İhsan Fazlıoğlu: "Şecereler ne işe yarar?"

İhsan Fazlıoğlu: "Şecereler ne işe yarar?"




Bir siyasî irade'nin devlet olması yani toplumun/toplumların hayatiyeti için karar alma erkini elinde bulundurması, yalnızca vakıaya mutabık maddî temas yeteneğine bağlı değildir. Bunun kadar önemli olan diğer bir husus, hayatiyetini yönlendirdiği toplumun/toplumların zihnî ikliminde belirli bir yer kaplaması; daha başka bir deyişle toplum/toplumların yönetilme meşruiyetini sağlayan, muhtevasını, tarihî köklere sahip değerler manzumesinin oluşturduğu bir tasavvur dünyasını devreye sokmasıdır. Bu tasavvur dünyası vakıalara mutabık hikayeler olabileceği gibi, daha çok anlatı yoluyla nesiller arası aktarıma konu olan ve dil üzerinden belirli bir süreklilik sağlayan efsaneler, kıssalar, destanlar vb... olabilir. Anlatıların en önemli özelliği yönetilen toplum/toplumlar hafızasında siyasî iradenin meşruiyetini sağlayan belirli resimleri çizmesidir.
Kadim dünyada siyasî iradenin meşruiyet kaynaklarından, belki de en önemlilerinden birisi yönetici ailenin kökenidir. Köken, herşeyden önce, teolojik bir sorundur; çünkü yönetme erkini elinde bulunduran ailenin ilahî olması, başka bir deyişle bu hakkın kendisine verilmiş olması gerekir; bu da o ailenin seçilmiş olduğunu gösterir. Seçilmiş aile kosmolojik hiyerarşide belirli bir yere sahiptir ve bu yer kendisine hemcinslerini yönetme hakkını verir. Yönetici'nin yönetilenler nezdinde meşruiyetini sağlayan bu yer yalnızca yönetimin kökenine işaret etmez; aynı zamanda toplumdaki gücün temerküz ettiği, yoğunlaştığı noktaya da işaret eder. Nitekim İbn Haldun Mukaddimesi'nde kadim siyaset düşüncesindeki belirli bir ailenin tercihinin illeti olarak, o ailenin "toplum içerisindeki gücü tasaruf edebilme yeteneğine sahip olma" olarak görür. Yönetici ailenin ilahî seçilmişliği köken yanında yapılan işin yani siyaset etme işinin ne kadar önemli olduğuna, dolayısıyla böyle bir işi deruhte eden ailenin, sırf bu işden dolayı toplum nezdinde farklılaştığına; ancak zamanla bu farklılık'ın yönetici aileye yapışık bir nitelik halini aldığına da işaret eder.
Kadim siyasî kaynaklarda yönetici için kullanılan "Zıllullah fi'l-Ard" tabiri Türkçe'ye "Tanrı'nın Yeryüzü'ndeki Gölgesi" şeklinde çevrilir. Bu tabirdeki Tanrı, Yeryüzü ve Gölge kavramları son derece önem taşır: Eflatun'un felsefî terminolojisinin de etkisini içeren bu ibarede Tanrı, idealar alemine, Gölge bu ideanın temsili'ne, Yeryüzü de Gölge'nin bulunduğu, ideaların dünyasından farklı süflî dünyaya işaret eder. Ancak gölgelik, gölge-olma Yeryüzü'nde bulunan bütün bir mahlukat için geçerlidir; yönetici'nin diğer gölgelerden farkı doğrudan idealar âleminin en üst İdea'sı Tanrı'nın, Mutlak İyi'nin yani Âdalet'in gölgesi olmasıdır. Öyleyse mecazî anlamda kullanılan Tanrı'nın Gölgesi tabirindeki hakikî cihet yöneticinin Tanrı gibi İyi'yi yani Âdaleti temsil etmesi, başka bir deyişle Tanrı'nın teolojik-kosmik siyasî erkine benzer bir siyasî erki insanlar arasında tasarrufta bulunmasıdır. Bu temsiliyet köken ile alakalı olabileceği gibi, İyi'nin yani Âdalet'in tasarrufuna işaret eden siyasî erkin icrasından kaynaklanan ve zamanla yöneticiye ve ailesine bitişen bir nitelik de olabilir.
İşte, yukarıda kısaca özetlenen nedenlerle, kadim dönemde ilahî-seçilmiş-kosmik aileye mensup olmak, bu mensubiyeti göstermek bizatihi yönetim'in meşruiyetini de göstermekti. Mensubiyet büyük oranda soy çizelgeleri yani şecerelerle ispatlanıyor; bu şecerelere eşlik eden anlatılar ise mensubiyetin resim/ikna gücünü artırıyordu. Dolayısıyla şecerelerin günümüz tarih araştırma yöntemleri ile vakıaya mutabık olmadığını göstermek o şecerelerin tarihî bağlamda üstlendikleri işlevi geçersiz kılmaz. Benzer durum pek çok tarihî metnin içeriği için de geçerlidir. Yanlışlık eğer metnin yargılarının vakıaya mutabakatı cihetinden tanımlamıyor ise vakıanın yalnızca vücud-i haricî'ye ait olmadığı hem muhayyilenin hem de müvehhimenin taşıyıcısı olduğu vakıa manzumelerinin bulunabileceği söylenebilir. Başka bir deyişle bir metin ya da şecere doğruluk-yanlışlık ölçütü yanında, belki de daha çok işlevi, neyi niçin gerçekleştirmek istediği cihetinden ele alınmalıdır. Kısaca metnin/şeçerenin anlamı yanında referansı da gözönünde bulundurulmalıdır.
Şimdiye kadar nazarî mülahazalar da bulunduğumuz çerçeveyi Osmanlı dönemi şecerelerine uyguladığımızda karşımıza ne tür bir resim çıkar? Bu soruyu, bu yazıda şimdilik Enverî'nin Düsturname-i Enverî'de verdiği Osmanlı Şeceresi için yanıtlamayı deneyeceğiz [Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî -Osmanlı Tarihi Kısmı- (1299-1466), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2003, s. LXXIX, 3-21]:
Enverî, Âl-i Osman'ı anlatmaya başlamadan önce Hz. Adem'den Hz. Peygamber'e kadar, peygamberler üzerinden Yeryüzü'nün ömrünü belirlemeye çalışır. Daha sonra Hulefa-i Râşidîn'i ele almaya başlayan yazar, Hz. Ömer zamanında İslam tarihini Oğuz tarihine, -belki de daha doğrusu- Oğuz tarihini İslam tarihi'ne bağlar. Olay şöyle cereyan eder: Sa'd b. Ebi Vakkas İran'da seferden döner iken ordusuyla bir dağın üzerinde konaklar. Dağ'a bakan bir ulu sahrada Oğuz obalarının konduğunu görür. O sırada, Oğuzların hanı, Selçuk'un amcası Oğuz Tümen Han avlanırken İslam Ordusu'nu farkeder ve yanlarına gider. Bu insanların değişik bir yapıda olduklarını gören Han onları ziyafete davet eder. Aralarında bulunan genç Iyaz b. Osman'a [metinde hem Ayaz hem Iyaz kullanılır] özel bir ilgi gösterir; o da Oğuzlara cihad'ı anlatır. Metinde "İbn Osman kim Ayaz idi ana ad" deyişi özel bir dikkat ister; zira mesele yalnızca nazımla alakalı değildir; çünkü yazar bu kulanımla 'Osmanoğlu' deyişini hatırlatmak ister gibidir. Iyaz b. Osman, Kureyşî'dir [Bildiler bunlar Kureyşîdür Iyaz/Beklediler kimse kılmaz itiraz]. Han'ın güzel kızı Turunc Hatun ile aralarında muhabbet başlayan Ayaz rüyasında öldüğünü, toprak olduğunu ve kendi toprağı üzerine bir ağaç'ın bittiğini ve dünyayı tuttuğunu görür; düşü yorumlayan Sa'd b. Ebi Vakkas, Ayaz'a soyunun âleme han olacağını muştular. Ayaz hastalanır; İslam ordusu onu Oğuzlar arasında bırakıp gider. Turunc Hatun'la evlenen Ayaz'ın hasletleri de ilginçtir: Top oynar, at sürer ve herkesi yener. Ayaz'ın bir oğlu olur: Oğuz Süleyman Han. Önce Selçuk Bey'in kızı ile evlenir; ancak müslüman olduktan sonra Selçuk kızı ile arası açılınca Bermek'in müslüman kızı ile dünya evine girer. Altı oğlu olan Oğuz Süleyman'ın her bir oğlunun da, 24 Oğuz boyunun türediği dörder oğlu dünyaya gelir. Bu altı oğlundan birisinin adı Cemşid Han, diğer adıyla Kayı Han'dır. Kayı Han'ın torunu Çalış Han, önce Âl-i Selçuk'tan Kutalmış Bey'in kızını alır. Bu çizgi üzerinden Osmanlı Devleti'ni kuran soy gelir. Enverî, söylediklerinin doğruluğunu da garanti altına alır: "Biz tevarihi tetebbu eyledük/Böyle sanma ki tesâmu eyledük".
Kısaca özetlediğimiz bu şecere'de, yukarıda verilen nazarî çerçeve dikkate alınmak kaydıyla, hangi noktalara dikkat edilmelidir? Herşeyden önce tarihi peygamberî bir kronolojiye bağlamak mensub olunan dünya görüşü'nün değer şemalarına ne kadar yaslanıldığını gösterir. İnsanın Yeryüzü'nde ne-süredir bulunduğunu belirlemek için sayısal hassasiyet göstermek tarihçilerin dikkat ettiği bir noktadır. Peygamberî kronoloji, bir yandan da insanlık tarihinin kudsiyetine işaret eder. Enverî'nin bütün bir tarihi peygamberler üzerinden Hz. Peygamber'e bağlaması, hiç şüphesiz kendi medeniyet mensubiyetinin bir ifadesidir. Ancak, Oğuz boyunun tarihini de İslam tarihi'ne bağlaması yalnızca aynı mensubiyet hassasiyetine bağlamak yeterli değildir. Çünkü bu noktada ilahî-kosmik seçilmiş aile kavramı devreye girmektedir. Herşeyden önce Iyaz bir Arap'tır; hem de Kureyşî'dir. Bu kabul bir yandan genelde Oğuzları özelde Osmanoğullarını Araplar ile akraba kılar hem de İslam ümmetini yönetmede gündemde olan Kureyşî-olma şartını yerine getirir. Öte yandan Iyaz ile Oğuz Tümen Han'ın kızından olma Oğuz Süleyman Han hem Selçuk'un kızını hem de, dinî-İslamî nedenle Bermek'in kızını almıştır. Burada Selçuk ile Bermek'ten kasdedilenden daha çok bu iki ismin İslam tarihi içerisindeki çağrışımları dikkate alınmalıdır. Neticede Selçuk, Selçukoğullarını, Bermek de Abbasî döneminin meşhur vezir ailesi Fars Bermekîleri çağrıştırmaktadır. Böylece hem Oğuz tarihinin sultan olmaya daha layık Kınık boyundan gelen bir boyu ile hem de İslamî Fars tarihinin önemli ailelerinden birisiyle çağrışım yoluyla irtibat kurulmuş oluyor. Burada Süleyman adının kasd-i mahsusla kullanılıp kullanılmadığı da ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur. Oğuz Süleyman Han'ın altı oğlunun herbirinin dörder oğlundan 24 Oğuz boyunu türetmek yanında Osmanoğularının kendisinden geldiği kişinin hem Cemşid Han hem de Kayı Han adını taşıması da dikkate değerdir. Cemşid, Fars tarihinin en önemli hükümdarlarından birisinin adıdır; Kayı da Oğuz boylarından yöneticilik hakkına sahip ailenin atasıdır. Nitekim Enverî "Cemşid 'asl', Kayı'dan, Oğuz nesli" ifadesini kullanırken bütün bu vurguları yapmaktadır. Yazar'ın Kayı/Cemşid Han'ın torunu ile Âl-i Selçuk'tan Kutalmış Bey'in kızını evlendirmesi de yine büyük oranda 'Kutalmış' adının -Kutalmışoğlu Süleyman Şah'la ilgili olarak- Oğuz boyları arasındaki çağrışımından istifade etmek olmalıdır. Enverî böylece Osmanoğularını ilahî-seçilmiş-kosmik bir aile olarak Oğuz/Kayı - Arap/Kureyşî ve Fars/Cemşidî/Bermekî ve Selçukî/Kutalmış çizgilerini birarada toplayan bir terkib olarak tasvir etmiş oluyor. Bu terkibin Osmanlı tarihi içerisindeki yeri, üzerinde durulmayacak kadar açıktır.
Terkib'in vakıaya mutabakat cihetinden değil bir çağrışım olarak dikkate alınması gerektiği üzerinde ısrarla durulmalıdır. Çünkü bu terkip ile hafızalarda mevcut olan resimlere çağrışım yoluyla atıf yapılarak insanların ihsas'ı canlı tutulmak ve yönetici ailenin, gücün tasarruf yetkisini mensub olduğu medeniyetin değer şemaları içerisinde yönettiği toplumlar arasında uygulamasına meşruiyet sağlanmak istenmektedir. Terkibin yarattığı çağrışım, yönetilen toplumlar nezdinde, Türkler/Oğuzlar yanında mesela Araplar ve Farsların katında yönetici aileyi yabancı olmaktan çıkartmakta ve mensubiyet duygularını pekiştirmektedir. Benzer durumun İstanbul'un fethi esnasında Kayser ünvanını alan Fatih Sultan Mehmed ile Truva efsanesi etrafında geliştirilen söylemlerde gözlemlendiği söylenebilir. Özellikle Arap şair İbn Uleyf'in Sultan Bayezid-i Velî'ye yazdığı eser ile bu eserde Osmanoğuları ile Arapları akraba kılması [Şükran Fazlıoğlu, "Mekkeli şair İbnu'l-Uleyf'in Sultan II. Bayezid'e yazdığı kaside", Divan İlmî Araştırmalar, İstanbul 2001/2, S. 11, s. 163-181], diğer pek çok şecerenin üretilmesi, Şihabuddin Ebu'l-Abbas Ahmed el-Mekkî'nin (öl. 1098/1678), XVII. yüzyılın ikinci yarısında telif ettiği el-Dûr el-manzûm fî fazl el-rûm adlı eserinde (Esad Efendi nr. 1843, yaprak 1b-27a) verdiği şecere, denilenleri çok daha iyi açık kılar [Ş. Fazlıoğlu, "a.g.m.", s. 171-172, 34 numaralı dipnot].
Seçere üretmenin ilahî-seçilmiş-kosmik aile yanında, elbette pek çok siyasî yönü bulunmaktadır. Bu durumun en güzel örneği Mehmed Vanî Efendi'nin Araisu'l-Kur'an adlı tefsirinde müşahade edilebilir. Bu eserinde Vanî Mehmed Efendî, Yahudileri doğrudan Türkler ile aynı kökene irca etmeye çalışır: Yafes neslinden olan Oğuz Han, Hz. İbrahim'in çağdaşıdır. Hz. İbrahim'e iman eden Oğuz Han, oğlu Hz. İshak'ın kızıyla evlenmiştir. İşte bun nedenle Türkler anne tarafından Benî İshak'ın evladı sayılırlar; Hz. İsa'nın da, Benî İsrâil'den sayıldığı gibi [Erdoğan Pazarbaşı, Vânî Mehmed Efendi ve Arâis el-Kur'ân, Van 1997, s. 197]. Bu çıkarımın sonucu açıktır: Türkler anne tarafından Yahudiler ile akrabadırlar. Vanî Mehmed Efendi'nin bu düşünceyi, Sebatay Sevî hadisesinin ortaya çıktığı ve II. Viyana kuşatması hazırlıklarının sürdüğü bir dönemde ileri sürdüğü hatırlanırsa, Osmanlı Devleti'nin bu yolla hem kendi coğrafyasında hem de Avrupa'da yaşayan Yahudiler hakkında belirli bir hesap içerisinde olduğu anlaşılır. Bu hesabı ilk önce Türkler ile Yahudiler arasında bir akarabalık tesis ederek, bunun için de bir şecere kurarak gerçekleştirmesi dikkate şayandır. [Günümüzde Sebataycılık etrafında Türkiye'de geliştirlen soy ve akrabalık şecereleri bu dikkatle okunduğunda ne tür bir siyasî hedef/hedefler gözetildiği daha açık hale gelebilir].
Yukarıda çizilen çerçeve içerisinde bir iki noktaya işaret edebiliriz: Şecerelerde ilk elde yönetici ailenin kökeninin belirgin kılınmaya çalışıldığı düşünülür; ancak tam tersine köken'in belirsizleştirilmesi, başlangıcın karışık, bu nedenle de bulanık kılınması önemlidir. Çünkü bulanık bir resmin hem ileriki yeni durumlara göre kullanımı, dönüştürülmesi daha kolaydır hem de çağrışımı daha güçlüdür. Apaçık olan bir şecere yeni durumlar için kolayca uyarlanamadığı gibi çağrışımdan çok bilgi verir; bu da muhayyileyi beslemez. Öte yandan şecereler, hakimiyet kurulan yeni medeniyet ve kültür havzalarının sürekliliğini yeni-idare çerçevesinde sağlamak işidir. Çünkü kadim hakimiyet anlayışında ele geçirilen eski bir medeniyet havzası yok edilmez; tersine devamlılığı, belirli dönüşümler içerisinde, sağlama alınır. Şecereler yeni hakim unsurun eski hakim unsurla bağlantılı olduğunu göstererek hem topluma hayatiyet hakkı tanır hem de yeni yönetici unsura meşruiyet.
Niyetleri anlamak [kasd-i mütekellim] yapılan işin muhtevasını ya da başka bir deyişle illet'ini tespitte son derece önemlidir. Belki burada dikkat edilmesi gereken en mühim nokta: Kudemanın da en az bizim kadar insan olduğudur. Bu yargıyı benimsemek onların yapıp ettiklerini ele alırken hem ciddiyetimizi hem de titizliğimizi artıracaktır. Hiç şüphesiz ciddiyet ile titizlilik kavramsal/metafizik derinliği çoğaltan bir bilgi durumudur.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts