönelim bir yandan devam ettirilmiştir. Diğer yandan da başta Ali Kuşçu (ö. 879/1474) ve Fathullah Şirvanî (ö. 891/1486) olmak üzere, Semerkand matematik-astronomi okulu mensubunun katkılarıyla hem matematik bilimler hem de başta meşşaî olmak üzere İslam medeniyeti'ndeki değişik felsefî okullarının ve temsilcilerinin dikkate alındığı bir yöne evrilmiştir. Pek çok düşünürün katkı yaptığı, Birinci İstanbul Çevresi diye adlandırdığımız bu dönem, XVI. yüzyılın sonlarına değin yoğun bir faaliyette bulunmuş ve pek çok eser vermiştir. Bu dönemde hesap, cebir, mesaha, hendese, müzik, astronomi, optik ve mekanik gibi matemik bilimler yanında meşşaî doğa felsefesi sahasında da üretimde bulunulmuştur. Ancak genel nazarî yönelim kelâmî içeriklidir; dolayısıyla en büyük üretim bu çerçevede gerçekleştirilmiştir. Öte yandan özellikle Molla Fenarî ile başlayan süreçte, Molla Hayalî (ö. 862/1458'den sonra), Molla Hüsrev (ö. 885/1480), Hocazade (ö. 893/1488), Hatipzade (ö. 901/1495) , Mehmet Kâfiyecî (ö. 879/1474), Molla Lütfî (ö. 900/1494), Mirim Çelebî (ö. 931/1525), İbn Kemal (ö. 940/1534), Taşköprülü-zade (ö. 968/1561), Takiyeddin Rasıd (ö. 993/1585), Kınalızade Âli (ö. 979/1571), Gelibolulu Mustafa Âli (ö. 1008/1600), gibi pekçok kalbur üstü isim yetişmiş; ve bu isimler başta İran olmak üzere, kendi çağdaşlarıyla karşılıklı etkileşim içerisinde bulunmuştur. Kısaca, XV. ve XVI. yüzyıldaki Osmanlı düşünürleri İslam düşünce hayatının pasif alıcıları değil, aktif katılımcıları olmuşlardır. Bu dönemde Oğuz lehçesine dayalı Türkçe de hem tercüme ve hem de telif eserlerle bir düşünce dili olmaya doğru mesafe kat etmeye başlamıştır; Ladikli Mehmed Efendi (XV. yüzyıl sonu) ile mantık ve müzik, Sinan Paşa (ö. 891/1486) ile irfan, İbn Katip Sinan Konevî (ö. 930/1523-24) ve Mustafa Muvakkıt (ö. 979/1571) ile astronomi ve coğrafya, Seydî Ali Reis (ö. 970/1563) ile teorik astronomi, başta Hacı Atmacaoğlu ö. 899/1474'de sağ), Emrî Çelebî, Nasuhî Matrakî ö. 971/1564) ve İbn Hamza (ö. 1022/1614) olmak üzere pek çok muhasip ve matematikçi sayesinde de matematik alanlarda eserler vermiştir. XVI. yüzyılın sonunda iklimsel, ekonomik, toplumsal ve siyasî bunalımlar baş göstermiştir. Özellikle iklim ve ekonomideki ani değişiklikler ile iç isyan ve pek çok cephede süre giden savaşlar, nüfus azalmasına sebep olmuştur. Bu olumsuz gelişmeler neticesinde, entelektüel faaliyetlerin hızı, ortadan kalkmamakla birlikte, azalmışır. Bu durum en güzel, XVI. yüzyıl ile XVII. yüzyılda matematik, astronomi, mantık ve meşşaî ve kelamî doğa felsefesi gibi sahalarda kaleme alınan eserlerin sayısı ve seviyesi arasında yapılacak karşılaştırmada görülür. XVII. yüzyıl Osmanlı düşüncesi daha çok simyevî doğa felsefesi, irfanî theosophy ve başta ahlak ve siyaset olmak üzere pratik felsefe sahasında üretimde bulunmuştur. Ali İznikî (ö. 1018/1609) tarafından temsil edilen simyevî doğa felsefesi, bütün bir Osmanlı tarihinin en verimli dönemini yaşamıştır. Bunalımlar neticesinde amelî felsefenin bir alt dalı olarak değerlendirlebilecek İslahatname literatürü ortaya çıkmıştır. Özellikle Selefî Kadızadeliler ile İrfanî çevreler arasında mevcut durumun doğası hakkında dinî-ideolojik temelde patlak veren tartışmalar İrfanî ve İşrakî okulların üretimini zenginleştirmiştir: İsmail Hakkı Ankaravî (ö. 1041/1631), Mahmud Hüdaî (ö. 1038/1628), Abdullah Bosnevî (ö. 1054/1644), Sarı Abdurrahman Efendi (ö. 1071/1661) gibi pek çok isim Mevlevilîk ile Vahdet-i vücud yaklaşımları arasında üst seviyeli sentezlere girmişlerdir. Yine bu dönemde İsmaik Hakkı Ankaravî'nin, Şihabeddin Sühreverdî'nin İşrak felsefesini İrfan açısından değerlendirmesi dikkate değerdir. XVII. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Devlet'in, dolayısıyla toplumun söz konusu bunalımları yavaşa yavaş çözmeye başlaması neticesinde ortaya çıkan maddî ve manevî istikrar yeni bir canlanmayı getirmiştir. Bu canlama Osmanlı entelektüel hayatının kendi iç dinamikleri yanında, İran-Hindistan üzerinden gelen ve özellikle Mehmed Emin Şirvanî (ö. 1036/1627), Ömer Çullî (1065/1655), Muhammed Amidî (ö. 1066/1657) ve Mahmud Kürdî (ö. 1073/1663) gibi alimlerin temsil ettiği çizgiyle de beslenmiştir. Yine bu dönemde, coğrafya ve tıb gibi sahalardaki eserlerin gösterdiği gibi Avrupa kaynaklı bir etkinin başlangıcını hissedebiliriz. XVII. yüzyılın ikinci yarısında hem iç hem de dış (İran-Avrupa) dinamiklerle yavaş yavaş başlayan bu süreç, Ebu Bekir Abdülvehhab b. İbrahim el-Halebî (ö. 1070/1660), Karabaş Alaaddin Muhammed b. Ali Niksarî (ö. 1097/1686), Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1113/1702), Kara Halil b. Hasan Boyabadî (ö. 1123/1711), İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725), Saçaklızade Muhammed b. Ebî Bekr Maraşî (ö. 1145/1732), Bedruddîn Muhammed b. Esad Yanyavî (ö. 1146/1733), Muhammad Emin Uskudarî (ö. 1149/1736), Veliyüddin Carullah (ö. 1151/1739), Mehmed Darendevî (ö. 1152/1739), Muhammad b.Abbas Kurdî (ö. 1156/1743), Abdullah b. Muhammad b. Yusuf Amasî (ö. 1161/1748), Muhammed b. Abdülhamid Kefevî (ö. 1168/1755), Muhammed b. Mustafa Hamid Kefevî Akkirmanî (ö. 1174/1760), Ebu Said Muhammed b. Mustafa Hadimî (ö. 1176/1762), İsmail b. Mustafa b. Mahmud Gelenbevî (ö. 1205/1791) gibi, adlarını burada tek tek saymayacağımız, isimleri yetiştirdi. Bu yüzyıldaki düşünce faaliyetlerinin içeriğine bakmak, hem bu isimlerden yönelimlerine hem de bu yüzyılın ortak felsefî çerçevesine de işaret edecektir. Bu yüzyılda en önemli alanlarından birisi mantıktır: mantık'ın konusu, yüklem sorunu, önermenin unsurları, imkân ve müveccehat, kıyas teorisi, burhan'ın maddesi gibi konular ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Bu incelemelerde İbn Sina (ö. 428/1037) ile Fahreddin Razi (ö. 606/1209) arasındaki farklılıkların incelendiği ve tartışıldığı görülür. Kara Halil, cihet-i vahde araştırmasında mantığın konusunu ayrıntılı tartışırken, Müneccimbaşı yüklem ve konu ile yüklem arasındaki ilişkiyi ayrıntılı inceler; önermenin unsurları konusunda hemen hemen her düşünürün bir risalesini görmek mümkündür; bu risalelerde İbn Sina ile Fahredin Razî'nin fikirleri karşılaştırılarak tartışılır. Tartışmalarda, yalnızca İbn Sina ve sonrası ile yetinilmez; sistematik olarak İbn Sina sonrasına da inilir. Örnek olarak Muhammed b. Abdullah Amidî (ö. 1175/1761), Farabî ile İbn Sina'nın mantık konularındaki birbirinden farklı bazı anlayışlarını mukayese ederek faklılıklarını gösterir. İlginç olan, Amidî'nin önsözde belirttiği üzere, çalışmasını, Farabî ve İbn Sina mantığını öğrencilere okuttuktan sonra, onların isteği üzerine kalem almış olmasıdır. Esad Yanyevî'nin doğrudan Aristoteles mantığına ve onun Latin şerhlerine yönelmesi, eserlerinde İbn Sina'yı eleştirmesi, bu arayışın neticeleridir. Özellikle Dergüzinî'nin yeni İsagucî çalışması, bazı düşünürlerin Helenistik dönem ve klasik Yunan'a, Platon'a kadar geri gitmeye çalıştıklarını göstermektedir. Bu yüzyılda mantığın tasavvurat kısmı ile tasdikat kısmı nerede ise birbirinden ayrılmıştır; bu yazılan pek çok metinde ve risalede görülür. Ayrıca eserlerin önsözlerinden anlaşıldığı kadarıyla bazı medreselerde öğrencilerin okuması için yalnızca kıyas risaleleri kaleme alınmıştır. Bu durum mantığın yalnızca formel bir bir bilim dalı olarak görüldüğünü gösteriyor. XIII. yüzyılda İbn Sina metafiziğinden kopartılan mantık, kanımızca, XVIII. yüzyılda, en azından belirli bir oranda, tasavvurat kısmından da ayrı düşünülebilmiştir. Özellikle Gelenbevî ile en mükemmel formuna kavuşan bu tartışmalarda Avrupa'da ortaya çıkan yeni doğa felsefesinin deney ve bilim adamlarının otoritesine dayana bilgi anlayışının da etkilerini görmek mümkündür. Bu çerçevede Gelenbevî klasik Burhan anlayışındaki, kıyasın maddesi olarak incelenen ve tek başlarına yakinî bilgi vermedikleri kabul edilen tecrübiyyat ve mütevatiratın seviyesini yükseltmiş ve daha önce hamişlerde tartışılan pek çok fikri merkeze almıştır. Öte yandan analitik ve sentetik önerme ayrımını yaparak, analitik önermelerin yeni bilgi vermeyeceğini söylemiş; tümevarım sorunu üzerinde durmuştur. Denebilir ki, Gelenbevî kendisinden önceki tüm tartışmaları dikkate alarak, belki de İbn Sina'dan sonra, ilk defa Burhan adıyla kitap kaleme almıştır. Bu eserin, daha sonra Osmanlı dünyasında yazılan şerh ve haşiyeler dikkate alındığında güçlü bir etkisinin olduğu söylenebilir. Mantıkla ilgili olan Adab el-bahs ve el-münazara da bu yüzyılın en önemli uğraş alanlarından biridir. Özellikle, Saçaklı-zade'nin çalışmaları özel bir dikkat istemektedir. Şu noktaya da işaret edilmelidir: Bu yüzyılın önemli isimleri mantık ve münazara sahalarında yalnızca eser telif etmekle kalmamış, daha önceki pek çok mantık ve münazara eserine şerh ve haşiye kaleme almışlardır. Özellikle, Mantıkta, İsagucî, Fenarî, Kul Ahmed, Tehzib, Şemsiyye, münazara da ise Semerkandî, Taşköprülüzade, İcî gibi mtinler. Kara Halil, Saçaklızade, Mehmed Kefevî gibi pek çok ismin yanında bu konuda en dikkate değer çalışmaları yapan Veliyüddin Carullah'tır. Günümüzde Süleymaniye Yazma Kütüphanesi'nin önemli koleksiyonlarından birisi olan özel kütüphanesinde, mantık ve münazara sahasında hemen hemen bütün eserleri toplayan Carullah, bu metinlerin en önemlilerine bazen 500 sahifeyi bulan hacimli şerh ve haşiyeler kaleme almıştır. Müneccimbaşı Ahmed Dede, mantık ve münazara çalışmaları yanında ilm âdab el-mutalaa adıyla yeni bir bilim dalı icad etmiş; bir konunun metin, şerh ve haşiyelerde nasıl inceleneceğine dair bir metodoloji geliştirmiştir. Bu teşebbüsünü de, Hamliye adlı eserinde olduğu gibi, insan nefsinin cognitif yapısnın analizine dayandırmıştır. Bu yüzyılda, ele alınan bir konu, Birinci İstanbul Felsefe Çevresi'nde sıkça tartışılan, ancak daha sonra matematik bilimler lehine zayıflayan meşşaî doğa felsefesidir. Kara Halil, Muhammed Kefevî, Mustafa Akkirmanî, Gelenbevî İsmail Efendi gibi pek çok ismin katkıda bulunduğu bu yeniden ele alma süreci, medrese çevrelerinde mütedavil olan Ebherî'nin Hidaye'si üzerine yazılan şerh [Ebherî (ö. 663/1390)-Mübeydî (ö. 910/1504)-Lârî (ö. 979/1571)] üzerine kaleme alınan ayrıntılı haşiyeler ile yürümüştür. Burada klasik doğa felsefesinin tüm konuları ayrıntılı bir biçimde işlenmiştir. Ancak, bu eserlerin önemi, doğa, doğal olan, doğa yasası gibi kavramların tekrar gündeme gelmesini sağlamasıdır. Bu konuda dikkati çeken en önemli isim hiç şüphesiz Esad Yanyevî'dir. Yanyevî, Aristoteles'in Fizika'sını, üzerine yazılan Latince şerhle birlikte Arapça'ya çevirmiş; girişinde, doğa felsefesinin kavramının ihmal edildiğine işaret etmiştir. Kanımızca bu işaret, meşşaî metafizik ile fizike ihtiyaç bulunmadığını söyleyen Ali Kuşçu'ya yöneliktir. Ancak, Yanyevî'nin en ilginç yönü, klasik Aristoteles-İbn Rüşd (ö. 595/1198) doğa felsefesi ile Descartes'in (ö. 1650) doğa felsefesi arasında bir terkibe gitme teşebbüsüdür. Yanyevî, Descartes'i muhtemelen, ders verip ders aldığı Fener Ortodoks Patrikhanesi'nde bulunan rahip-felsefecilerden öğrenmiş olsa gerektir. Bu yüzyılda diğer ilginç bir gelişme, Hindistan'da Ahmed Serhendî (ö. 1033/1624) tarafından geliştirilen vahdet-i şühud anlayışı çerçevesinden vahdet-i vücud eleştirlerinin yapılmaya başlanmasıdır. Bu konuda en dikkati çeken isim hem bu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Osmanlı bilginleri için hem bir biyografı kitabı hem de ayrıca irfanî theosophy üzerine hacimli kritik bir eser yazan Ali Amasî'dir. Biyografı eserinde, Osmanlı bilgilerini şuhudçu ve vücudçu olarak tasnif edecek derecede ileri gider ve fikirlerini eleştirir. Bu dönemde ayrıca, Gelenbevî, vahdet-i vücüd üzerine kritik bir eser kaleme almıştır. Meşşaî doğa felsefesine, dolayısıyla metafiziğine vurgunun arttığı bu yüzyılda, doğal olarak klasik tepki tekrar canlandı; böylece, Gazalî-İbn Rüşd, Hocazade-Ali Tusî-Karabağî-İbn Kemal gibi iki dönem ve süreçte devam eden Tehafut geleneği tekrar göndeme geldi. Bu tepki değişik formlarda ifade edildi ve yalnızca saf meşşaî felsefeye değil, nazarî kelama da yöneltildi. Bazı düşünürler, İbn Rüşd'ün Tehafut el-Tehafutu'nu istindah ederek yeniden bilgi akışına sunmaya çalışırken; Mehmed Üsküdarî, özellikle Hocazade'nin eserini Telhis ederek yeni bir eser kaleme aldı. İsmail Sakıp, ihtilafları üç temel noktaya indirgeyerek daha derin bir bakış açısı sunmaya çalıştı; İbrahim Antakî ise, sorunun Aristotele felsefesinden kaynakladnığını, Platon felsefesinin benimsenmesi halinde sorunların ortadan kalkacağını belirten bir eser kaleme aldı. Saçaklı-zade ise, daha selefî bir tavır alarak, İslamî kabul ettiği mantık ve münazara haricindeki felsefî mülahazalara şiddetle karşı çıktı. Bu çerçevede Tertib el-ulum'unda ilimleri felsefe ile münasebetlerini dikkate alarak tasnif etti. Beyzavî'nin Tevalî adlı kelam kitabını gözden geçirerek yeniden kaleme aldı ve felsefî fikirlerle karışık bulduğunu belirterek eleştirdi. Fikirleri konusunda tutarlığını koruyarak eleştirsinin şiddetini artıran Saçaklı-zade, Beyzavî'nin medrese ders kitabı olan Tefsir'ini, Tenzil el-efkar'ını da felsefî mülahazaları dikkate aldığı için tenkit etti. Bu dönemde meşşaî felsefe ve kelam arasındaki temel farkları gösteren eserler de kaleme alındı. Mestçi-zade'nin Hilafıyat'ı ile Muhammed Hadimî'nin meşşaî filozflar ile kelamcıların 63 maddede farklı düşündüğünü gösteren İhtilaf'ı bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu yüzyılın ikinci yarısında, aynı tarihlerde İran'da etkisini artırmaya başlayan Molla Sadra felsefesine ilişkin, en azından bir örneğini tespit ettiğimiz, Osmanlı bilginlerinin tavrıdır. Sultan III. Selim'e mantık eserini sunan Dergüzinî [kimliği konusunda bilgimiz yoktur], eserinin girişinde, Yunan ve Helenistik dönem felsefesi yanında Farabî ve İbn Sina'dan bahs eder; ona göre Farabî'nin eserli vureykat iken İbn Sina'ninkiler ansiklopedi tarzındadırlar. Fahreddin Razî ise pek çok felsefî konuyu ayrıntılı incelemiştir. İşte Molla Sadra'nın yaptığı geçmiş eserleri derlemek, özellikle Fahreddin Razî'nin eserlerinden apartmaktır. Bu nedenle de özgün değildirler. Bu dönemde Osmanlı'da tartışılan pek çok sorunun, eserlerin gidişiyle ama özellikle daha çok Hac vesilesiyle yayıldığı söylenebilir. Hindistan'da XIX yüzyılda tartışılan ve üzerinde eser yazılan pek çok sorunun Osmanlıyla benzerlik göstermesi; Tahanavî'nin kaynakları, Osmanlı'dan Hindistan'a giden bir etkinin olduğunu gösteriyor. Ayrıca bu dönemde karşılıklı seyahat ve gidişler de önemli bir etkendi. Örnek olarak ünlü Osmanlı sufîsi Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın (ö. 1194/1780) oğlu, belirli bir oranda, astronomi ve matematik âlimî İsmail Fehim, Hac'tan sonra Hindistan'a gitmiş ve yerleşmiştir. Şimdiye değin yazma kaynaklara dayanarak verilen bu özet bilgiler, XVIII. yüzyıl Osmanlı düşüncesinin dinamik bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Bu yapı nisbeten belirli sorunlar üzerine odaklaşmış, hemen hemen aynı amacı güden, ortak özellikler gösteren bir tavrı yansıtır. Bu çerçevede XVIII. yüzyıl Osmanlı düşüncesinin en önemli kavramının arayış olduğu söylenebilir. Elbette arayış bir bunalıma işaret eder. Bunalımın yarattığı bu arayış, özellikle geçmişe geri giderek geleceğe hareket etmek şeklinde anlaşılmıştır. Gelecekte tüm özellikleri ile bu arayışın ayrıntılı incelenmesi XVIII. yüzyıl Osmanlı düşüncesini daha da belirgin kılacaktır. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder