Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: "Felsefede yerellik ve perspektivizm" (Söyleşi)

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: "Felsefede yerellik ve perspektivizm" (Söyleşi)




*1. Felsefe “yapma”nın tek bir tarzı mı vardır yoksa çağa, kültüre, sosyal duruma ve kişiye göre değişen felsefe “yapma”nın tarzları mı vardır? Bir “Alman felsefesi”, bir “Amerikan felsefesi”, bir “Çin felsefesi” ya da bir “Türk Felsefesi”nden söz edildiğinde, bu adlandırmadan ne anlamak -yöntem farklılığı, farklı bir gelenek ya da coğrafî bölge vb.- gerekir?
İhsan Fazlıoğlu: Bu sorunun yanıtı, “felsefe “yapmak” nedir?” sorusuna verilecek yanıttan sonra belirlenebilir. “Felsefe yapmak” da son derece belirsiz bir deyiş; bu deyişi de çerçevelemek için “felsefe nedir?” sorusuna geri gidilmesi gerekir. “Felsefe, ...dir”in yanıtı, öteki sorularınızın da içeriğini belirler. Tarihî açıdan, kişisel kanıma göre, “felsefe nedir?” sorusunun üç temel yanıtı vardır:
i. Grekler’in, belirli bir tarz bilgi’yi (episteme) elde etme ve bu bilgiye göre eyleme, yaşama anlamındaki felsefe, ki, bu felsefe, tüm bilme etkinliklerinin de bir üst çatısı olduğundan, tüm öteki bilme alanlarını kuşatır; böylece felsefe, tümel bir bilme ve eyleme/yaşama etkinliğinin adı hâlini alır. Platon ve Aristoteles ile dizgeleşen bu anlayış, Helenistik dönemde işlenerek İslâm Dünyası’na aktarılır ve Farabî üzerinden geçerek İbn Sînâ’da zirvesine ulaşır. Daha sonraki çabalar, bir bütün olarak, bu dizgenin korunmasını sağlayamaz; ancak bu yaklaşımın Varlık’ın, Evren’in ve İnsan’ın tutarlı mantıkî/istidlâlî, kısaca burhânî bilgi ideali, daha sonraki kuşaklara aktarılır ve birikimi, farklı yaklaşımlar için malzeme olarak kullanılmaya devam eder…
ii. Özellikle Gazâlî’nin İslâm Dünyası’ndaki Grek tarzı, doktriner, öğreti, hatta dinî felsefe anlayışını, menfî(negatif) eleştirisiyle ile başlayan, takipçileri ama özellikle ünlü astronom-matematikçi Şerefeddin Mesûdî tarafından müspet(pozitif) yöne evrilen, Fahreddin Râzî tarafından geliştirilen ve Grek tarzının dışında farklı felsefe yapma olanaklarını işâret eden yaklaşım… Bu yaklaşım, felsefe’yi tümel bilme tarzı olmaktan çıkarmış, bir bakışaçısı/perspektif hâline getirmiştir. Böylece, “felsefe yapma”nın değişik yolları olabileceğine kapı aralamıştır. Râzî ve takipçilerinin, burhânî bilgi anlayışına karşı, onu da kuşatan ama aşan tahkîkî bilgi tanımı, bu yeni perspektifli yaklaşımın en önemli özelliğidir. Râzî’nin bu yaklaşımı, çağdaşı ve sınıf arkadaşı Sühreverdî tarafından da benimsenir ve daha sonraki kuşaklar, Grek tarzı felsefe yapmayı bir perspektif olarak dikkate almakla birlikte, deyiş yerindeyse, işrâkî, kelâmî ve irfânî perspektifle de Varlık, Evren ve İnsan hakkında soru sormayı sürdürürler.
iii. Özellikle Immanuel Kant ile birlikte, felsefe, insanın, çeşitli alanlarda ürettiği bilginin bilişsel(kognitif) yapısını çözümleyen, sorgulayan ve eleştiren bir yöntem hâlini alır. Bu çizgide, “felsefe yapmak”, öncelikle, yeni doğa felsefesinin yani Newtonculuğun bilgi eleştirisini yapmak ve temellendirmektir. Özellikle günümüzde, bu anlamda, değişik beşerî bilgi alanlarının “felsefesini yapmak” söz konusudur; matematik felsefesi, tarih felsefesi, fizik felsefesi, vb…
Elbette, verdiğimiz özet, özellikle, felsefe ile bilim ilişkisi dikkate alınarak yapılmıştır. Bunun yanısıra, değişik dinî renkli ya da yaşama içerikli “felsefe yapma”lar yanında, fenomenoloji gibi, nispeten bağımsız hatta kendini klasik anlamda felsefe olarak bile görmeyen “felsefe yapma” tarzları mevcuttur.
Tüm bu özetten sonra, “felsefe nedir?” sorusunun yanıtının, “felsefe yapma”yı belirlediği açığa çıkmıştır sanıyorum… Kişisel kanım, felsefe, insan aklının, dinî, ilmî ve fennî/estetik bilme tarzlarından biridir. Büyük oranda, ihsâsın idrâke, mahsûs’un makûle çevirisi anlamındaki tümel bilgi’nin tahkîkidir… Kısaca, hem tümel anlamıyla insanî bilginin temellendirilmesi (tahkîk), hem de bizâtihî bu temellendirmenin gerekçelendirilmesi (tedkîk) anlamındaki aklî etkinliklerin, yine akıl tarafından mütalâasıdır (nazar) denilebilir… Başka bir deyişle, insanî her bir bilme eylemi, çeşitli bilim dalları aracılığıyla, iç ve dış ihsâsın, ma‘kûle tercümesidir; felsefe, bu ma‘kûllerin ma‘kûliyetlerinin, aklî tahkîki ile bu tahkîk yönteminin/yöntemlerinin tedkîkidir. Açıktır ki, bu tarz bir felsefe yapmak, modern-çağdaş dönemdeki yaklaşım ile Râzî’nin yaklaşımının bir terkibidir.
Bu çerçevede, öteki sorularınıza yanıtım “evet”tir; yani kültüre, sosyal duruma ve kişiye göre değişen felsefe yapma tarzları vardır. Ancak burada yinelemekte yarar var: Değişen, bir insanî, aklî etkinlik olarak felsefe “yapma” olgusu ya da olayı değil, bu “yapma”nın, zemîne ve zamana göre başkalaşan ahvâlidir… Öte yandan, ahvâlin ele alınması da, belirli yöntemler çerçevesindedir; dolayısıyla yöntem, felsefe “yapma” tarzınıza bir “yön” verecektir. Şimdiye değin söylediklerimizi toparlarsak, “felsefe yapma”, insanî bir olgudur/olaydır; mekân ve zamana ve dahi kültüre, yönteme, hatta kişisel yönelimlere göre farklı biçimler kazanabilir. Nazar, bir kuvve olarak insan aklının özelliğidir; bu özelliğin gerçekleşmesi, şüphesiz, tarihî koşullara bağlıdır. Denilenlerden, yalnızca maddî koşullar anlaşılmasın; bir temeddün hareketinin ‘özü” denilebilecek, Theo-onto-logos anlayışı da felsefe yapmanın yönünü belirler şüphesiz… Tam bu noktada, “usûl” sözcüğü imdâdımıza koşabilir; usûl, hem ilkeler, hem de yöntem anlamına gelir; bu çerçevede, maddî koşullar yanısıra, bir temeddünün dayandığı Theo-onto-logos’a ilişkin ilkeler ile takip ettiği yöntem/yöntemler, o temeddünün felsefe yapma tarzlarını etkiler, diyebiliriz.
*2. Felsefe Tarihi’ndeki felsefe gelenekleri dikkate alındığında, bunlardan bazılarına “felsefîdir” diğer bazılarına ise “felsefî değildir” demek mümkün müdür? Böyle bir deyişin ölçütleri nelerdir?
İ.F: Bir önceki soruyu yanıtlarken söylediklerimizi göz önünde bulundurursak, bu soruya yanıt olarak şu soruları sorabiliriz: Felsefe nedir? Felsefe gelenekleri ne anlama gelir? Tüm bunları kimler belirler? Belirleyenlerin ölçütleri nelerdir? Elbette bu soruların tek bir yanıtı var: İnsan… Bu yanıt doğruysa, tanımlar da ölçütler de insanî birer icât ve tercihtir; insan, tarihsel bir varolan ise, ürettiği herşey de tarihîdir; yani mekân ve zaman kayıtlıdır. Bu tür soruların mutlak yanıtı olmaz, olamaz; çünkü mutlaka yapılacak her hamle, her teşebbüs, onu mukayyet(kayıtlı) kılar. Düşününüz ki, kurgu ile gerçeği birbirinden ayırt etmek için insanlar tarafından icât edilen ölçütler de bizâtihî beşerî bir kurgudur.
Öyleyse, ilkemizi belirledikten sonra her türlü tasnifi yapabiliriz; çünkü tasnifler aklîdir; kevnî değil… Bu çerçevede, felsefe tarihinde, doktriner felsefe okullarından tutunuz, öğreti hâlini almış felsefe dizgelerine, yaşama felsefelerine, öteki felsefî dizgelere ve hatta ideolojilere, pek çok “felsefî” yaklaşım söz konusudur. Hemen anımsatayım ki, felsefe için dile getirilen “rasyonel olma” ölçütü bile, rasyonel olanın tanımını şart koşar ki, üzerinde uzlaşılmış bir rasyonel tanımı da mevcut değildir… Ölçüt olarak ne konulursa konulsun, örnek olarak “X” denilsin, öncelikle, “X”in uzlaşımsal bir tanımı verilmelidir ki, yargılarımızda ayırıcı bir vasıf olarak iş görsün…
Yukarıda formüle etmeye çalıştığım, “felsefe nedir?”, dolayısıyla, “felsefe yapmak nedir?” sorularının yanıtını dikkate alarak bu sorunuz için aşağıdaki gibi kişisel kanaate dayalı bir yanıt verilebilir diye düşünüyorum: İster mahsûs, ister makûl olsun, mevcûd ile temasını kaybetmiş; tahkîki ve tahkîk yöntemine ilişkin tedkîki tatil etmiş bir yaklaşım, felsefî olamaz… Başka bir deyişle, felsefe, teemmül ile tefekkür arasındaki cedelî ilişkiyi, tahkîk üzerinden sürekli kılmak zorundadır; bu sürekliliği de tedkîk ile denetlemelidir.
*3. Türkiye’deki felsefî etkinliğin geleneğinden bahsedilebilir mi? Bahsedilemez ise, sizce Türkiye’de belirgin bir felsefe geleneğinin oluşamamasının nedenleri nelerdir? Bir felsefe geleneği oluşmasının gerektiğini düşünüyorsanız, bunun yerel dinamikleri (yöntem, konu, vb.) neler olabilir?
İ.F: Hangi Türkiye? Herkesin Türkiye’si farklı! Türkiye, yalnızca bir coğrafyanın adı değil; ama aynı zamanda bir tarihin adıdır. Coğrafya ile tarihin terkibi anlamındaki Türkiye’yi esas alırsak Türkiye’nin, Türkler’in 1040’tan bu yana, Büyük Selçuklular - Anadolu Selçukluları - Osmanlılar - Cumhuriyet çizgisinde, yalnızca bir felsefe geleneği değil, felsefe gelenekleri mevcuttur. Bilmemek, mevcûdiyeti ortadan kaldırmaz; yalnızca idrâk sorunu yaratır; dolayısı mevcut olmak ile malûm hâline gelmek ayrı ayrı durumlardır. Tarihî mîrâs kül hâlindedir; ama içindeki közler canlıdır; üflenmeyi beklemektedir. Ayrıca, Tanzimât’tan Cumhuriyet’e, hatta günümüzde devam edegelen düşünce faaliyetleri, tüm sorunlarına karşın, hafife alınamazlar. Başkasının holdingine bakarak kendi bakkal dükkanımızı küçük görmeyelim; bize ait olan küçük de olsa, bize aittir, önemlidir ve bizimle hem hâldir; ayrıca büyütülme olanağı da vardır; başkasınınki başkasınındır; ona dahliniz olamaz; size yar kılmazlar kısaca… Halihazırda, Türkiye’nin dört bir tarafında faal olan felsefî tefekkürün güçlendirilmesi gerekir. Her milletin sorunlarına göre yanıtları olur; diyelim ki, ontoloji konusunda, Türkiye’de yoğun bir etkinlik olmayabilir; çünkü şu andaki dertlerimiz, sorunlarımız böyle bir etkinliği talep etmemektedir; daha çok sosyal içerikli sorunlar bizi meşgul etmektedir. Herşeye karşın, akmakta ısrarlı olmalıyız; suyumuz cılız diye başka nehirlere râm olmamalıyız; akmakta ısrar etmek bir süre sonra kendimize özgü arkların oluşmasını sağlayacaktır…
Yukarıda, çağdaş dünyada felsefenin idrâki için verdiğimiz, “İnsanî her bir bilme eylemi, çeşitli bilim dalları aracılığıyla, iç ve dış ihsâsın, ma‘kûle tercümesidir; felsefe, bu ma‘kûllerin ma‘kûliyetlerinin aklî tahkîki ile bu tahkîk yönteminin/yöntemlerinin tedkîkidir” şeklindeki tanım dikkate alınırsa, günümüzde, felsefî tefekkür sahasında iş yapmak için kalkışılması gereken ilk şey, en genel anlamıyla, mahsûsu inceleyen bilim dallarında üretime başlamaktır. Mahsûs olmadan makûl, mevcûd olmadan vucûd, fizik olmadan meta-fizik üzerine konuşmak, alçaltıcı anlamıyla “edebiyat yapmak”tır. Bu konuda fazla konuşmaya gerek olduğunu düşünmüyorum; başta temel formel bilimler, doğa bilimleri, sosyal bilimler, dil bilimleri, ilâhiyat sahasındaki bilim dalları içinde somut üretimimizi artırmalıyız. Elbette, “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” çatallanmasına düşmemek gerekir; herşey, herşeyle ilişkilendirilebilir ve herşey birbirini var eder. Bu noktada, önemli olan yola çıkmak, yola koyulmaktır; yoldaşlarımız yoldadır; başka bir yerde değil. Önceden belirlenen bir felsefe, tefekkür diline göre konuşulmaz; bu, biraz da, yolda, koşulların belirleyeceği bir şey olacaktır.
İkinci olarak, “kadîm mirasımızla nasıl irtibât kurmalıyız?” sorusu üzerinde durmak istiyorum… Herşeyden önce, tarihî tecrübeden haberdar olmak ile tarihî tecrübede yaşamayı birbirinden ayırmalıyız. Kişisel görüşüm, sürekliliktir; zaman çizgisindeki herhangi bir noktayı kutsamak değil; geçmişin hangi noktasının ya da noktalarının önemli olup olmayacağı, biraz da bizim gelecekteki niyetlerimizle ilgilidir; bu nedenle, tarihteki önceliklerimiz de, gelecek idrâkimize göre değişiklik gösterecektir. Ancak mîrâsımızla ilişkimizde bazı eklem noktalarına işaret etmeliyim:
Çağdaş felsefe çalışmalarında vurguladığımız, mahsûs ile makûl, mevcûd ile vucûd ilişkisi mîrâs için de geçerlidir. Belirli bir dönemdeki bilim dallarının üretimleri ile o dönemdeki felsefî tefekkürün ilişkisi izahtan varestedir. Örnek olarak, İbn Nefîs’in küçük kan dolaşımını keşfi, haşr’ın, aynı zamanda bedenî olduğunu ispatlamak gayretiyle ilişkilidir. Türkiye’de, İslâm felsefe-bilim tarihi araştırmalarında, incelenen düşüncelerin ve tartışmaların, kendi dönemlerinde, doğa ya da matematik bilimlerdeki yeni tespitlerle ilişkileri hakkında bir şey göremiyoruz. Bu nedenle, bu tür araştırmalar, sözcük düzeyini aşıp mefhûm düzeyine çıkamadığı gibi, çoğaltılamıyor da… Üstelik, yukarıda değindiğimiz gibi, kadîm dönemde felsefe, tüm bilimleri içeren üst bir dildi; alt dilleri bilmeden üst dili çözemeyiz. Bir örnekle, İbn Sînâ’nın el-Şîfâ adlı felsefe eserine dikkat kesildiğimizde, mantıktan başlar, doğa bilimleri ile matematik bilimlerinden geçerek ilâhiyata (metafizik ve felsefî teoloji) ulaşır. Günümüzde, İbn Sînâ’nın fiziğini bilmeden, metafiziğini ne kadar anlayabiliriz. Örnek olarak, İbn Sînâ’nın doğa felsefesinde, “ateş, pamuğu nasıl yakar?” sorusunu yanıtlamadan, Gazâlî’nin, konuya ilişkin eleştirisine ne kadar nüfûz edebiliriz? Denilenleri şu biçimde çerçeveleyebiliriz: Miras ile muhatab olurken, tarihin belirli bir döneminde ulaşılmış, saf mantıkî-aklî-istidlâlî değerlendirmelerle kendimizi sınırlandırmamalıyız. Bu değerlendirmelerin üzerinde kurulduğu mahsûs’un idrakinin bazen yavaş, bazen hızlı bir biçimde değiştiğini göz önünde bulundurmalı; tarihte, bu idrâkin üzerinde kurulu makûlun de değişebileceğini anlamalıyız. Bu tespit, günümüz için de geçerlidir; yani kadîm makûl yorumlarının altındaki mahsûsun değiştiğinin her an bilincinde olmalıyız. Daha yoğunlaştırılmış bir deyişle: malûmât → marifet → ilim(makûl) → irfân sıralamasını dikkate aldığımızda malûmât’ın değişmesinin doğal olarak diğer kavramların içeriğini de değiştirebileceği açıktır.
Mîrâsımızı, sorunlar üzerinden okumalı, genel okuma biçimlerinden kaçınmalıyız; bunu takip etmenin en iyi yolu, incelediğimiz görüşün dönemindeki öteki görüşlerle ilişkisini bilmek; özellikle hangi sorulara yanıt olarak üretildiğini tespit etmektir. Bu çerçevede, hâlis soru-sorunlar ile bu hâlis sorun-sorunları çözmek için üretilmiş nazarî lisânların yarattığı sözde-sorunları da birbirinden ayırmalıyız. Örnek olarak, yanma, doğal bir olaydır; “yanma, nasıl gerçekleşir?” sorusu hâlis bir sorudur. Bu soru, şüphesiz, sorulduğu dönemdeki doğa felsefesi/biliminin teorik çerçevesi içinde yanıtlanmıştır. Aristoteles – İbn Sînâ’cı doğa felsefesinde farklı, flogiston teorisinde farklı, Lavosier kimyasından sonra daha farklıdır… Bu tespit, pek çok konu için geçerlidir; felsefe-bilim tarihi boyunca hâlis soru/sorunlar için geliştirilmiş nazarî lisânların bizâtihî kendilerinin yarattığı sorunlar yanısıra, muhalif okulların birbirlerinin nazarî lisanlarına yönelik geliştirdikleri eleştiriler, o gün için anlamlı olsa da, bugün için, daha çok, lafzî birer nizâ gibi kalmaktadır. Buna pek çok örnek verilebilir: Meşşâî tanım nazariyesi ve yarattığı sorunlar yanında, Tanrı’nın mûcîb mi, muhtâr mı olup olmadığı, vb… Ancak, ben bu konuya daha köktenci bir örnek vermek istiyorum: İslâm felsefe-bilim tarihinde tartışılan asâlet-i vucûd ile asâlet-i mâhiyet ayrımı, tarihî süreçte ortaya çıkan bazı temel felsefî-kelâmî sorunların çözümü için üretilmiştir. Bu nedenle, ne içerik, ne de terim düzeyinde, bu çizgiyi takip etmek zorunda değiliz. Sonuç itibariyle, bu çatışma, ayrım, tarihî süreç içindeki pek çok diğer sorunlarla iç içedir. Hem içeriği, hem de terimleri dikkate almakla birlikte, olduğu gibi takip etmek zorunda değiliz. Örnek olarak şöyle diyebiliriz: Ne mâhiyet, ne de vucûd; mevcûd önce gelir; çünkü vucûd da, mâhiyet de, aklî birer soyutlamadır ve menşe-i intizâîleri mevcûd’dur… Mevcût, aynî, zihnî, vicdânî olabilir, sınâî, tarihî olabilir… Mevcûd’un mutlak –ki, mutlak mevcûd’a, vucûd diyoruz- ya da mukayyet incelenmesi, yöntemde, elbette bir farklılık yaratabilir; mukayyet incelenmesi muhtelif bilim dallarını ortaya çıkarırken, mutlak incelenmesi, makûl zeminde metafiziği meydana getirir. Nitekim, mutlak mevcûd’a, vucûd diyoruz ki bu aklî bir soyutlamadır… Bu tespiti gerçekleştirirken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan biri: klasik terimleri/kavramları bilmekle birlikte, üretildikleri lisanın bütüncül(holistik) yapısına bağlı kalmamalıyız. Kalırsak, günümüzde, İran’daki gibi, kendi içinde dönen bir nazarî-felsefî yaklaşıma mahkûm olur; çağın mevcûd/mahsûs üzerindeki tefekkürünü ihâta edemeyiz.
*4. Türkçe’nin, felsefe yapmak konusunda gramer yapısı ya da terminolojisi bakımından bir dezavantajı ya da üstünlüğü var mıdır?
İ.F: Bu soruya anlamlı bir yanıt verebilmek için öncelikle şu ilkeyi vaz etmeliyiz: Düşünce, yalnızca verili bir dilin dizilimine (sentaksına) ve anlamsallığına (semantiğine) indirgenemez. Başka bir deyişle, düşünce, sözcüklere indirgenemez; çünkü sözcükler dilin nesneleridir; düşüncenin değil; düşüncenin nesneleri kavramlardır(mefhûmlardır), anlamdır. Bu nedenle, her zaman ifade ettiğim gibi, “Dil, Varlık’ın evidir” diyen Heidegger’e ya da “Dil, Dünya’yı kurar” diyen Wittgenstein’a katılmıyorum. Dil, dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade eder ve dile getirir. Dil, düşüncenin bir ifâdesidir. Olgu/olayın aslını değiştirmez; elbisesini değiştirir.
Şimdiye değin denilenler, dilin, düşünce için önemli olmadığı anlamına gelmez; her şeyden önce, bizim geleneğimizde, dil, Varlık’ın tecellîlerinden biridir (vucûd-i lisânî, vucûd-i lugavî…); ancak hakikî değil gölge-değerdedir. Öte yandan, kadîm felsefe, dilin çektiği fotoğrafın bir tahlîli olarak da görülebilir. Tüm bu nedenlerle, sözcüklere saplanıp kalmamak koşuluyla, dilin ifade ediş ve dile getiriliş tarzları, anlamın içeriğine nüfûz etmemizi kolaylaştırabilir. Bunun ötesinde, Seyyid Şerîf’in dediği gibi, dil ile düşünce arasındaki ayniyet kabulü, alışkanlıktan kaynaklanır; çünkü düşünce, her zaman, dilden daha geniş bir uzayı kaplar…
Belki, bilimde olduğu gibi, felsefî düşüncede de dikkat edilmesi gereken, normal dil değil, felsefe-bilim tarihi boyunca geliştirilen nazarî lisânlardır. Başka bir deyişle, dilin, dilsel yapısından ve özelliklerinden daha çok, düşünceyi taşıyan kavramların şematik ve diyagramatik ilişkileridir. Kişisel kanıma göre, bir felsefe-bilim dizgesinin, dış ve iç şartlar haricinde, kavramsal yapısının şematik ve diyagramatik ilişkilerinin kombinatörel açılımları, o felsefe-bilim dizgesinin iç-örüntülerinin doğasını da belirler. Bu ilişki ve örüntülerin tarihsel (siyâsî, iktisâdî ve ictimâî) bağlam içindeki açılımının sınırları, o dizgenin metafiziksel tükenme sınırıdır… Bu nedenle, kadîm felsefe-bilim dizgelerinin tarihteki mümkün bir tecrübesi, mutlak ve sonlanmış bir tecrübe olmayabilir; belirli bir mekân-zamanda yeniden üretilebileceği gibi, hem kendi sınırları içinde başka bir açılıma doğru yönlendirilebilir; hem de güncel felsefe-bilim sorunlarının çözümü için değerlendirilebilir.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts