İhsan Fazlıoğlu: "Selçuklular Dönemi Anadolu'da Felsefe-Bilim"
"Selçuklu Döneminde Anadolu'da Felsefe ve Bilim- Bir Giriş", Cogito, İstanbul 2001, Sayı 29, s. 152-168.
2001 |
Aristoteles'e göre "episteme"nin yani nazarî bilginin (ilm) üretimi için "boş vakit" ve "merak" vazgeçilmez asgarî iki şarttır. Boş vakit ile merak, kısaca dendikte, maddî ve manevî ihtiyaçların azamî düzeyde karşılandığı bir ortamda ortaya çıkar. Böyle bir ortamın adı şehirdir. Şehir maddî ve manevî emniyetin bulunduğu mekandır. Şehir, içerisinde yaşayan insanlar arasında ortak bir vicdanın, ortak bir aklın, kısaca hem yatay hem de dikey boyutta işleyen ortak bir dilin üretildiği yerdir. Emniyetin maddî boyutu kişinin aslî yaşam ihtiyaçlarını karşılaması; manevî boyutu ise kişinin "yaşam korkusu"ndan uzak olmasıdır. Ortak bir dilin olmadığı yerde yaşayan insanlar arasında korku ve kaygı bulunur; bu da bir güvensizlik doğurur. Maddî ve manevî emniyetin bulunmadığı yerde ise tecessüs yani merak boy göstermez.
Nasıl ki bir medeniyetin meydana gelmesi için coğrafî, ahlakî, iktisadî ve siyasî şartların elverişli olması elzem ise bu şartları haiz bir medeniyette nazarî bilgi üretimi de ancak ve ancak tenkit ve teklifin yapılabildiği bir müzakere ortamının bulunmasıyla, öte bir deyişle tehdid ve tahribin bulunduğu murakebe ortamının giderilmesiyle mümkündür. Kısaca içerisinde sukunetin hakim olduğu, yukarıda işaret edilen özellikleri taşıyan bir şehrin bulunması gerekir; çünkü iskan olunan şehir sukunetin merkezidir; nazarî bilgi de o şehirde sakin olan insanların üretebileceği bir şeydir. Sürekliliği mümkün kılmayan, hatta yok eden bir hareketlilik şehri, dolayısıyla maddî ve manevî güven ortamını ortadan kaldıracağından, böyle bir ortamda bilgi üretimi de mümkün olmaz. Anadolu'da hayat bulan Selçuklu dönemine yukarıda özetlenen çerçevede bakıldığında felsefe-bilim hareketlerinin tezahür edebileceği sukunet ortamlarının ya da belirli bir sukunet ortamını takip eden dönemlerin dikkate alınması gerekir. Bu açıdan 1071 Malazgirt meydan muharebesiyle başlayıp 1075 İznik'in başkent yapılmasıyla Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemini Sultan I. Alâuddin Keykubâd (1220-1237) zamanında yaşadı; 1243 Kösedağ savaşı çöküşün başlangıcı oldu; Muinuddin Pervâne'nin çabalarıyla 1261'den itibaren nisbî bir sukunet tekrar sağlandı; 1277'de Mısır Memluk Sultanı Baybars'ın Anadolu'dan ayrılmasını müteakip hakimiyet tamamen Moğollar'ın eline geçti; 1308'de Devlet ortadan kalktı. Siyasî gelişme çizgisine biraz daha odaklaşıldığında, Anadolu Selçukluların herşeyden önce bir var-olma mücadelesi içerisinde oldukları görülür. Bu mücadele özünde bir yandan "yabancı bir toprak"la ilişkiye girmeyi ve kaynaşmayı [yurtlaştırma], dolayısıyla yeni bir millet olma kavgasını içerir; öte yandan kendini oluştururken dışarıdan gelen tehditleri bertaraf etmeyi? Nitekim Selçuklular Anadolu'da siyasî, iktisadî ve sosyal kurumlarını kurmak ve yerli halkla uyumlu yeni bir yaşama tarzını hayata geçirmekle, inşa etmekle uğraşırken Haçlı savaşlarının başladığı bu dönemde bu savaşların hem maddî hem de manevî bütün yükünü sırtladılar. Öte yandan Büyük Selçuklu Devletine tabi civar devletlerle süren haricî savaşlar yanında sultan adayı şehzadeler ile beyler arasındaki dahilî kavgalar da belirli bir sukunet ortamının yaratılmasını engelledi. Ancak Sultan Mes'ud devrinde (1116-1155) başlayan, oğlu II. Kılıçarslan (1155-1192) döneminde devam eden sukunet devri, daha sonra, yukarıda da işaret edildiği üzere, halk tarafından "Uluğ Keykubad" lakabıyla anılan Sultan Alauddin Keykubad'la (1220-1237) doruğa ulaştı. 1237'den yani Sultan Alauddin Keykubad'ın ölümüyle başlayan siyasî istikrarsızlığa rağmen daha önceki mirasa istinad eden ilmî verimlilik hızla gelişti ve Moğolların baskısıyla Anadolu'ya sığınan ya da İslam dünyasının muhtelif coğrafyalarından Anadolu'ya gelen bilginlerin de katkılarıyla ilmî hayat en verimli zamanlarını yaşadı. Anadolu Selçuklu ilmî hayatı, Moğol istilasının olumsuz etkilerini azaltarak yeni bir hamleyi başlatan Muinuddin Pervane'yle yeni bir canlılık kazandı. Öyleki bu canlılık Devlet'in resmî olarak tarihten silindiği 1308'den sonra bile bir müddet sürdü ve bırakılan miras başta Osmanlılar olmak üzere Anadolu Beylikleri'ne intikal etti. Klasik dönemde bilgi insanın Varlık'la girdiği ilişki/ilişkiler neticesinde ürettiği bir "dil"dir. Bu açıdan bilginin tarihi araştırılırken üzerinde durulması gereken bugün için kabul gören belirli, tanımlanmış bir bilgi türünün ve üretim tarzının geçmişte bulunup bulunmaması değil, tersine bizzat o bilgiyi üreten insanın tarzının ve ürettiği bilginin türünün ne olduğunun tespit edilmesidir. Tarihe bu şekilde bakıldığında bir matematikçi ile bir şairin Varlık'a ilişkin ürettiği bilgilerin hem iddia hem de amaç açısından aynı kategoride değerlendirilmesi mümkündür. Bu çerçevede Anadolu Selçuklu dönemi, daha önceki İslam Medeniyeti'nde hayat bulan, aynı iddia ve amacı taşıyan pek çok farklı bütüncül "dünya görüş" ve "dünya tasavvuru"nun, çeşitli bilgi türlerinin ve üretim tarzlarının, kısaca Varlık'a ilişkin muhtelif dillerin merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde yeniden düzenlendiği bir dönemdir. Varlık ile Hakikat'in birliği kabulune dayanan bu yaklaşımda; hakikate giden yolların farklı olabileceği, başka bir deyişle Varlık'la farklı dillerle konuşulabileceği anlayışı esastır. Ancak konuşulan her dil bize Varlık'ın bir tarafını verecek, hakikate ilişkin bir fikir edinmemizi sağlayacaktır. Önemli olan her bir dilin başladığı alteşik ile ulaşabileceği üsteşiğin iyice tayin edilmesi, bir dille elde edilen sonucun başka bir dille karıştırılmamasıdır. Ancak neticede her bir yaklaşımın bir üst dilde bir araya getirilmesi, toparlanması entelektüel birliğin sağlanması açısından bir ihtiyaçtır. Anadolu Selçuklu ilim hayatı işte öncelikle bu ortak-dil, diğer bir ifadeyle bir üst dilin inşası ve Varlık'a yani Hakikat'e yönelen dillerin bu ortak dille yeniden ifadesi çerçevesinde İslam Düşünce mirasında önceyi derleyip toparlayan, sonrayı da belirleyen ve yönlendiren bir noktada durmuş ve iş görmüştür. Anadolu Selçukluların kullandığı bu ortak-dil [üst-dil], Gazalî'nin süzgecinden geçen İbn Sinacı mantık, genel bir deyişle tefekkür anlayışının, Fahreddin Razî'nin tenkitlerini de dikkate alarak, Büyük Selçuklu düşünürlerinden Necmeddin Kazvinî ile Konya kadısı Sıraceddin Urmevî tarafından telif edildi. Kazvinî'nin el-Şemsiyye fî el-mantık ile Urmevî'nin Metâli' el-envâr fî el-hikme ve el-mantık adlı çalışmalarında formüle ettikleri bu dil her iki esere birer Şerh yazan, Kayseri, Konya, Sivas ve Malatya gibi şehirlerde hocalık yapan Kutbuddin Şirazî'nin öğrencisi Şeyhu'l-mantıkiyyîn Kutbuddin Razî tarafından "tehzîb" edildi; daha sonra da pek çok filozozof-mantıkçı tarafından kaleme alınan eserlerle ayrıntılarda geliştirildi. Bu dil, özne ile nesnenin "karşılıklı konumlandırılışı" esasına dayanır. Varlık'ın büyüden ve ara-varlıklardan (ilahlar) arındırılması şeklinde özetlenebilecek bir kelamî metafizik ilke üzerinde kurulan bu dil her şeyden önce nesnenin önermede tezahür edişi ile önermeler arası işlemleri inceler; böylece bir taraftan nesnenin ontolijik yapısını ortaya koyar bir taraftan da nesneye ilişkin bilginin elde edilmesi yollarını araştırır. Büyük oranda Büyük Selçuklu Devleti'nde merkez-çevre ilişkilerini tayin eden siyâsî anlayışın bilgi sahasına uygulanımı olarak ortaya çıkan ortak-dil çalışması hem aklın birliğini hem de bilginin kesinliğini emniyete alma kaygısını güder. Yukarıda çizilen çerçevede önemli bir dönüşümün yaşandığı diğer bir alan tasavvuftur. Büyük oranda kelamî epistomolojinin burhanî-aklî bilgi üretme kaygısıyla nesne ile özne arasında yaptığı keskin ayrımı reddeden, bu meyanda Varlık'ı dolayısıyla Hakikat'i cevher-araz, mahiyet-vücud gibi şekillerde parçalayan yaklaşımlara karşı Varlık'a dolayımsız ve bir bütün olarak yaklaşan Vahdet-i Vücud anlayışı, Anadolu Selçuklularının başkenti Konya'da yepyeni bir çehre kazanır. İbnü'l-Arabî'nin kendisinden önceki hemen hemen bütün irfanî bilgi birikimini dikkate alarak keşf ve ilham yoluyla kurduğu tasavvufi bilgi manzumesi, Konya'da annesiyle evlendiği ve bizzat terbiye ettiği manevî evladı Sadreddin Konevî'yle yeni bir yön alır. Bu yön, keşf ve ilhama dayanan tasavvufî bilgi manzumesinin Anadolu entelektüel hayatında hakim olan ortak-dile dönüştürülmesi, kısaca nazarî bir yapıya büründürülmesidir. Bu yolla hem iki yaklaşım arasında bir dil birliği sağlanmış hem de tasavvufî-irfanî bilgi nazarî bir karakter kazanmıştır. Konevî'nin bu teşebbüsü, hem Urmevî'nin hem de Tokat-Niksar'daki Nizameddin Yağıbasan Medresesinde uzun yıllar matematik, astronomi dersleri veren İbn Sertak'ın öğrencisi Davud-i Kayserî'nin eliyle son şeklini almıştır. Nitekim Kayserî, vahdet-i vücud irfanî manzumesinin en zor ve en temel eseri Fusûs el-hikem'e yazdığı şerhin birinci bölümünde amacının bu bilgi sistemi için bir "usul" koymak olduğunu belirtir . Şerhin ilk kısmının adının el-Mukaddemât olması da böyle bir kaygının mahiyetine işaret eder. Konevî ile Kayserî, her şeyden önce Varlık'a dolayımsız bir yaklaşımı, yani önceden belirlenmemiş bir yaklaşımı kabul etseler de dolayımsız yaklaşımdan elde edilen bilginin insanlar arasındaki paylaşımının bir dile ihtiyaç gösterdiğini düşünmüş, bu dilin de entelektüel bilginin taşıyıcısı olan ve medreselerde kulanılan "mantık dili" olduğunu görmüşlerdir. Bundan dolayıdır ki Konevî-Kayserî tasavvufî-irfanî bilgiyi nazarî hale getirmeyi başarmıştır. Onların bu yaklaşımı daha sonra bizzat Kayserî tarafından Osmanlı medreselerine aktarılacak, başta Molla Fenarî olmak üzere hem Osmanlı hem de İran-Orta Asya ve Hint Altkıtası'nda Molla Câmî, Nabulsî, Molla Sadra vb. düşünürler tarafından takip edilecektir. Bugün bile nazarî tasavvuf ya da irfan-i nazarî bu çizgiyi takip etmektedir. İrfanî bilginin Varlık'la dolayımsız yani önceden tayin edilmeyen bir dille ilişki kurmas ı gerektiğini benimseyen ancak sunumunda nazarî bir dil kullanan irfan-i nazarî okulun tersine hem Varlık'la alakalı bilginin elde ediminde hem de sunumunda nazarî y öntemi reddeden tasavvufî yaklaşımlar, Yunan düşünce hayatındaki şair ile filozof kavgasını hatırlatırcasına, şiir dilini benimsediler. Çünkü onlara göre burhanî bilgi de "matlub " (yani kıyasın sonucu) hedef iken irfanî bilgi de " mahbûb " ( yani arzu edilen ya da Tanrı) hedef tir. Bu kabul açıs ınd an burhanî bilgide matlub " tahsil " edilir; irfanî bilgide ise mahbuba " v ü sul " esastır. Visal de ise ana tavır, ön-deyisiz yani herhangi kategorik bir dili benimsememek, başka bir deyişle çıkış noktası olarak almamakt ır. Özellikle Mevlana Celaleddîn 'de, daha sonra Yunus Emre'de göreceğimiz bu tavır özünde Varlık'ın yani Hakikat' i n sırrını (cevherini) "bilmeyi" esas alan bütüncül bir dünya görüşü ve dünya tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus irfan-i nazarî'nin kurucu isimlerinden Konevî'nin babası Şeyh Mecdüddin İshak 'ın, İzzeddin Keykavus (1211-1220) devrinde irfanî bilgiyi şiir diliyle terennüm etmesidir. Bu nokta irfanî biliginin ifadesindeki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu topraklarında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu'da Varlık'la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişkindi. Nitekim, II. Rükneddin Süleyman Şah'ın kardeşi Muhyiddin Mes'ud döneminde Ankara'lı Bedî', Muhyevî, Mahmud ve Ebu Hanife Abdulkerim gibi pek çok şair faaliyet halindeydi. Anadolu Selçuklu döneminde, yukarıda işaret edildiği üzere, merkez-çevre anlayışı çerçevesinde tayin edilen yerinde meşşâî yaklaşım yani tabîiyyûn İbn Sinacı çizgide daima gözönünde bulunduruldu. Bu geleneğe ait eserler, başta el-İşârât ve el-tenbîhât olmak üzere, okutuldu; yine bu geleneğe ait pek çok eser üzerine şerhler, haşiyeler yazıldı. Bu çalışmalarda meşşâî varlık ve bilgi tasavvuru çerçevesinde evren-doğa-insan dünyalarına ait düşünceler gözden geçirildi. Bir süre Anadolu'da bulunan ve dersler veren Esiruddin Ebherî'nin bu sahadaki çalışmaları ile Urmevî'nin ve Kazvinî'nin eserleri hem ayrıntılarda pek çok konuyu ele aldı hem de meşşâî düşünceyi daha pedagojik formlara döktü. Ayrıca Kutbuddin Şirazî'nin eleştirel çalışmaları bir yönüyle meşşâî çizgiyi zenginleştirdi. Meşşaî düşünce bağlamında yapılan önemli ve o derecede kendisinden sonrayı belirleyici diğer bir faaliyet İbn Sinacı düşünceyi kelamî yaklaşım açısından sıkı bir eleştireye tabi tutan Fahreddin Razî ile bu yaklaşımları kısmen savunan Nasireddin Tusî'nin konuyla ilgili ana eserlerinin Şirazî'nin öğrencisi filozof-mantıkçı Kutbuddin Razî'nin e l-Muhâkemât beyne şerhey el-işârât adlı çalışmasıyla ciddi ve sıkı bir mukayese ve tenkide tabi tutulmasıdır. Öte yandan Amidli Seyfeddîn Ali (öl. 631/1233) kendine özgü kelamî yaklaşımıyla hem İbn Sinacı çizgiyi hem de Fahreddin Razi'yi eleştiren Selçuklu düşünürleri içerisinde farklı bir ses olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu Selçuklu ilim hayatında gözönünde bulundurulan ve kısmen nazarî dille yeniden inşa edilen diğer bir bütüncül düşünce sistemi de İşrakîlik'tir. İbn Bibi'nin verdiği bilgiye göre Sultan I. Giyaseddin Keyhüsrev (1192-1196) işrakîliğin kurucusu Şihabeddin Sühreverdî'nin düşüncelerini aklına uygun ve doğasına yakın bulmuştu; Sühreverdî de Pertevnâme adlı eserini bu Sultan'a takdim etti . İşrakîliğin Anadolu'da yayılmasına neden olan diğer bir isim Şihabeddin Ömer Sühreverdî'dir. Uluğ Keykubad zamanında Anadolu'ya gelen bu ünlü düşünür, özellikle saray çevresine ciddi tesirlerde bulunmuştur . Ancak bu düşünce sisteminin entelektüel hayatta ciddiye alınmasını sağlayan büyük oranda Kutbuddin Şirazî'nin çalışmaları oldu. Özellikle Şihabeddin Sühreverdî'nin Hikmet el-işrâk adlı eserine yazdığı hacimli şerh bugün bile İşrakî düşüncenin klasiklerinden biri olarak kabul edilmektedir. İşrakî düşüncenin en ciddi etkisi meşşaî fizik teorilerini eleştirisinde görülür. Nitekim Şirazî'nin öğrencileri işrakî düşünce sisteminin başta optik olmak üzere farklı sahalardaki açılımlarını sonuna kadar takip ettiler ve Kemaleddin Farisî örneğinde olduğu gibi gökkuşağının fizik-geometrik izahına benzer pek çok konuda optik biliminde özgün çalışmalar ortaya koydular. İşrakîlik ile meşşaîlik düşünce sistemlerini dikkate alarak Platon'un idealar kuramı üzerinde İslam düşünce tarihindeki en özgün çalışma da Anadolu'da yine bu tarihlerde ortaya kondu. el-Musul el-akliyye el-Eflâtûniyye adlı müellifi bilinmeyen bu eserde genel bir Varlık teorisi ile bu şekildeki bir Varlık teorisine ait olabilecek bilgi nazarîyesi inşa edilir. Büyük oranda İşrakî yöntemi gözönünde bulunduran bu çalışma daha sonra, Fatih Sultan Mehmed ile oğlu Sultan II. Bayezid tarafından mütalaa edildi ve başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslam dünyasının pek çok bölgesini etkiledi. Anadolu Selçuklu döneminde bugün "fen bilimleri" denilen ancak o dönemde farklı bütüncül dünya görüşü ve dünya tasavvuru manzumelerinin birer parçası olan sahalarda da önemli gelişme ve değişmeler vuku buldu. Bu sahaların hem sosyal hayattaki teknik uygulamaları geliştirildi hem de teorik çerçeveleri zenginleştirildi. Öte yandan mensup olunan dünya görüşü ve dünya tasavvurunun kosmoloji anlayışı bağlamında bu bilim dallarının batınî muhtevaları araştırıldı. Örnek olarak, bugün tarihî bağlamından kopartıldığı için hala yanlış anlaşılan ve yorumlanan astroloji, biraz da pratik kaygılarla, gözönünde bulundurulan ilk disiplin olarak göze çarpar. Esasen astroloji bir askerî, daha dakik ifadeyle bir istihbarat bilimi olarak incelenmelidir. Çünkü astroloji her ne kadar astronomi ile matematik bilimlerin kombinazyonuna dayansa da zemininde bulunan kosmolojik ilkelere bağlı olarak geleceğe il i şkin mümkün ve muhtemel olayların tespiti konusunda insan zihnini diri tutar; ayrıca alternatifleri daima hesaba katmayı gerektirir. Bu açıdan savaşçı sultanların sık sık kendisine başvurduğu bir bilim dir astroloji. Dönemin bilgi paradigması içerisinde düşünüldüğünde ortak "bir dil" olarak astroloji hem doğayı hem de insanı beraberce dikkate almayı gerektirir. Bütün bunların ötesinde a strolo j i kendisi için üretildiği Sultana ya da komutana bir misyon biçme açısından da son derece önemlidir. Çünkü astroloji belirli bir projeyi yürüten kişiye, genelde Va rlık'ın özelde Kosmos'un, daha özelde de, o dönemdeki kosmolojinin kabulune göre " ruh ve akıl " sahibi ay-üstü alemin kendi projesine katıldığını ve hatta desteklediğini gösterir. Bu moral destek ve eylemin ontik karşılığı projeyi yürüten kişiye büyük bir güç verir. Bu açıdan astroloji tarih boyunca askerî ve siyasî bir disiplin olarak sultanların, özellikle proje sahibi ve kendisine bir misyon biçen komutanlar ın dikkate aldığı bir aland ır. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu I. Rükneddın Süleymanşah 'ın (1075-1086) babası Kutalmış astronomi ve "ulum el-evâil "le (ulûm el-kavm) meşgul oluyordu. Tarihçi İbn el-Esir, onun "Türk olmasına rağmen nücum(astroloji) ve öteki ilimleri iyi bildiğini, onun soyundan gelen hükümdarların da önceki milletlerin bu ilimlerini öğrendiklerini ve bu ilimlerle meşgul olanları koruduklarını" özellikle vurgular . Bu malumatlar tıb gibi astrolojinin de nasıl bir kaygıyla daima gözönünde bulundurulduğu konusunda bir fikir verir. Nitekim Ermeni vekayinamecisi Sempad, Sultan I. Alauddin Keykubad 'un nücum ilmine meraklı bir hükümdar olduğunu kaydeder. Bu alaka dolayısıyladır ki Sultan, Celaluddin Harezmşah'a gönderdiği elçi vasıtasıyla Ahlat'ta Harezmşah'ın yanında bulunan Müneccime Bibi'nin şöhretini öğrenmiş, onu Şam'da buldurup Konya'ya getirtmiş ve bu aileyi hizmetine almıştır. İlginçtir ki İbn Bibi'nin ilk kehaneti de bir zafer muştusudur . Astrolojinin askerî stratejik bir bilim olması dolayısıyla işrakî filozof Kutbuddin Şirazî bile konuyla ilgili İhtiyarât-i muzafferî adl ı astronomi-astroloji sahasında önemli bir eseri kaleme alıp Kastamonu'daki Çobanoğlu Beyliği hükümdarı Muzafferuddîn Yavlak Arslan'a ithaf etmiştir . Kaynaklar, Selçuklu saraylarında, yukarıdaki nedenlerden dolayı pek çok müneccimin istihdam edildiğini kaydeder. Bunlar arasında, Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Hubeyş el-Tiflisî, Sultan I. Alaeddin Keykubad devrinde Müneccime Bibi, Kerimuddin el-Aksarayî tarafından Musâmeret el-Ahbâr'da ve İbn Bibi'de zikredilen Esiruddin Müneccim ve Ahmed el-Eflakî'nin Menâkib el-ârifîn'inde geçen Bahauddin Şang-i Müneccim anılabilir. Bunun yanında Konyalı Zeynulmuneccim b. Suleyman, 773 tarihinde S ivas'ta kadim Türk astrolojisini konu edinen "Ahkâm-ı sâl-i Türkan" isimli bir eser telif etmiştir. Anadolu Selçuklular'ın üzerinde durdukları diğer bir alan kadîm bilgi mirasının önemli uğraşılarından birisi olan ve bağlı bulunduğu dünya görüşü ve dünya tasavvuru içerisinde kalarak kosmosun hendesî-adedî tasarımıyla ilgilenen astronomidir. Nitekim Akâ'id ehl el-sunne adlı eserin müellifi Ömer b. Muhammed b. Ali, Anadolu'da astronomiye olan ilgiye özellikle işaret eder . Dinî, iktisadî, hatta siyasî pek çok medenî kurumu ilgilendiren astronominin pratik yönüyle ilgili bir çok çalışma yanında, teorik astronomi konusunda da eserler kaleme alındı. Bu eserlerden bazıları astronomi biliminin tarihi içerisinde teknik düzeyde ilerleme kaydeden bilgileri içerir. Büyük oranda fizik (tabî'î) ve matematik (riyâzî) yaklaşımları terkip etmiş olan İbn Heysemci anlayışta seyreden Merağa matematik-astronomi okulunun çizgisini izleyen bu çalışmalar içerisinde Kutbuddin Şirazî'nin (öl. 710/1311) özel bir yeri vardır. Çünkü Şirazî, optik sahas ında benimsediği işrakî tenkitleri de dikkate alarak, astronomi biliminde önemli eserler kaleme aldı. Ş i razî 'nin Anadoludaki hareket sahasına bakıldığında Konya, Malatya (681-684 yılları arasında) ve Sivas şehirlerinde kadılık yaptığı; ayrıca Mu'inuddîn Pervane'nin Kayseri'de yaptırdığı medresede; özellikle Sivas'ta ki Gök Medrese'de müderrisliklerde bulundu ğu görülür. Esasen Şirazî Anadolu'da hem ders almış hem de ders ver miştir. Onun 673/1274'te Konya'da Sadreddin Konevî'den icazet aldığı bilinmektedir . Nitekim Şirazî Anadolu'da bulunduğu süre içerisinde astronomi sahasında öğrencilerine okuttuğu Nihâyet el-idrâkfî dirâyet el-eflâk (telif tarihi: 681/1282) adlı önemli eserini, Sivas Gök Medrese'deki müderrisliği esnasında kaleme aldı. Ayrıca aynı yerde yine önemli bir astronomi eseri olan el-Tuhfet el-şâhiyye fi ilm el-hey'e (telif tarihi: 684/1285) isimli eserini yazdı. Ş i razî'nin eğitim ve öğretim faaliyetleri ile kaleme aldığı eserler, onun VII/XIII. Yüzyıl sonlarında Anadoludaki ilmî hayata olan etkisini göstermesi bakımından dikkate şayandırlar. Merâğa matematik-astronomi okulunda okutulan ve bu okul üyelerince telif edilen eserlerin Anadolu'ya aktarılmasında da etkili bir rol oynayan Ş i razî'nin, İbn Sina'nın el-Kânûn fi el-tıb adlı eserine hacimli ve önemli şerh yazacak kadar iyi bir tabib olması dolayısıyla, Anadolu'da görev yaptığı yerlerdeki şifahaneler'de çalıştığı ve tabib yetiştirdiği de düşünülebilir . Şirazî, bu faaliyetlerinin yanında İlhanlı hükümdarı Argun Han'ın yakın doğu haritasının çizilmesi işiyle kendisini görevlendirmesi üzerine, Anadolu kıyılarını, Cenevizli Buscarello di Ghizalfi'yle birlikte bizzat dolaşarak araştırmalar da bulunduı . Şirazî'den önce ve sonrada önemine binaen astronomi sahasında pek çok eser kaleme alın mıştır. Örnek olarak Anadolu Selçuklu Devleti'nde Kâmil el-ta'bir adlı eseriyle astronomi dalında eser veren bilim adamlarının en eskisi Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Azerbaycan'dan getirtilen, aklî ve naklî ilimlerin çeşitli sahalarında eser kaleme alan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (öl. 629/1232) ver ilebilir. Eserleri günümüze gelen diğer iki astronomdan biri si Keşf el-akabe adındaki astronomi eserin in müellifi İbn el-Kemal diye tanınan Kayseri nazırı İlyas b. Ahmed diğeri de. Zubdet el-hey'e adlı çalışmanın sahibi Muvaffak Kayserî ' dir . Bu dönemde telif edilmiş diğer önemli astronomi eserlerinden birisi de Ebû Ali b. Ebi ' l- Hasan el-Sûfî 'nin Kara Arslan'a sunduğu Urcûze fî suver-kevâkib el-sâbite'dir. Astronomi sahasında eser veren diğer önemli bir isim, aynı zamanda mantık, felsefe, matematik gibi alanlarda pek çok eser kaleme alan Esiruddin Ebherî 'dir (öl. 663/1265). Ömrünün bir kısmını Anadolu'da geçiren Ebherî, İbn Sinacı çizgide yürüyen bir filozof olarak Euclides'in Usul el-hendese ve el-hisâb adlı eseri üzerine İslâh kitab el-ustukussât fî el-hendese li-İklidîsadlı bir şerh yazdı ve bu şerh de özellikle paralellik ile bir üçgenin içaçıları toplamı konularını içeren ünlü beşinci postula sorunu üzerinde durdu. Astronomi sahasında ise Batlamyus'un kitabını ele aldı ve fizikçi yaklaşıma uygun olarak Mulahhas fi snâ'at el-macistîadlı bir özetini çıkardı 16. Torunu Sıvaslı Eminuddin Abdurrahman b. Ömer (ölm. 733/1332) de matematik ve astronomi sahalarında zamanının en yetkili kişilerindendi. Astronom i ve matematik sahas ı nda yazdığı iki eseri zamanımıza gelen Eminuddin usturlap, rub el-muceyyeb gibi pek çok astronomi aletinin imalinde de başarılı bir isimdi. Astronomi sahasında tabîî ya da riyâzî okul ile İbn Heysemci yaklaşımın arasında muhtelif tartışmalar olmuş, dönemin astronomisinin bazı teknik sorunları çerçevesinde Anadolu'da yetişen bilginlerle Anadolu dışında yaşayan bilginler arasında çeşitli ilmi ilişkiler ve tartışmalar vukû bulmuştur. Merağa matematik-astronomi okulunun kurucusu Nasiruddin Tûsî'nin Batlamyus'un Mathematical Syntaxis adlı ünlü astronomi eserinin Arapça tercümesine yaptığı Tahrîr el-Macestî adlı düzenlemeyi "Tartışmacıların Kılıcı =Seyf el-munâzirîn" dediği Sivaslı Husâmuddin Hasan b. Muhammed 'in tavsiyesi üzerine telif etmesi 17; Kutbuddin Şirazî 'nin Tahrir el-Macesti üzerinde S ivaslı Müderris Muhammed b. Muhammed Haccî adlı bir bilginle tartışmas ı 18 bu ilişki ve tartışmalar ile bunların seviyesine örnek olarak zikredilebilir. Bunun yanında dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Klasik İslâm ilmî birikimini Anadolu'ya yoğun olarak aktaran Azerbeycan-Merâğa matematik okulu (kuruluşu: 657/1257-1258) mensuplarıdır. Ancak bu okulda göreve davet edilen Fahreddin Ahlatî gibi bazı astronomlar bizzat Anadolu'da yetişmiş; matematikçi-astronom Muhyiddîn Ma ğ ribî ile Fahreddîn Halebî gibi bazıları ise Mısır-Suriye yoluyla Anadolu'ya gelmiş, muhtemelen daha sonra Merâ ğ a matematik-astronomi okulunun kadrosuna katılmıştır 19. Anadolu Selçukluları döneminde "matematik=riyazîye" sahası hendesî ve adedî yönelimler açısından ilginç çeşitlilikler sunar. Her şeyden önce matematik günlük hayatın yanında devlet malî teşkilatının belkemiği olan muhasebe sınıfı için önemlidir. Özellikle bu sahada ondalık konumsal sayı sistemine dayalı hisab-i hindînin kullanıldığı söylenebilir. Hesap alanında pratik algoritmanın alabildiğine geliştiği bu dönemde Anadolu Selçuklu Türkleri, İslam Medeniyeti'nde o zamana kadar ilk ve tek olmak üzere ondalık kesirleri günlük hayatta kullandılar. Öte yandan Astronomi ve trigonometri için gerekli olan hisab-i sittîni de öğrenilmeye devam etti. Cebir biliminde ise, özellikle Kerecî çizgisinde cebri aritmetikleştiren, soyut cebir anlayışına yaklaşan ve aynı zamanda bir tabib olan Mağribli Samav'el'in (öl. Merağa 570/1174) Anadolu ve Azerbeycan'da, bahusus Diyarbakır'da yaşaması ve eser vermesi dikkate değer bir hadisedir. Çünkü Türk bölgelerinde bulunması hasebiyle Samav'el ondalık kesir fikrini öğrenmiş ve bu fikri yaklaşık kök hesaplamalarında kullanmaya çalışmıştır. Anadolu Selçukluları döneminde m atematik sahasındaki dikkate değer bir gelişme, fakihlerin matematiği ele almasıdır. Fakihler sayı mistisizmini dışarıda tutan, özellikle Pitagorasçı sayı ilahiyatını tasfiye eden bir anlayışa sahiptirler. Bu tav ır bir taraftan matematiğin "teorik" karakterini n isbeten ihmal etmeye neden olmuş; ancak diğer taraftan tereke hesaplamalarının çağrıştırdığı düşünceyle matematik ifadelerin dış dünyaya tatbiki sürecinin önünü açmıştır. Böylece daha önce Aristotelesçi yaklaşımın tasfiye ettiği matematik-doğa ilişkisini ele almada yeni imkanlar ve açılımlar sunmuştur. Öte yandan Fakihler, belki de tarihte ilk olarak, İbn Fellûs örneğinde olduğu gibi Pitagorasçı sayı mistisizmine düşmeden saf sayılar teorisi yapılabilceğini göstermişlerdir. Özellikle adı geçen İbn Fellûs lakaplı Hanefî fakihî Mardinli İsmail'in (öl. 637/1239-1240) 20, elementer sayılar teorisini konu alan Kitâb idâd el-isrâr fî esrâr el-a`dâd isimli eserinde 21, Nicomachos'un el-Medhal ilâ ilm el-arîtmâtîkî ( Introductio Arithmaticae) adlı çalışmasını örnek almasına rağmen "Theologoumenates aritmetikes" anlamında bir sayı mistisizmine yanaşmaz; bu açıdan eseri saf bir matematik metni olarak görülebilir 22. Fakihler ayrıca hesap ve cebir bilimini de tereke hesaplarına uygulayarak hesap ve cebire yeni "uygulama" alanları açtılar. Bu bir taraftan cebire pratik bir yön verdi diğer taraftan da matematiğin haricî dünyaya uygulanımı konusundaki düşünceleri besledi. Bu konuda yine İbn Fellûs'un çalışmaları dikkat çekmektedir. Onun İrşâd el-hussâb fî el-meftûh min ilm el-hisâb23 adlı hesap eseri ile Nisâb el-habr fî hisâb el-cebr24 isimli cebir eseri İslâm matematik tarihinde hesap ve cebir ilmine tamamen amelî-fıkhî bir görünüm kazandıran ilk çalışmalardan kabul edilir. İbn Fellûs'un bu tavrı matematik tarihi açısından son derece mühimdir. Çünkü onu çalışmaları mantıkçıların ontolojik içeriği olmayan mantık araştırmalarına paralel şekilde Hanefî fakihlerinin çok erken bir tarihte üretmeye başladıkları içeriksiz, saf, dolayısıyla amelî matematik külliyatı içerisinde görülebilir. Hanefîler'in bu yönelimi, daha sonra Mısır Şâfi`î okulunda, özellikle İbn Hâim, Türk asıllı matematikçi-astronom Tayboğaoğlu İbn el-Mecdî ve yine Türk asıllı Mardinli Sibt el-Mârdinî elinde en olgun seviye ulaşacaktır. İster hendesî ister adedî olsun bu dönemde mevcut matematik bilginin tatbikatına en iyi örnek mekanik biliminin ortaya koyduğu başarılarda müşahade edilebilir. Anadolu Selçukluları, Musaoğullarının eserlerinde temsil edilen klasik İslam mekanik bilimini geliştirdiler ve bu sahada en önemli klasik kitabı kaleme aldılar. Mühendis Ebû'l-İzz Cezerî'nin (602/1205-1206'da sağ) 602/1205-1206'da telif edip Harput Artukluları hükümdarı Mahmud b. Muhammed b. Kara Arslan'a (597-619) sunduğu el-Câmi' beyne el-ilm ve el-amel, İslam dünyasında mekanik konusunda meydana getirilmiş en geniş eserdir. Cezerî'nin kitabının adı bile bilgi-uygulama [ilim-amel] konusundaki zihniyetin tezahürü olarak görülebilir. Eserin muhtevası yalnızca matematiğin uygulanmasını değil aynı zamanda kosmoloji ve insan anlayışının mekanik bilimi açısından ne kadar dikkate aldındığını da gösterir. Cezerî'nin bu eseri, makineler, pompalar, fıskiyeler, su terazileri ve musikî aletleri hakkında nazarî ve tatbikî bilgiler verir; çizilen resimlerde bunların yapılışı ve işlemesi gösterilir. Bu âletlerin bir çok yönünün keşfinin kendisine ait olduğunu belirten yazar Artuklular'a ait saray, bahçe ve diğer su tesislerinde önemli hizmetler görmüştür. Eser, mevcut nüshalarının çokluğunun delalet ettiği gibi yaygın olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de Ali Kuşçu ve Takiyüddin Râsıd'ın mekanik çalışmalarına etkide bulunmuş; ayrıca Sultan III. Murad döneminde Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Gerçekten de Selçuklu Anadolusu'nda imar ve inşa faaliyetlerinin gelişmesi, mühendis ve mimarların çok olmasına delalet eder. Artuk ve Sökmen illerinde bu meslek mensuplarına hisâbî (mühendis manasında aritmetikçi) ünvanın verilmesi matematik-mimari ilişkisi açısından oldukça ilginçtir. Bunlar arasında Karakuş el-Hisâbî ve Yakut el-Hisâbî gibi bazı Türk mühendislerinin adlarını ve inşa ettikleri eserleri biliyoruz. Özellikle Selçuklu, Mengücüklü ve Saltuklu şehirlerinde VI/XII. asırda inşa olunmuş birçok abidevî binanın Ahlatlı mimarların eseri olması, bu şehirdeki matematik eğitiminin güçlü olduğunu gösterir. Nitekim I. Sultan Mesud zamanında Konya Alaeddin Camii'ni inşa eden Hacı el-Ahlatî, Tercan'da Mama Hatun türbe ve kervansarayını inşa eden Mufaddal el-Ahlatî ve XIII. asırda Divriği Darüşşifasını inşa eden Hurremşah el-Ahlatî gibi mimarlar bu gerçeğe işaret eder. Astroloji gibi hem askerî hem de toplumsal karşılığı bulunan diğer bir disiplin de kimya ile onun batınî tarafı olan simyadır. Kimya ile simya bir taraftan ucuz metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesiyle Sultanlara yürüttükleri projenin maddi masrafını finanse etme imkanı veriyor diğer taraftan ayna, kağıt, boya vb. mamullerin elde edilmesi için kurulan küçük ölçekli işletmelerde teknik üretimi mümkün kılıyordu. Nitekim, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Cabir b. Hayyan-Ebu Bekir Zekeriyâ Razî çizgisindeki eski kimya-simya kitapları kullanıldı; aynı zamanda bu sahada bir çok yeni eserler telif edildi. Anadolu'daki pek çok şehirden kimya bilginleri çıktı. Örenk olarak Ahlat'ta yetişen İbrahim b. Abdullah adlı bir kimyagerin şöhretini duyan Memluk hükümdarı kendisini sarayına davet etti; bu bilginde kimya sahasındaki başarısıyla hükümdarın ve devlet erkanının nezdinde çok yüksek bir itibar kazandı. Öte yandan Hüseyin Hilatî adlı başka bir bilgin kimyagerlikteki mahareti dolayısıyla akranları arasında "Laciverdi" lakabıyla tanınıyordu. Ayrı bir araştırma isteyen Anadolu Selçuklu dönemi tıb tarihi genel tıb tarihi içerisinde önemli bir yer işgal eder. Çünkü bu dönemde bi r taraftan tıb kurumlarının yaygınlaşt ırılmasıyla t ıbbın topluma maledilmesi sağlandı diğer taraftan Ebû Bekir Zekeriya Razî'nin klinik tıb yöntemi ile İbn Sina'nın teorik tıb anlayış ı terkip edilerek kullanıldı. Her açıdan geliştirilen hastahanelerde klinik tıbbın tüm gerekleri yerine getirilirken, hekim yetiştirilmesine özel bir ilgi gösterildi. Öte yandan pek çok tıb eseri kaleme alındı. Bu eserler içerisinde özellike İbn Sina'nın Kanun'u üzerine yapılan çalışmalar geniş bir yer tutar. Nitekim İbn Bibi, aynı zamanda matematikçi olan Sadeddin Ebu Bekr Erdebilî'yi Kanun'unu Anadolu'da "tanıtan" kişi olarak takdim eder. İbn Bibi'nin eserinde Kanun üzerinde çalışan tabiblere sık sık atıfta bulunması bu eserin Anadoludaki tabibler nezdinde ne denli önemli olduğunu gösterir. Muhammed Cacermî ve Bedreddin İbn Harirî gibi tatbibler yanında Kutbuddin Şirazî'nin uzun yıllar yürüttüğü araştırma neticesinde kaleme aldığı KanunŞerhi yalnızca Anadolu'da değil bütün bir İslam tıb tarihi için özel bir önemi hâizdir. Anadolu Selçuklu sultanları nın maiyetlerinde bulundurduklar ı ileri gelen tabibler yanında bütün ülke sathında yaygınlaştırılan hastahanelerde görev yapan pek çok tabib aynı zamanda tıbbın muhtelif branşlarında bir çok eser kaleme almışlardır. Örnek olarak, Sultan II. Kılıç Arslan 'a özel hekimlik yapan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (ölm. 629/1232) aynı zamanda bu sultan adına pek çok eser yazmıştır. Bazı Selçuklu hekimleri tıb sahasında edindikleri şöhret dolayısıyla civar islam Devletleri'nin hükümdarları tarafından özel davet almışlardır. Örnek olarak mantık alanında da güçlü bir bilgin olan Koçhisar'lı İmaduddin Muhammed (ölm. 686/1287) el-Makalat el-murşide fî derc el-edviye fî diryak el-farukî adlı eczacılığa ve tıbba dair eser inin yanında Kahire ' de daha sonra da Dimeşk'te, Atabeg Nuruddin'in Büyük Bimaristan'ında görev yapmıştır. Anadolu yalnızca dışarıya tabib göndermemiş aynı zamanda Anadoludaki ilmî ortamı tercih eden pek çok ünlü hekimi de ağırlamıştır. Bu hekimlerden özellikle Erzincan'a gelen ve burada uzun yılar kalıp pek çok felsefî ve tıbbî eser kaleme alan ünlü filozof-tabib Abdullatif Bağdâdî (öl. 629/1231) sayılabilir 25. Erzincan yanında E rzurum, Kemah, Malatya, Divriği ve Besni'de de bulunan Bağdâdî'nin matematik sahasında kaleme aldığı el-Kitab el-celî fi el-hisâb el-hindîadlı çalışma da hisap tarihi açısından dikkate değer bir eserdir 26. Genel özelliklerine kısaca temas edilen Anadolu Selçuklu tıbbının Türk tarihi açısından en önemli yönlerinden birisi belki de en önemlisi tıp dilinin Türkçeleştirilmeye başlanması ve İslam tıb paradigması içerisinde ilk Türkçe tıb eserlerinin kaleme alınmasıdır. Bu yönelim 620/1223 yılı civarında Harezm'den Anadolu'ya gelen Hekim Bereke'nin Tuhfe-i Mübarizî adlı tercümesiyle başlamış; daha sonra Osmanlı döneminde, fetih öncesinde Aydınlı Hacı Paşa'yla Anadolu tıp tarihinin en önemli özelliklerinden birisi haline gelmiştir. Anadolu Selçuklu bilginleri ferdin kendini idaresi (ahlak), ailenin idaresi (tedbir el-menzil) ve toplumun idaresi (ilm-i siyaset) konuları üzerinde klasik düşüncenin imkanları içerisinde durmuştur. Hanefî fakihi Abd ü lmecîd Herevî 'nin (öl. Kayserî : 537/1143) el-İşrâf alâ gavâmiz el-hukumât27 adlı eseri bu açıdan dikkate değer. Malatya'lı Muhammed b. Gâzî adlı bir bilgin Sultan II. Rükneddin Süleyman Şah (593-600) için 597/1201'de Farsça Ravzat el-ukûl adlı terbiyevî bir eser yazm ıştır. Eser bu yüzyılın başında H. Massé tarafından tercümesiyle birlikte neşredilmiştir 28. Aynı bilgin daha sonra Keykavus b. Keyhusrev için benzer konuda Barid el-sa'ada adlı yeni bir kitab kaleme almıştır. Ancak Selçuklu Sultanları içerisinde tarih ve siyâset felsefesine en çok ilgi duyan Sultan I. Alaeddin Keykubad 'tır. Okuduğu kitaplar arasında Nizamü'l-mülk'ün Siyâset-name'si, Gazzalî'nin Kimya-i sa'adet'i ve Kabusname'nin adları kaynaklarca sık sık vurgulan ır. Uluğ Keykubad yalnızca bu sahalardaki eserleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda A hmed Usmânî'nin 625/1227 tarihinde Alanya'da kendisine sunduğu Kitâb el-letâif el-alâiyye fî el-fedâil el-seniyye adlı eser örneneğinde olduğu gibi bilginleri bu konularda kitap yazmaya teşvik etmiştir 29. Anadolu Selçukluları Türk-İran Devlet geleneği çerçevesinde kurulan Büyük Selçuklu Devleti çizgisinde merkezî bir devlet olmanın gereği kurumsallaşmaya son derece önem vermiş; Anadolu'nun bir çok şehrinde medreseler, hastahaneler ve kütüphaneler gibi birçoğu vakıf olan müesseseler kurarak ilim hayatını destekle mişlerdir. Bu müesseselerin yanında hem aklî hem de naklî ilimler, ilim adamlarının evlerinde, hastahânelerde, tekke ve konaklar gibi mekanlarda da tedris edilmiştir. Anadolu Selçukluları bir yandan devletin resmî çizgisinde eğitim yapan medreseler ile darüşşifalar kurarak mensup oldukları İslâm medeniyetindeki bilgi birikiminin nesiller arası aktarımını; öte yandan bilginin kontrollu bir şekilde yayılımını sağlamıştır. Kurulan medreseler ile darüşşifaların çokluğu ve yaygınlığı bu konudaki siyasetin bilinç seviyesini göstermesi açısından dikkate değerdir. Öte yandan inşa edilen medreseler, darüşşifalar, camiler, imaretler gibi kurumlar kısaca Anadolu Selçuklularının mimarî eserleri sahip oldukları estetik düşüncenin, zihniyetin cisimleşmiş halleri olarak kabul edilebilir 30. Sonuç olarak Selçuklular yeni bir kazanım olan Anadolu topraklarını yurtlaştırma sürecinde mensup oldukları İslâm Medeniyeti paradigması ile Türk-İran devlet ve siyâset zihniyeti çerçevesinde, Varlık'la kurdukları ilişkinin bir sonucu olan "bilgi"yi farklı renkleriyle belirli bir sıra düzeni içerisinde (teşkîk) tasnife tabi tutup, merkez-çevre anlayışıyla yeniden organize etmiş; ayrıntılarda geliştirmiş, yeni katkılarda bulunmuş ve bu birikimi zihniyetiyle birlikte kendilerinden sonra gelen Osmanlı ve İran-Orta Asya Türk coğrafyasına miras bırakmışlardır. Geniş bilgi için bkz: 1. İbn Ebî Useybia', Uyûn el-enbâ fi tabakât el-etibbâ, nşr. Nizâr Rızâ, Beyrut 1965. 2. İbn el-Kıftî, İhbâr el-ulemâ, Leipzig 1903. 3. İbn Bibi, el-Evamir el-ala'iyye fi el-umur el-ala'iyye, nşr. Mürsel Sönmez, c. I-II, Ankara 1996. 4. Kerîmuddin el-Aksârâyî, Musâmeret el-ahbâr ve musâyeret el-ahyâr: Moğollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi, neşr. Osman Turan, Ankara 1944. 5. Ahmed el-Eflâkî, Menâkib el-arifin, nşr. Tahsin Yazıcı, c. I-II, Ankara 1959-1961. 6. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971. 7. Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, IV. Baskı, İstanbul 1998. 8. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, VI. Baskı, İstanbul 1997. VI. Bölüm: Türkiye Selçukluları (s. 281-305). Özellikle s. 326-341. 9. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973. 10. Osman Cetin, Anadolu'da İslamiyetin Yayılışı, II. baskı, İstanbul 1990. 11. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadoluda Türkler, Türkçe'ye çeviren: Yıldız Moran, İstanbul 1984. 1 Davud-i Kayserî, el-Mukaddemât, el-Resâiliçerisinde, nşr. Mehmet Bayraktar, Kayseri 1997, s. 27. 2 İbn Bibi, c. I, s. 44. 3 İbn Bibi, c. I, s. 248 vd. Mütercim eserin hemen her yerinde Şihabeddin Sühreverdî ile Şihabeddin Ömer Sühreverdî'yi biribirine karıştırmıştır. 4 Nşr. Abdurrahman Bedevî, Kuveyt trsz. 5el-Kâmil, c. X, s. 37. 6İbn Bibi, c. I, s. 439-441. 7 Katip Çelebi, Keşf el-zunûn 'an esâmî el-kutub ve el-funûn( KZ), nşr. Kilisli Muallim Rıfat - Şerefeddin Yaltkaya, İstanbul 1941, c. I, s. 35. 8İbn Bibi, c. II, s. 130-131. 9A. Ateş, " Hicri VI-VIII. / (XII.-XIV.) Asırlarda Anadolu'da Farsça Eserler", Türkiyat Mecmuası, c. VII-VIII / 2, s. 123. 10Millet Ktp. Feyzullah Efendi, nr. 300. 11Fihrist mahtûtât el-tıbb el-İslamî fi mektebât Turkiyâ, hazırlayan: Ramazan Şeşen, Cemil Akpınar, Cevad İzgi, İstanbul 1984, s. 69-71. 12Zeki Velidi Togan, "İlhanlılar'la Bizans Arasındaki Kültür Münasebetlerine Ait Bir Vesika", Türk Yurdu, XXVI/2, s. 45-48. 13 Ahmet Ateş, a.g.m., s. 97. 14 Mikail Bayram, Anadolu'da Te'lif edilen ilk eser Keşf el-Akabe, Konya 1981. 15 Nuruosmaniye nr. 2931/1, yaprak 1b-74a. Cemaziyelevvel 871 tarihinde Habîbullah el-Semerkandî taraf ı ndan Sivas'ta istinsah edilmiştir. 16 Abdülkuddûs Bingöl, "Ebherî, Esîrüddîn", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. X, İstanbul 1994, s. 75-76; Eserleri için bkz. Ramazan Şeşen, Muhtârât min el-mahtûtât el-arabiyye el-nâdire fî mektebât Turkiyâ, İstanbul 1997, s. 266-272 17KZ, s. 159. 18Köprülü Ktp., I. Kısım, nr. 967, bkz. İstinsah kaydı. 19 Bu konuda bkz. İhsan Fazlıoğlu, "Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Dâvûd el-Kayserî (656-660/1258-1261 - 751/1350)", Uluslararası Davud el-Kayserî Sempozyumu, Kayseri 1998, s.25-42. 20İbn Ebî el-Vefâ, el-Cevâhir el-muziyye fî tabakât el-hanefiyye, nr. Abdulfettâh Muhammed el-Hulv, c. I, Kâhire 1993, s. 390-391; Brockelmann, GAL, c. I, s. 622, SI, s. 860; Sezgin, GAS, c. V, s. 76, 166. 21Esad Efendi nr. 1178. 22Sonja Brentjes, "The First Perfect Numbers and Three Types of Amicable Numbers in a Manuscript on Elemantary Number Theory by Ibn Fallûs", Erdem, c. IV (1988), S. XI, s. 467-483, Türkçe tercümesi: Melek Dosay, "İbn Fallûs'un Elemanter Sayı Teorisi Üzerine Olan Bir Yazmasındaki İlk Yedi Mükemmel Sayı ve Dost Sayıların Üç Çeşidi", Erdem, c. IV (1988), S. XI, s. 485-499. 23Giresun nr. 1292. 24Şehid Ali Paşa nr. 1805. 25 Mahmud Kaya, "Abdüllatîf el-Bağdadî", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1988, s. 254-255. 26. Afyon Gedik Ahmed Paşa Kütüphanesi, nr. 17211, 140 yaprak 27KZ, s. 103. Yeni Cami, nr. 359. 28Muhammed Gazi de Malatya, Le Jardin des Esprits, Paris 1938. 29 İhsan Fazlıoğlu, "Sultan I. Alauddin Keykubad'a sunulan Siyasetname: el-Letaifu'l- alaiyye fi'l-fedaili's-seniyye, Divan, İstanbul 1997/1, s. 225-239. 30 Medreseler ve Dâr üşşifalar için bkz. George Makdisi, The Rise of Colleges, Institutions of Learning in Islam and the West, Edinburgh 1981; R. Hillenbrand, "Madrasa", The Encyclopaedeia of Islam, new edition ( EI²), c.V, Leiden 1985; Aptullah Kuran, Anadolu Medreseleri-I, Ankara 1969; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, Selçuklular ve Beylikler Devri,c. I, İstanbul 1970, c.II, İstanbul 1972; Aslan Terzioğlu, "Bimaristan" Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. VI, İstanbul 1992; Bedi N. Şehsuvaroğlu, "Bimaristan", EI², c. I; A. Süheyl Ünver, Selçuklu Tababeti, ( 9-14'üncü Asırlar), Ankara 1940. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder